Soru
stringlengths
9
201
Cevap
stringlengths
99
13.3k
Ezan Arapça dışında başka dillerde okunabilir mi?
Sözleri bizzat Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünneti ile sabit olan ezân, dünyanın neresinde olursa olsun, Müslüman varlığının ve kimliğinin bir göstergesidir. Ezânın, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) vahyedilip uygulandığı özgün şekliyle okunması gerektiği konusunda 15 asırlık bir gelenek ve ittifak söz konusudur. Ezânın asıl amacı, vaktin girdiğini bildirip namaza davet olduğundan değişik dilleri konuşan Müslümanların hepsine bu davetin ulaştırılması, ancak yine hepsinin ortak bilincine hitap etmekle olur ki, bu da ezânın bilinen aslî lafızlarıyla yani Arapça olarak okunmasıyla gerçekleşir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/383). Dolayısıyla ezânın aslî şekli dışında bir dille okunması caiz değildir.
Namaz vaktini bildirmek için cd, kaset vb. kayıtlardan ezan okunabilir mi?
Bilindiği gibi “ezân” farz namazlar için okunan özel sözlerdir. Ezân aracılığıyla halka hem namaz vaktinin geldiği ve cemaatle namaz kılınacağı duyurulmuş olmakta, hem de Allah’ın eşsiz büyüklüğü, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliği ve namazın kurtuluş vesilesi olduğu ilan edilmektedir. Ezân, namaz vakitlerini ilan olduğuna göre, muayyen kalıplarını muhafaza ve ifade etmek suretiyle bu ilanın, hoparlörle veya hoparlörsüz yapılması arasında dinî açıdan bir fark yoktur. Bununla birlikte teyp kasetinden veya CD’den ezân okunması İslâm’ın şiarlarından olan ezânı basite almak, ona gereken saygıyı göstermemek anlamına gelir. Ayrıca kayıttan okutulması, Hz. Peygamber’den günümüze kadar gelen teamüle uygun değildir. Onun için ezânın CD veya teypten verilmesinin sakıncasız olduğu söylenemez. Fakihlerin, Kur’ân’ın aks-i sadasının Kur’ân hükmünde sayılmayacağı yönündeki yaklaşımları da bu hükmü desteklemektedir (Meydânî, el-Lübâb, 1/60, 103). Diğer taraftan, ezân sünnettir. Sünnetin mükellefiyeti olan biri tarafından yerine getirilmesi, bu sünnetin tamamlayıcı bir unsurudur.
İmam kâmet getirebilir mi?
Kâmet, farz namazların sünnetlerindendir (Buhârî, Ezân, 2 [605]; Müslim, Salât, 5 [378]). Dolayısıyla terk edilmesi mekruhtur. Zira kâmet, namaza başlamak için bir hazırlık mesabesindedir. Namaza başlanacağını bildiren bir uygulamadır. Bunu görevli bir kimsenin, cemaatten birinin veya imamın yapması hususunda sınırlama yoktur. Dolayısıyla namaz kıldıran bir imamın aynı zamanda kamet getirmesinde bir sakınca yoktur (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/56 vd.).
Cemaatle namazda kâmet yapacak kişinin özellikleri nelerdir? Çocuklar kâmet yapabilirler mi?
Kâmet getirecek kişinin hadesten temizlenmiş, âkil ve erkek olması gerekir. Buna göre abdestli olmayan veya cünüp olanın, delinin yahut sarhoşun ve kadının kâmeti mekruh görülmüştür. Kâmet getirenin salih bir kimse olması ise müstehaptır (İbn Nüceym, el-Bahr, 1/268-270; Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/227). Kâmet getirecek kişinin en az mümeyyiz (iyiyi kötüden ayırabilir durumda) olması gerekir. Temyiz kabiliyeti ise ortalama 7 yaşında başlar ve büluğa kadar devam eder. Mümeyyiz olmayan küçüğün ezân ve kâmeti geçerli olmaz. Mümeyyiz çocukların okudukları ezân ve getirdikleri kâmet geçerlidir. Bununla birlikte kâmeti, büluğa ermiş bir kimsenin getirmesi daha faziletli görülmüştür (bk. Serahsî, el-Mebsût, 1/138; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, 1/54; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/391-393).
Cemaatle namazda kâmet yapılırken ne zaman ayağa kalkılır?
Cemaatle kılınan namazda, cemaatin namaz için ayağa ne zaman kalkacağı hususu, namazın özüyle değil, âdâp ve müstehaplarıyla ilgilidir. İmam-ı A’zam’a göre cemaatle namaz kılmak üzere “Kad kâmeti’s-salât” yani “namaz başladı” denildiği anda imamın namaza başlaması, namazın âdâbındandır. İmam, bu hareketi ile müezzinin sözünü doğrulamış olur. Bu ictihada göre imamın ve cemaatin bu cümlenin söylenmesinden önce saf düzenini almaları gerekecektir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/57). Fakat namaza kâmet bittikten sonra başlanılmasında da bir sakınca yoktur. Hatta İmam Ebû Yûsuf ve diğer pek çok müctehide göre, uygun olan budur (Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/230; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/479). Hanefî mezhebindeki başka bir görüşe göre ise müezzin “haydi kurtuluşa” anlamına gelen “hayye ale’l-felâh” cümlesini söylediğinde imam ve cemaat ayağa kalkar (İbn Nüceym, el-Bahr, 1/321), imam namaza başlar, cemaat da ona uyar. Şâfiî mezhebine göre ise kâmet bittikten sonra namaz için ayağa kalkmak müstehaptır (Nevevî, el-Mecmû’, 3/252-253). İmam ayağa kalkmadan yahut henüz gelmeden cemaat namaz için ayağa kalkmamalıdır. Kâmet yapılırken ne zaman kalkılacağı konusu, ibadetin özüyle değil âdâbıyla ilgili olduğundan, caminin büyüklüğüne, saf düzenini almaya ve namaza imamla birlikte başlamaya göre düşünülmelidir. Normal büyüklükteki cami veya mescidlerde imamın mihraba doğru yürüdüğü görülünce kalkılması daha uygundur. Zira Resûl-i Ekrem (s.a.s.), “Namaz için kâmet getirildiğinde beni görmeden ayağa kalkmayın.” (Buhârî, Ezân, 22 [637]; Müslim, Mesâcid, 156 [604]) buyurmuştur. Buna göre kişi, imamdan çok geri kalmayacak ölçüde ve imam ile birlikte namaza başlayacak şekilde hazır olabileceği kadar bir süre önce yerinden kalkmalıdır (bk. Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 1/560).
Kâmet bitmeden imam namaza başlayabilir mi?
Namazların farz, vacip ve sünnetlerinin yanı sıra âdâbı da vardır. İmam-ı A’zam’a göre cemaatle namaz kılmak üzere “Kad kâmeti’s-salât” yani “namaz başladı” denildiği anda imamın namaza başlaması, namazın âdâbındandır. İmam, bu hareketi ile müezzinin sözünü doğrulamış olur. Fakat namaza kâmet bittikten sonra başlanılmasında da bir sakınca yoktur. Hatta İmam Ebû Yûsuf ile diğer üç mezhep imamına göre, uygun olan budur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/479).
Müezzinin kâmet yaparken yürümesinin hükmü nedir?
Kâmet, farz namazlara başlarken söylenen ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uygulamasına dayanan bir sünnettir. Onun için gereken saygı ve ağırbaşlılık ihmal edilmemelidir. Bu nedenle kâmet yapan kimsenin bu esnada yürümesi, mekrûh kabul edilmiştir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/396).
Kâmetten sonra ezan duası okunabilir mi?
Kâmetten sonra ezân duası okuma konusunda Hz. Peygamber’den (s.a.s.) herhangi bir bilgi ulaşmış değildir. Bu sebeple kâmetten sonra böyle bir dua ile meşgul olmak uygun görülmemiştir (Tahtâvî, Hâşiye, 190). Ancak kâmet sözleri de namaza başlayana kadar ezân gibi tekrar edilebilir veya kâmet esnasında imam namaza başlamadan başka dualar yapılabilir (İbn Nüceym, el-Bahr, 1/273; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/57).
Cemaate yetişemeyen kimse camide tek başına namaz kılarken kâmet getirmeli midir?
Düzenli olarak cemaatle beş vakit namaz kılınan camilere o vaktin farz namazını kılmak üzere giren kimselerin, cemaatle veya yalnız başına namaz kılacak olmaları hâlinde tekrar ezân okuyup kâmet getirmelerine gerek yoktur. Düzenli olarak beş vakit namazın kılınmadığı cami ve mescitlerde ise ezân okuyarak ve kâmet getirerek namaz kılmak daha faziletli olup (Alâüddîn, el-Hediyyetü’l-‘Alâiyye, 37) sadece kâmetle de yetinilebilir. Hanefîlerin bu yaklaşımına karşılık diğer birçok mezhep, her iki ihtimalde de kâmet getirmenin mendup olduğunu söylemiştir.
Vakit namazlarını cemaatle kılmanın hükmü nedir?
İslâm dini, birlik ve beraberliğe büyük önem vermiştir. Günde beş vakit namazın, haftada bir cuma namazının ve senede iki kez olan bayram namazlarının cemaatle kılınması, müminlerin birbirlerinden haberdar olmalarına, görüşüp kaynaşmalarına, birbirleriyle yardımlaşmalarına vesile olmak gibi bir işlev üstlenmektedir. Bu bakımdan cemaatle namaz kılmak, istenen birlik ruhunun sağlamlaştırılmasında ve devam ettirilmesinde önemli bir rol üstlenmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.), farz kılınışından itibaren hayatının son zamanlarına kadar beş vakit namazı sürekli kendisi cemaate imam olarak kıldırmış, Müslümanları da namazları cemaatle kılmaya teşvik etmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 48-49). Cemaatin önemini belirten çok sayıda hadis bulunmaktadır. Bunlardan birinde Hz. Peygamber (s.a.s.), “Üç kişi bir köyde veya kırda bulunur ve namazlarını cemaatle kılmazlarsa, şeytan onlara hâkim olur. Öyleyse cemaatten ayrılma. Çünkü kurt ancak sürüden ayrılan koyunu yer.” (Ebû Dâvûd, Salât, 47 [547]) buyurmaktadır. Ayrıca Peygamber Efendimiz (s.a.s.) cemaatle kılınan namazın sevabının, tek başına kılınandan 27 derece daha fazla olduğunu belirtmiştir (Buhârî, Ezân, 30 [645]; Müslim, Mesâcid, 249 [650]). Bu ve benzeri hadisler ve ilgili âyetlerden hareketle Hanbelîler beş vakit namazın cemaatle kılınmasının, erkekler için farz-ı ayın, Şâfiîler ise farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir. Hanefî ve Mâlikîlere göre ise cuma namazı dışındaki farz namazları cemaatle kılmak, gücü yeten erkekler için müekked sünnettir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/56; Cezîrî, el-Mezâhibü’l-erbe‘a, 1/368-369). Bu itibarla cemaate gitmeye engel bir durum olmadıkça beş vakit namaz cemaatle kılınmaya çalışılmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), camiye giderken atılan her adımdan dolayı kişinin bir derece yükseltilip, bir günahının silineceğini haber vermiştir (Buhârî, Ezân, 30 [647]; Ebû Dâvûd, Salât, 49 [559]).
İmamın, kendisine uyan kadınlar için ayrıca niyet etmesi gerekir mi? Kendi başına namaz kılan bir erkeğe, bir kadın sonradan gelip uyabilir mi?
İmamın imamet için yaptığı genel niyet, kadınları da kapsar. Yani kadınlar için ayrıca niyet etmesi gerekmez. Fakat imamete niyet etmeyip kendi başına namaz kılmakta olan bir erkeğe, bir kadın sonradan gelip uyamaz. Şâfiî mezhebine göre ise imamın, gerek erkeklere gerekse de kadınlara imamlık yapmaya niyet etmesi şart olmayıp müstehaptır (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/502). Bundan dolayı kendi başına namaz kılmakta olan bir erkeğe, bir kadın sonradan gelip uyabilir.
İmama uyan kimse nasıl niyet eder?
Niyet, namazın şartlarından biridir. Kişinin farz, vacip veya nâfile namazlardan hangisini ve hangi vaktin namazını kılacağını, tek başına mı yoksa imama uyarak mı ifa edeceğini niyetinde belirlemesi gerekir. Önemli olan bunların kalben bilinmesidir; dil ile söylenmesi ise bu konudaki iradesinin pekiştirilmesi açısından güzel görülmüştür (Merğinânî, el-Hidâye, 1/46). Buna göre, namazını imama uyarak kılacak kişinin, kalben niyet etmesi gerekir; aksi takdirde imama uymaya niyet etmeden kılacağı namaz geçersiz olur. Ayrıca, diliyle “uydum hazır olan imama” demesi de uygun olur.
Farz, vacip ve nafile namazların hangileri cemaatle, hangileri tek başına kılınmalıdır?
Cuma namazını kılmakla yükümlü olan erkeklerin, Cuma namazını camide cemaatle kılmaları farz; beş vakit namazın farzlarını cemaatle camide kılmaları ise Hanefîler'e ve Mâlikîlere göre müekked/kuvvetli sünnettir. Cemaatle namaz kılmanın önemini belirten hadislerden ve ilgili âyetlerden hareketle Hanbelîler beş vakit namazın cemaatle kılınmasının, erkekler için farz-ı ayn, Şâfiîler ise farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/56-57; Kâsânî, Bedâî’, 1/155; Cezîrî, el-Mezâhibü’l-erbe‘a, 1/368-369). Ramazan ve Kurban Bayramı namazları vacip namazlardan olup cemaatle kılınır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/85). Sünnet namazlardan teravih namazı cemaatle kılınabilir. Teravih namazı cemaatle kılındığında vitir namazı da cemaatle kılınabilir. Ramazan ayının dışında vitir namazını cemaatle kılmak mekruhtur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/69). Nâfile namazlardan küsûf (güneş tutulması) namazı ve İmameyn’e göre istiskâ namazı da cemaatle kılınır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/70-72). Bunların dışındaki tüm sünnet ve nâfile namazları herkesin tek başına kılması uygun, cemaatle kılması ise mekruh görülmüştür (Serahsî, el-Mebsût, 2/144). Nâfile namazlardan olan tesbih namazının (Ebû Dâvûd, Tatavvu, 14 [1297]) cemaatle kılınabileceğine dair kaynaklarımızda bir bilgi bulunmadığından bu namazın da tek başına kılınması daha uygundur.
Bir farz namazı kılmış veya kıldırmış olan kimse aynı namaz için başka bir cemaate namaz kıldırabilir mi?
İmam, kılınan namazın türü itibarıyla, kendisine uyan kişiden aşağı durumda olmamalıdır. Ancak cemaat imamdan daha aşağı durumda olabilir. Buna göre; nâfile namaz kılan kimse farz namaz kılana imam olamaz; fakat farz namaz kılan ise nâfile namaz kılana imam olabilir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/58-59; İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/371; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/590; Desûkî, Hâşiye, 1/339); Buhûtî, er-Ravd, 134). Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: ‘‘Farz namaz, bir günde iki kere kılınamaz ” (Dârekutnî, es-Sünen, 2/285; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 3/206). Bir vaktin namazı iki kere kılınamayacağına göre, ikinci kere kılınan namaz nâfile olacaktır. Bu durumda imam cemaatten daha alt konumda olacağından o kişinin imamlığı geçerli olmaz. Şâfiî ve Hanbelîlerde tercih edilen görüşe göre farz namaz kılacak olan kişi, nâfile namaz kılana uyabilir. Bu ictihadlara göre bir vaktin farz namazını kılmış olan kimse aynı vakit için başkalarına imam olabilir. Kendi kıldığı nâfile, cemaatin namazı da farz olarak geçerli olur (Mâverdî, el-Hâvî, 2/316; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/166)).
Kadın, kadınlara namaz kıldırabilir mi?
Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre bir kadının, kadınlara namaz kıldırmasında bir sakınca yoktur. Bu görüşte olanlar, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Ümmü Varaka’ya kendi ev halkına namaz kıldırmasına izin vermesini (Ebû Dâvûd, Salât, 62 [591]; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/405 [27324]; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 1/597 [1909]) delil gösterirler. Hanefî mezhebine göre kadının, kadınlara namaz kıldırması caiz olmakla birlikte, mekruhtur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/59). Kadının kadınlara namaz kıldırması hâlinde, cemaatten öne geçmeyip diğer kadınların hizasında/arasında durması gerekir (Abdürrezzâk, el-Musannef, 3/140-141 [5080]; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/148; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/575-576).
Kadınlar erkeklere namaz kıldırabilir mi?
Kadının erkeklere namaz kıldırması, bütün mezheplere göre caiz değildir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/146); İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/576; Cezîrî, el-Mezâ- hibü’l-erbe'a, 1/372). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Ümmü Varaka’ya kendi ev halkına namaz kıldırabileceği yönünde verdiği izin (Ebû Dâvûd, Salât, 62 [591]; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 1/597 [1909]), sadece ona özel bir uygulama olarak değerlendirilmiştir. Diğer bazı yorumlara göre ise Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu izni, o evdeki veya mahalledeki kadınlara namaz kıldırabileceğini ifade etmektedir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Dikkat edin! Hiçbir kadın erkeğe imam olmasın.” (İbn Mâce, İkâmetü’s-Salavât, 78 [1081]; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 3/128 [5129]) şeklindeki buyruğu da bunu göstermektedir. Nitekim asr-ı saadet de dâhil olmak üzere tarihî süreç içinde bunun bir başka örneği de görülmemiştir. Bunu caiz görmek, dinde olmayan bir şeyi dine sokmaktır ki buna bid’at denilir. Hz. Peygamber (s.a.s.), bidatin dalalet olduğunu haber vermiştir (Müslim, Cum'a, 43 [867]; Ebû Dâvûd, Sünnet, 6 [4606]).
Büyük günah işleyen kişinin namaz kıldırması caiz midir?
Namaz kıldıracak kişinin, imamet ehliyetine sahip olması gerekir. Kur’ân okuyamayan, namazın nasıl kılınacağını bilmeyen ve akıl sağlığı yerinde olmayan kişi ile erginlik çağına ulaşmamış çocuğun namaz kıldırması caiz değildir. Haramı helal, helali haram saymadıkça büyük günah işlemiş de olsa Müslüman bir kişi, namaz kıldırabilir; arkasında kılınan namaz da sahihtir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “İyi ve kötü (muttaki ve günahkâr) her Müslümanın arkasında namaz kılınız.” (Dârekutnî, es-Sünen, 2/404 [1768]; bk. Ebû Dâvûd, Salât, 64 [594]; Cihâd, 34 [2533]) buyurmuşlardır. Hadiste bir ilke ortaya konulmaktadır; o da, mümin olan ve namaz kıldırabilecek asgari bilgiye sahip olan bir kimsenin namaz kıldırabileceğidir (Serahsî, Şerhu siyeri’l-kebîr, 1/156-157; İbn Nüceym, el-Bahr, 1/370). Ancak imamın günah işlemekten sakınan, cemaat tarafından sevilen, güzel ahlaklı bir kimse olması tercih edilir. Bu vasıflara sahip birisi varken, fasık yani açıkça büyük günah işleyen veya küçük günahta ısrar eden kişinin imam olması Hanefî, Şâfiî ve Mâlikî mezheplerine göre mekruhtur (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/350; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/560; Haraşî, Şerhu Muhtasar, 2/23).
Kur’ân okuyamayan, okuyabilene namaz kıldırabilir mi?
Namazı geçerli olacak kadar Kur’ân okuyamayan, okuyabilene imamlık yapamaz. Çünkü imamın durumu, kendisine uyan kimselerin durumundan daha aşağı olmamalıdır (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/366; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/144).
Kekeme olan kimse başkalarına namaz kıldırabilir mi?
İmamın özürden uzak ve salim/düzgün bir kıraate sahip olması gereklidir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/557-558). Dilinde kekemelik olan kişi Kur’ân-ı Kerîm'i doğru olarak okuyabiliyorsa başkalarına imam olabilir. Ancak doğru ve düzgün bir şekilde okuyamıyorsa, kendisi gibi kekeme olanlara imamlık yapabilirse de kıraati düzgün olanlara imam olamaz (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/581-582; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/145).
Cuma namazının hükmü nedir?
Cuma namazı âkil, bâliğ, mukîm ve mazereti olmayan erkeklere farz-ı ayındır. Farz oluşu Kitap, Sünnet ve icma ile sabittir. Yüce Allah, “Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında, alışverişi bırakıp hemen Allah’ı anmaya koşun. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” (el-Cum'a, 62/9-10) buyurmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) de “Cuma namazına gitmek, ergenlik çağına ulaşmış her Müslüman erkeğe farzdır.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 124 [342]; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 3/245-246 [5577-5579]) buyurmuştur. Cuma namazı, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminden günümüze kadar kılınagelmiş ve bunun farz olduğu konusunda herhangi bir farklı görüş ortaya çıkmamıştır.
Cuma namazı kaç rek'attır?
Cuma namazının farzı iki rek'attır. Bunun yanında farzdan önce dört rek'at, farzdan sonra dört rek'at olmak üzere sekiz rek'at da sünneti vardır (Kâsânî, Bedâî’, 1/269-285). İmam Ebû Yûsuf’a göre ise farzdan sonra kılınacak sünnet bir selâmla dört ve bir selâmla iki rek'at olmak üzere toplam altı rek'attır. Bu görüşün Hz. Ali’den (r.a.) rivâyet edildiği nakledilmektedir (Kâsânî, Bedâî’, 1/285).
Zuhr-i âhir namazı nedir? Bu namazı kılmak gerekir mi?
Zuhr-i âhir, son öğle namazı demektir. Bazı İslâm bilginleri, bir yerleşim yerinde birden fazla mescitte cuma namazı kılındığında ilk kılınan cumanın dışındakilerin sahih olmama ihtimaline binaen, ihtiyaten o günkü öğle namazının kılınmasını önermişlerdir. Zuhr-i âhir adıyla kılınan bu namaz, cuma namazına dâhil değildir. Hz. Peygamber’den ve ilk dönemlerden gelen rivâyetler arasında bu isimle kılınmış bir namaz yoktur. Zuhr-i âhir, İslâm coğrafyasının genişlemesi ve şehirlerde nüfusun kalabalıklaşması sonucu, cuma namazının, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde olduğu gibi bir şehirde bir tek camide kılınmasının mümkün olmaması, birden fazla camide cuma namazının kılınması zorunluluğunun ortaya çıkması ile gündeme gelmiş bir namazdır. Gerekçesi de birden fazla camide kılınan cuma namazlarından ilk önce kılınanın geçerli olacağı, diğer camilerde kılınan namazın ise geçersiz olabileceği varsayımıdır. İşte bu şüpheli durumdan kurtulmak için içinde bulunulan cuma vakti kastedilerek ihtiyaten, zuhr-i âhir yani “vaktine ulaşılıp da eda edilemeyen son öğle namazı” niyeti ile dört rek'atlık bir namaz kılınması bazı âlimlerce uygun görülmüştür (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/145-147; Karâfî, ez-Zehîra, 2/354-355; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/248; Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, 1/544-545). Cuma namazının tek camide kılınması, cumanın anlamına uygun olmakla birlikte, kalabalık şehirlerde bunun yerine getirilmesi mümkün olmamaktadır. Zaten Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan görüşe göre, herhangi bir kayıt olmaksızın bir şehirde birden çok camide cuma namazı kılınabilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/145-146). İmam Şâfiî de Bağdat’a gittiğinde cuma namazının birden fazla yerde kılındığını görmüş ve buna karşı çıkmamıştır (Nevevî, el-Mecmû’, 4/585; Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, 1/544). Böyle olunca, her bir camide kılınan cuma namazının ayrı ayrı geçerli olması, bu yönden aralarında bir fark gözetilmemesi esas olup cuma namazı kılanların ayrıca zuhr-i âhir (son öğle namazı) kılmaları gerekmez.
Cuma namazının sahih olması için şehirde kılınması şart mıdır?
İslâm bilginleri cuma kılınacak yerin şehir veya şehir hükmünde bir yerleşim birimi olmasını şart koşmuşlardır. Bu hüküm Hz. Peygamber’in (s.a.s.), şehir veya şehir hükmündeki bir yerin dışında Cuma namazının kılınmayacağına dair hadisine dayanmaktadır (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 3/179). Kaynaklarda geçen bu şehir şartının günümüzde, büyük veya küçük yerleşim birimi olarak anlaşılması gerekir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), ilk cuma namazını, Mekke’den Medine’ye hicreti esnasında Salim b. Avf oğullarının ikamet ettiği Rânûnâ adı verilen bir vadide kıldırmıştır (İbn Hişâm, es-Sîre, 1/494). Ayrıca Hz. Peygamber “Bir yerleşim biriminde, sadece dört kişi bulunsa bile, cuma namazı kılmak farzdır.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 3/255) buyurmuştur. Buna göre, farzı eda edecek sayıda cemaatin bulunduğu köy, belde, şehir gibi büyük veya küçük tüm yerleşim birimlerinde kılınan cuma namazı sahihtir. Şu kadar var ki, nerede kılınırsa kılınsın dinen yetkili mercilerden izin alınması gerekir.
Cuma namazı en az kaç kişiyle kılınabilir?
Cuma namazının sahih olması için cemaatin şart olduğu konusunda bütün bilginler ittifak etmekle birlikte, gerekli görülen asgari sayının kaç olduğu hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir. Cuma namazının kılınabilmesi için İmam Ebu Hanife’ye göre imamın dışında en az üç; İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise imamın dışında en az iki kişi bulunması gerekir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/60). Her ne kadar İmam Şâfiî kavli cedîdinde cuma namazının sahih olması için kırk kişinin bulunması şart koşulmuşsa da kavli kadiminde imam dâhil üç kişinin bulunması yeterli görülmüştür. Hanbelî mezhebine göre ise en az kırk kişi bulunmalıdır (Nevevi, el-Mecmu’, 4/502; Zekeriya el-Ensârî, el-Gurer, 2/8; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/242). Mâlikî mezhebine göre ise on iki kişinin bulunması şarttır (Haraşi, Şerhu Muhtasar, 2/76-77). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Medine’ye hicretinden önce Nakîu’l-Hadamat’ta kılınan cuma namazında kırk kişi hazır bulunmuştu (İbn Mâce, İkâmetu’s-Salavât, 78 [1082]). Ancak daha az kişi ile cuma namazı kılındığı da bilinmektedir. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) emri ile Mus’ab b. Umeyr Medine’de 12 kişiye cuma namazını kıldırmıştır (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 3/255 [5617]). Resûlullah (s.a.s.) , cuma namazını kıldırırken, ticaret kervanının geldiğini haber alan cemaatten on iki kişi dışında hepsinin dışarı çıktığı rivâyeti de sahih hadis kaynaklarında yer almaktadır (Buhârî, Cum'a, 38 [936]). Öte yandan Hz. Peygamber bir yerleşim biriminde sadece dört kişi bulunsa bile, cuma namazının farz olduğunu bildirmiştir (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 3/255 [5617]). Görüldüğü üzere Hz. Peygamber’den (s.a.s.) gelen rivâyetler, biri imam olmak üzere en az dört kişinin bulunduğu yerde cuma namazının kılınabileceğini göstermektedir. Bu da cuma namazının kılınabilmesi için gerekli kişi sayısının alt sınırını belirler.
Cuma namazında iç ezanı okumanın hükmü nedir?
Cuma günü öğle vaktini bildiren ezân, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde cami içinde hatip minbere çıktıktan sonra okunan iç ezândı. Bu sebeple cuma günü hutbeden önce okunan iç ezânın, hatibin huzurunda olması hutbenin sünnetlerindendir. Hz. Osman (r.a.) döneminde şehrin genişlemesi ve iç ezânın her tarafta duyulmaması üzerine, namaz vaktinin girdiğinin bildirilmesi maksadı ile dışarıda ezân okutulmaya başlandı. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uygulaması olan iç ezânın da okunmasına devam edildi (Kâsânî, Bedâî’, 1/152).
Büluğa ermeyen çocukların hutbe okuması caiz midir?
Baliğ (ergen) olmayan ancak âkil olan çocuk, yetkili merciin izniyle hutbe okuyabilir, fakat namazı yetişkin bir kimsenin kıldırması gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/162; Şeyhîzâde, Mecme’u’l-enhur, 1/172).
Hutbede Hz. Peygamber'in adı geçtiğinde salavat getirilebilir mi; yapılan duaya âmin denilebilir mi?
Cuma namazında hutbe okunurken cemaatin konuşmayıp dinlemesi, selâm alıp vermemesi ve başka bir işle meşgul olmaması gerekir. Konu ile ilgili olarak Resûl-i Ekrem (s.a.s.); “Cuma günü imam hutbe okurken arkadaşına (yalnızca) ‘dinle’ desen (bile yine) boş, lüzumsuz konuşmuş olursun.” (Buhârî, Cum‘a, 36 [934]; Müslim, Cum‘a, 11-12 [851]) buyurarak hutbenin dinlenmesi hususundaki hassasiyeti dile getirmiştir. Hutbe okunurken camiye gelen kimse, ilk sünneti kılmayıp oturmalı ve hutbeyi dinlemelidir (Kâsânî, Bedâî’, 1/263-264; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/158; Alâüddîn, el-Hediyyetü’l-‘Alâiyye, 96). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uygulamasını göz önüne alan İslâm bilginleri hatibin, ikinci hutbede müminler için af ve mağfiret dilemesi, onların afiyet ve esenlik içinde olmaları için Allah’a (c.c.) dua etmesinin mendup olduğunu söylemişlerdir. Hatibin minbere çıkışından namaz bitinceye kadar geçen süreyi bir bütün olarak değerlendiren Hanefî âlimleri, namazda yasak olan her şeyin hutbede de yasak olduğu kuralını esas almışlardır. Bu itibarla hatibin dikkatle dinlenmesi, cemaatin konuşmayıp susması, selâm alıp vermemesi, nâfile namaz kılmaması gerektiğini, ancak hutbede dua edilirse sessizce ‘âmin’ demenin veya Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ismi zikredilirse sessizce salât-ü selâm okumanın caiz olduğunu söylemişlerdir (Kâsânî, Bedâî’, 1/264; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/159). Fakat sesli bir şekilde ‘âmin’ demek doğru değildir (Alâüddîn, el-Hediyyetü’l-‘Alâiyye, 97). Sonuç olarak hutbe esnasında cemaat, hatibi dinler, konuşmaz ve başka işlerle uğraşmaz. Ancak Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ismi anıldığında sessizce salavat okuyabilir ve hatibin duasına yine sessizce ‘âmin’ diyebilir (bk. Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, 1/264; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/158-159).
Hutbede Türkçe dua edilebilir mi?
Duanın belli bir dilde yapılması şart değildir. Çünkü dua kulun Yüce Allah’a yönelmesi, O’na yalvarması ve O’ndan istemesidir. Dolayısıyla kişinin ne istediğini bilecek şekilde kendi diliyle dua etmesinde hiçbir sakınca yoktur. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan veya Hz. Peygamber’den (s.a.s.) gelen duaların mümkün olduğunca kendi aslî şekilleriyle yapılması daha uygundur. Bu itibarla hutbe dualarının da aslî biçimleriyle yapılmasına gayret edilmelidir. Bununla birlikte ikinci hutbenin sonunda, cemaatin anlayabileceği bir dilde dua yapılmasının önünde de bir engel bulunmamaktadır.
Cuma hutbesinde yapılan duaya 'amin' demek caiz midir?
İslâm âlimleri, gerek cuma hakkındaki hadisleri, gerekse Resûlullah’ın (s.a.s.) uygulamasını göz önüne alarak hutbenin esasını teşkil eden rükünler ile sahih bir hutbede uyulması gereken şartları ve hutbenin adabını tespit etmişlerdir (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâî, 1/263). Hatip hutbe îrad ederken cemaatin konuşmasının doğru olmadığını ifade eden hadisler vardır (Buhârî, Cum'a, 36 [934]; Müslim, Cum'a, 11 [851]; Muvatta', Cum'a, 6; Ebû Dâvûd. Salât, 234 [1112]; Tirmizî, Cum'a, 368 [512]; Nesâî, Cum'a, 22 [1401]). Hanefî ve Şâfiîler bu hadislere dayanarak hutbe esnasında konuşmayı mekruh; Hanbelî ve Mâlikîler haram kabul etmişlerdir (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâî, 1/263; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/553). Diğer taraftan yine Resûlullah’ın (s.a.s.) uygulamasını göz önüne alan İslâm âlimleri hutbede müminlere dua etmenin mendup veya rükün olduğunu söylemişlerdir (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâî, 1/263). Buna göre, hutbenin dinlenmesi, bu esnada başka işlerle uğraşılmaması ve konuşulmaması gerekir. Ancak Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ismi anıldığında sessizce salavat okunması, hatibin duasına ‘âmin’ denmesi, konuşma olarak değerlendirilmediğinden, bunların yapılmasında bir sakınca yoktur (bk. Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, 1/264; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/158-159).
Farz namazlarla birlikte kılınan sünnet namazların dayanağı nedir?
Hz. Peygamber (s.a.s.), farz namazların öncesinde ve sonrasında sünnet namazları kılmış ve ümmetine de tavsiye etmiştir. Bundan dolayı vakit namazlarıyla birlikte eda edilen düzenli (revâtib) sünnetler imkânlar ölçüsünde kılınmalıdır. Hz. Muhammed (s.a.s.) bir hadislerinde, “Her kim öğle namazından önce dört rek’at, sonra iki rek’at, akşamdan sonra iki rek’at, yatsıdan sonra iki rek’at, sabahtan önce de iki rek’at olmak üzere 12 rek'at sünnet/nâfile namaz kılmaya devam ederse, Allah da o kimseye cennette bir köşk inşa eder.” (Tirmizî, Salât, 189 [414]; bkz. Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 101 [728]) buyurmuştur. İkindi namazı ile ilgili olarak da “İkindiden önce dört rek'at namaz kılana Allah merhamet etsin.” (Ebû Dâvûd, Tatavvu‘, 8 [1271]; Tirmizî, Salât, 201 [430]) demiştir.
Vakit namazlarının farzlarıyla birlikte kılınan sünnetleri terk etmenin sakıncası var mıdır?
Farz namazların öncesinde ve sonrasında kılınan revâtib sünnetler, müekked ve gayrimüekked sünnetler olmak üzere iki kısımdır. Müekked sünnet, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sürekli kıldığı fakat bağlayıcı olmadığını göstermek amacıyla bazen terk ettiği; gayrimüekked sünnet ise bazen kıldığı, bazen de terk ettiği sünnet demektir. Gayrimüekked sünnetlere müstehap da denilmektedir. Müekked sünnetleri mazeret olmadan terk etmek doğru değildir. Mazeretsiz terk edilmeleri, ‘isâet’ yani yanlış ve kusurlu bir davranış olur; ancak azap gerektirmez. Gayri müekked sünnetler ise mazeret olmadan da bazen terk edilebilirler (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/103-104, 474, 478).
Nafile namazları camide mi yoksa evde mi kılmak daha faziletlidir?
Hz. Peygamber (s.a.s.), farz namazların cemaatle kılınmasını tavsiye etmiş ve “Cemaatle kılınan namaz, yalnız kılınan namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir.” (Buhârî, Ezân, 30 [645]; Müslim, Mesâcid, 249-250 [650]) buyurmuştur. Diğer bir hadislerinde ise “Eğer insanlar yatsı ve sabah namazlarını cemaatle kılmanın sevabını bilselerdi emekleyerek de olsa cemaate katılırlardı.” (Buhârî, Ezân, 32 [654]; Müslim, Salât, 129 [437]) buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.), gerek beş vakit farz namazların öncesinde ve sonrasında, gerekse farz namazlardan ayrı olarak sünnet ve nâfile namaz kılar; sünnet ve nâfile namazların evde kılınmasının daha uygun olacağını belirtirdi. Bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Ey İnsanlar! Evinizde namaz kılınız. Zira farz namaz dışındaki namazların en makbulü, insanın evinde kıldığı namazdır.” (Buhârî, Ezân, 81 [731]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 213 [781]). Başka bir hadislerinde ise Hz. Peygamber (s.a.s.), “Biriniz farz namazını mescidde kıldığı zaman, o namazından evine de bir pay ayırsın. Zira Allah Teâlâ, bu nâfile namaz sebebiyle evinde hayır yaratır.” (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 210 [778]) buyurmuş; hatta “Namazın bir kısmını (yani nâfileleri) evlerinizde kılınız, evlerinizi kabirlere çevirmeyiniz.” (Buhârî, Salât, 52 [432]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 208 [777]) uyarısında bulunmuştur. Buna göre, farz namazların sünnetleri dâhil tüm nâfile namazların camide kılınması mümkün olmakla birlikte, evlerde kılınması daha faziletlidir.
Sağlık ve güvenlik gibi alanlarda çalışan bir kimse namazların sadece farzını kılıp, sünnetleri terk edebilir mi?
Vakit namazlarının öncesinde ve sonrasında kılınan sünnet namazlar, farz namazlara hazırlayıcı ve bu namazlarda oluşabilecek eksiklikleri tamamlayıcı ibadetler olarak değerlendirilmiş, ayrıca Hz. Peygamber’e (s.a.s.) bağlı olmanın bir göstergesi kabul edilmiştir. Bu itibarla bu namazların mümkün oldukça kılınması tavsiye edilmiştir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) bazı hadis-i şeriflerinde kulun mahşer gününde hesaba çekilirken eksik farz namazlarının, nâfile namazlarla tamamlanacağını beyan etmişlerdir. Ebû Hureyre’nin (r.a.) Resûlullah’tan (s.a.s.) naklettiği bir hadiste şöyle buyrulur: “Kıyamet gününde Müslüman kulun ilk hesaba çekileceği şey farz namazdır. Eğer bu namazları tam olarak yerine getirmişse ne güzel. Aksi hâlde şöyle denir: Bakın bakalım, bunun nâfile namazı var mıdır? Eğer nâfile namazları varsa, farzların eksiği bu nâfilelerle tamamlanır. Sonra diğer farzlar için de aynı şeyler yapılır.” (İbn Mâce, İkâmetü's-salavât, 202 [1425]; bk. Ebû Dâvûd, Salât, 148 [864]). Şu hâlde farz namazlar ile birlikte kılınan düzenli nâfileler (revâtib sünnetler) de kılınmalıdır. Önemli mazeretleri olanlar ise alışkanlık hâline getirmemek kaydıyla gerektiğinde bu sünnetleri terk edebilirler.
Cemaate yetişmek için sabah namazının sünneti terk edilebilir mi?
Sünnetler içerisinde en kuvvetlisi, sabah namazının farzından önce kılınan iki rek'atlık namazdır. Çünkü Hz. Peygamber’den (s.a.s.) bu namazın çok daha faziletli olduğuna dair, diğer nâfile namazlar hususunda söylenmeyen sözler varid olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Sabah namazının iki rek'atı, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.” (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 96 [725]) buyurmuştur. Herhangi bir farz namaz için ikâmete başlandığında veya imam namaza başladığında nâfile namaz kılmak mekruh olup, cemaate katılmak gerektiği hâlde, faziletinden dolayı sabah namazının farzından önce kılınan iki rek'atlık sünnet bundan istisna edilmiştir (Kâsânî, Bedâi’, 1/297). İmkân olduğunda bu faziletin kaçırılmaması gerekir. Bu itibarla bir kimse cemaatle kılınan sabah namazının farzının son rek'atına veya bazı görüşlere göre teşehhüdüne yetişebileceğini düşünüyorsa, sünneti kılmalıdır. Buna mukabil kişi, sünnetle meşgul olduğu takdirde farzın tamamını kaçıracağından endişe ederse sünneti terk ederek cemaate katılması gerekir (İbn Mâze, el-Muhît, 1/448-449; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/56).
Öğle ve yatsının son sünnetleri dört rek'at olarak kılınabilir mi?
Öğle ve yatsı namazlarının son sünneti, iki rek'at olarak kılınabileceği gibi dört rek'at olarak da kılınabilir. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) öğle namazının son sünnetini dört rek'at kılmayı tavsiye ettiğine dair rivâyetler bulunduğu gibi (Ebû Dâvûd, Tatavvu‘, 7 [1269]; Tirmizî, Salât, 200 [426-428]), iki rek'at kıldığı ve tavsiye ettiğine dair rivâyetler de mevcuttur (Buhârî, Teheccüd, 29, 34 [1172, 1180]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 104 [729]). Ancak iki rek'at kılındığına yönelik rivâyetler daha kuvvetli ve meşhur olduğundan tercih edilmiş ve genel olarak uygulama bu yönde yerleşmiştir.
İkindi namazının sünneti ile yatsı namazının ilk sünnetinin birinci oturuşlarında niçin “salli” ve “barik” ve üçüncü rek'atın başında “sübhâneke” duaları okunur?
Hanefîlerde öğle ile cuma namazlarının ilk sünnetleri hariç genel olarak nâfile namazların her iki rek'atı müstakil bir namaz sayıldığı için ilk oturuşlar da son oturuş konumunda olur. Bunun için ikindi ile yatsı namazlarının farzlarının öncesinde kılınan nâfile namazların ilk oturuşlarında “Salli” ve “Bârik” duaları okunur. Aynı gerekçe ile ilk oturuştan kalktıktan sonra başlanacak rek'atta da “Sübhâneke” okunur (Bilmen, İlmihal, 141-142).
Revâtib sünnetler dışındaki nâfile namazlarda kaç rek'atta selâm vermek daha faziletlidir?
Gece kılınan nâfile namazlarda iki rek'atta bir, gündüz kılınanlarda ise dört rek'atta bir selâm vermek Hanefîler'e göre daha faziletlidir. Gündüz kılınan namazlarda bir selâmla dört rek'attan, gece namazlarında ise tek selâmla sekiz rek'attan fazla nâfile kılmak mekruhtur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/67-68; Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/394). Şâfiîlere göre hem gündüz hem de gece kılınan nâfile namazlarda iki rek'atta bir selâm verilir (Mâverdî, el-Hâvî, 2/289; Merğinânî, el-Hidâye, 1/67).
Hâcet namazı nasıl kılınır?
Bir Müslüman, ihtiyacı olan bir şeyi elde etmek için Allah’ın kendisine öğrettiği sebepleri ve kanunları elinden geldiği kadar yerine getirmeye çalışmalı ve sonucunu da Allah’tan beklemelidir. Bununla birlikte ahirete veya dünyaya ait bir dileğin gerçekleşmesi isteği ile Allah rızası için namaz kılması da uygundur. Kılınan bu namaza “Hâcet namazı” denir. Bu konuda Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kişi, ihtiyacı olan bir şeyi Allah’tan veya bir insandan isteyeceği zaman önce güzelce abdest alsın, sonra iki rek'at namaz kılsın. Sonra Allah’ı anıp Resûlullah’a salavat getirsin ve şöyle desin: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ الحَلِيمُ الكَرِيمُ، سُبْحَانَ اللهِ رَبِّ العَرْشِ العَظِيمِ، الحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ العَالَمِينَ، أَسْأَلُكَ مُوجِبَاتِ رَحْمَتِكَ وَعَزَائِمَ مَغْفِرَتِكَ وَالغَنِيمَةَ مِنْ كُلِّ بِرٍّ وَالسَّلاَمَةَ مِنْ كُلِّ إِثْمٍ لاَ تَدَعْ لِي ذَنْبًا إِلاَّ غَفَرْتَهُ وَلاَ هَمًّا إِلاَّ فَرَّجْتَهُ وَلاَ حَاجَةً هِيَ لَكَ رِضًا إِلاَّ قَضَيْتَهَا يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ. “Hilim ve kerem sahibi Allah’tan başka ilah yoktur. Ulu arşın Rabbi Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Her türlü övgü âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Rahmetine vesile olacak amelleri, mağfiretini kazandıracak sebepleri, her çeşit iyiliği elde etmeyi ve her türlü günahtan kurtulmayı senden niyaz ediyorum. Affetmediğin hiçbir günahımı, kaldırmadığın hiçbir sıkıntımı bırakma! Rızana uygun olan her türlü dileğimi kabul buyur!” (Tirmizî, Vitir, 17 [479]; İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 189 [1384]). Hâcet namazı dört veya iki rek'at olarak kılınabilir. On iki rek'at kılınabileceği şeklinde de rivâyet vardır. Bu namazı dört rek'at kılacak olan kişi, birinci rek'atında Fâtiha sûresinden sonra üç defa Âyetü’l-kürsî, diğer üç rek'atında da birer Fâtiha ile birer İhlas, Felak ve Nâs sûrelerini okur. Sonra da yukarıda zikredilen duayı yapar (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/28).
Tahiyyetü’l-mescid namazının hükmü nedir? Kerâhet vakitlerinde kılınması caiz midir?
Tahiyyetü’l-mescid namazının, camiye girildiğinde kılınması sünnettir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), söz konusu namazla ilgili olarak; “Sizden biriniz mescide girdiğinde oturmadan iki rek‘at namaz kılsın.” (Buhârî, Salât, 60 [444]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 69 [714]) buyurmuştur. Tahiyyetü’l-mescid namazı Hanefîler'e göre iki veya dört, Mâlikîlere göre ise iki rek'at kılınır. Şâfiîlere göre aslolan iki rek'at olmakla birlikte Şâfiî ve Hanbelîler bu niyetle istendiği kadar namaz kılınabileceğini ifade etmişlerdir. Hanefîler, nâfile namaz kılmanın mekruh sayıldığı vakitlerde tahiyyetü’l-mescid namazının kılınamayacağı kanaatindedir. Şâfiîlere göre tahiyyetü’l-mescid mutlak değil sebebe bağlı nâfile namazlardan olduğu için bu vakitlerde de kılınabilir (Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, 1/311). Ezân okunduğu sırada mescide giren kimsenin bu namazı kılması Hanefîler'e göre mekruh iken Şâfiîlere göre mekruh değildir. Ancak müezzin kâmet getirirken veya cemaatle namaza başlandığında mescide giren kişinin tahiyyetü’l-mescid kılmasının mekruh olduğu hususunda fakihler görüş birliği içindedir. Hanefîler, cuma namazında hatip minberde iken mescide giren kimsenin oturup hutbeyi dinlemesi gerektiğini ve tahiyyetü’l-mescid kılmasının mekruh olduğunu söylemiştir. Şâfiîlere göre ise uzatmamak ve iki rek‘atı geçirmemek şartıyla kılınmalıdır. Mescide giren kişinin, meşguliyet veya kerâhet vaktinin girmesi gibi sebeplerle bu namazı kılamaması durumunda, “Sübhânallâhi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü va’llâhü ekber” demesi müstehaptır; bazı âlimler buna “ve lâ havle ve lâ kudrete illâ bi’llâhi’l-aliyyi’l-azîm” cümlesini de eklemiştir. Hanefîler, herhangi bir namazı kılmak veya farz namazı cemaatle kılmak suretiyle de mescidin hakkının verileceğini, dolayısıyla en az iki rek‘at farz veya nâfile namazı kılmak niyetiyle mescide giren kişinin kıldığı bu namazın, niyet etmese bile tahiyyetü’l-mescid yerine geçeceğini ve onun sevabını da kazanacağını belirtmişlerdir (Kâsânî, Bedâi’, 2/166, 191; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/18). Mescid-i Harâm’ın tahiyyesi Kâbe’yi tavaf etmektir; tavaf niyetiyle oraya giren hemen tavafa başlamalı, tavaf niyeti olmaksızın giren ise tahiyyetü’l-mescid namazı kılmalıdır.
Teravih namazının hükmü ve mahiyeti nedir?
Terâvîh namazı Ramazan ayında, yatsı namazından sonra sabah namazı vaktine (fecrin doğuşuna) kadar kılınabilen nâfile namazın ismidir. Hadisi şeriflerde ramazan gecelerinin ihyası olarak nitelendirilen bu namaza dört rek‘atta bir dinlenme amacıyla biraz araverildiğinden "terâvîh" denmiştir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ashabıyla beraber cemaat hâlinde bu namazı kılmış, onların iştiyakını görünce farz olur endişesiyle cemaatle kılmayı terk ederek yalnız kılmaya devam etmiştir (Buhârî, Salâtü’t-terâvîh, 1 [2012]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 177-178 [761]). Yine Hz. Peygamber, “Kim inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek Ramazan namazını (teravih) kılarsa, onun geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Salâtü’t-terâvîh, 1 [2009]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 173-175 [759-760]) buyurarak teravih namazına teşvik etmiştir. Bu bakımdan teravih namazı, erkek ve kadınlar için sünnet-i müekkededir. Teravih namazını dört rek'atta bir selâm vererek kılmak caiz ise de iki rek'atta bir selâm vererek kılmak daha faziletlidir. Bu namazın her dört rek'atının sonunda bir miktar oturup dinlenmek müstehaptır. Bu dinlenmelerde tehlîl (lâ ilâhe illallah) ve salavât ile meşgul olunması uygundur.
Teravih namazının vakti ne zamandır? Yatsı namazını kılmadan önce teravih kılınsa geçerli olur mu?
Teravih ve vitir namazının vakti, yatsı namazının vaktidir. Ancak hem teravih hem de vitir namazı, yatsı namazının farzından sonra kılınır. Bu itibarla yatsı namazının farzından önce kılınan teravih ve vitir namazlarının iade edilmesi gerekir. Eğer vakit çıkmış ise; teravihin kazası gerekmez, vitrin kazası gerekir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/426, 469; Kâsânî, Bedâi‘, 1/290).
Teravih namazı kaç rek'attır?
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kıldığı teravih namazlarının kaç rek'at olduğu konusunda, üzerinde ittifak edilen bir rivâyet bulunmamaktadır. Her ne kadar onun vitir dâhil yirmi üç rek'at teravih kıldığı yönünde bazı rivâyetler varsa da (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/164 [7692]; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 2/698 [4286]) bunlar fukaha tarafından farklı değerlendirilmiştir. Dolayısıyla bu konuda Hz. Âişe’nin, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Ramazan ayındaki gece namazlarıyla ilgili hadisinden ve Hz. Ömer’in teravihin cemaatle kılınmasını başlatmasıyla ilgili haberlerden hareketle bir sonuca ulaşılmaya çalışılmıştır. Resûlullah’ın (s.a.s.) Ramazan’daki gece namazları sorulduğunda, Hz. Âişe, “Resûlullah, Ramazan ve Ramazan dışındaki gecelerde on bir rek'attan fazla (nâfile namaz) kılmamıştır.” (Buhârî, Teheccüd, 16 [1147]; Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 125 [738]) karşılığını vermiştir. Başka bir rivâyette bu sayı on üç olarak zikredilmektedir (Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 123-124). Öncelikle bu hadisin teravih namazı hakkında olduğu konusunda bir açıklık bulunmamaktadır. Diğer taraftan Hz. Âişe’nin, Allah’ın elçisinin Ramazan ayında ve Ramazan dışındaki gecelerde on bir veya on üç rek'at namaz kıldığını belirtmesi, onun teravih dışında devamlı olarak kıldığı bir gece namazının bulunduğunu göstermektedir. Zaten Kur’ân-ı Kerîm’de de; “Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nâfile olmak üzere namaz kıl. Umulur ki Rabbin, seni övgüye değer bir makama gönderir.” (el-İsrâ, 17/79) buyrulmaktadır. Yukarıda zikredilenlerden, söz konusu sorunun, Ramazan ayında Hz. Peygamber’in diğer ibadetlerinde olduğu gibi gece namazlarında da bir artış olup olmadığını öğrenmek amacıyla sorulduğu ve teravih namazıyla bir ilişkisinin olmadığı anlaşılmaktadır. Hz. Âişe’den rivâyet edilen, “Resûlullah (s.a.s.) Ramazan’ın son on günü girdiğinde gecelerini (ibadet ve zikirle) ihya eder, ailesini uyandırır, ibadete daha da yoğunlaşırdı.” (Müslim, İ‘tikâf, 7-8 [1174-1175]; bk. Buhârî, Fazlu leyleti’l-kadr, 5 [2024]) hadisi bu görüşü desteklemektedir. Diğer yandan, bu hadisin teravihin meşru kılınmasından önce mi yoksa sonra mı olduğu da belli değildir. Hz. Ömer zamanındaki cemaatle kılınan teravih namazlarının rek'atları konusunda yirmi ve on bir rek'at şeklinde iki rivâyet vardır (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/162-163 [7671-7683-7684]). Kaynaklarımızda Hz. Ömer’in dönemiyle ilgili farklı rivâyetler olmakla birlikte daha sonra teravihin yirmi rek'at olarak yerleştiği ve günümüze kadar da cemaatle kılınarak böyle devam ettiği ifade edilmiştir (bk. İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/450; ‘Aynî, ‘Umde, 11/126-127; Mâverdî, el-Hâvî, 2/290-291; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, 3/53). Teravih namazı, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinden başlayarak günümüze kadar cemaatle yirmi rek'at olarak kılınmıştır. Sahabeden kimse buna itiraz etmemiş ve âlimler tarafından da bu şekilde kabul edilmiştir. Günümüzde, başta ülkemiz olmak üzere pek çok İslâm ülkesinde teravih namazı cemaatle 20 rek'at olarak kılınmaktadır. Şunu ifade etmek gerekir ki teravih namazı nâfile bir ibadet olduğundan, farz gibi telakki edilmesi doğru değildir. Bu nedenle, yorgunluk, meşguliyet ve benzeri sebeplerle, teravih namazının evde 8, 10, 12, 14, 16 veya 18 rek'at kılınması hâlinde sünnet yerine getirilmiş olur. Ancak cemaate iştirak etmeye çalışmak daha iyidir.
Teravih namazı tek niyetle kılınabilir mi?
Teravih namazına başlarken niyet ettikten sonra her selâm verişte yeniden niyet etmenin şart olup olmadığı konusunda Hanefî âlimleri farklı görüşlere sahiptir. Tercih edilen görüşe göre teravih namazı bir bütün olduğundan her iki veya dört rek'atta selâm verdikten sonra yeniden niyet etme zorunluluğu bulunmamaktadır (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/74-75; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/117).
Teravih namazını cemaatle kılmanın hükmü nedir?
Nâfile namazların tek başına kılınması daha faziletli olduğu hâlde, teravih namazının cemaatle kılınması Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uygulamasıyla sabittir. Nitekim Hz. Peygamber teravih namazını birkaç defa cemaate kıldırmış, ancak daha sonra farz olur düşüncesiyle cemaate kıldırmaktan vazgeçmiştir (Buhârî, Salâtü’t-terâvîh, 1 [2012]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 177-178 [761]). Hz. Ömer (r.a.) halife olunca, halkın dağınık bir şekilde teravih namazı kıldıklarını görüp, tekrar cemaatle kılınmasının daha uygun olacağını düşünmüş ve sahabeyle istişare ederek bu namazın yeniden cemaatle kılınması uygulamasını başlatmıştır. Halkın vecd içinde bu namazı kıldıklarını görünce, “Ne güzel bir âdet oldu” diyerek memnuniyetini belirtmiştir (Buhârî, Salâtü’t-terâvîh, 1 [2010]). Hz. Ali (r.a.), bu uygulama sebebiyle “Ömer mescitlerimizi teravihin feyziyle nurlandırdığı gibi Allah da Ömer’in kabrini öyle nurlandırsın.” (İbn Asâkir, Târîhu medîneti Dımaşk, 44/280 [9808]) diye dua etmiştir.
Kadınlar teravih namazını camide kılabilirler mi?
Hz. Peygamber (s.a.s.), kadınların mescide gelebileceklerini, ancak evdeki ibadetlerinin daha üstün olduğunu çeşitli vesilelerle dile getirmiş ve şöyle buyurmuştur: “Hanımlarınızın mescidlere gitmesine engel olmayın. Fakat evleri onlar için daha hayırlıdır.” (Ebû Dâvûd, Salât, 53 [567]; bk. Buhârî, Cum‘a, 13 [900]; Müslim, Salât, 136 [442]). Hz. Peygamber’in, kadınların mescide gitmelerine izin verdiği, hatta Ramazan ve Kurban bayramları gibi toplumun beraberce kutladığı sevinçli günlerde onların da bayram sevincini yaşamaları için bayram namazına gelmelerini teşvik ettiği bilinmektedir (Buhârî, ʽÎdeyn, 15, 19, 21 [974, 979, 981]; el-Hac, 81 [1652]; Müslim, Salâtü’l-ʽîdeyn, 1-3, 10-12 [884-885, 890]). Allah Resûlü (s.a.s.) camiye gelecek kadınlara birtakım tavsiyelerde bulunmuş; dikkat çekecek şekilde giyinmelerini ve koku sürünmelerini yasaklamıştır (bk. Müslim, Libâs, 125 [2128]; Salât, 141-142 [443]). Kadınların namazlarını evlerinde kılmaları daha faziletli ise de farz namazları ve teravih namazını gerekli hassasiyeti göstermeleri kaydıyla camide cemaatle kılmalarında da bir sakınca yoktur (Zeylaî, Tebyîn, 1/140; İbn Nüceym, el-Bahr, 2/71).
Abdest ve teyemmüme güç yetiremeyen kişi nasıl namaz kılar?
İnsanlar ancak yapabileceklerinden sorumludurlar. Zira dinimiz, kişiye güç yetiremeyeceği yükü yüklemez. Dolayısıyla kişi gücü neye yetiyorsa onu yapmakla mükelleftir (el-Hac, 22/78; el-Feth, 48/17). Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar” (el-Bakara, 2/286) buyurmuştur. Bu ilke, ibadetlerin kişiye gerekliliği konusunda olduğu gibi ibadetlerin yerine getirilmesi hususunda da geçerlidir. Mesela, aklı olmayana namaz farz değildir. Buna göre, abdest almaya gücü yetmeyen ve kendisine yardım edecek kimsesi de olmayan kişi, teyemmüm ederek namazlarını kılar. Kolları ve ayakları sağlam olduğu hâlde, temiz su ve temiz toprak kullanmaktan aciz olan veya ağır hasta olan kişi, kendi başına abdest alıp teyemmüm edemediği gibi bu konuda kendisine yardım edecek birini bulamıyorsa abdestli olmasa bile, yapabiliyorsa vakte hürmeten namaz kılanların hareketlerini yapar, iyileştiğinde yine namazlarını kaza eder (Haskefî, ed-Dürrü’l-muhtâr, 2/102). Şâfiî mezhebinde sahih kabul edilen görüş bu şekildedir (Nevevî, el-Mecmû‘, 11/323). Hanbelîlere göre ise bu hâldeyken namaz kılınabileceğinden daha sonra kaza edilmesi de gerekmez (İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/184). Kolları ve ayakları olmadığı için abdest almaya gücü yetmeyen ve kendisine yardım edecek kimsesi bulunmayan kişi, teyemmüm de yapamayacak durumda ise bu kişiye abdest ve teyemmüm yükümlülüğü yoktur. Kendisini abdestli gibi kabul ederek, kılabildiği şekilde namazlarını kılar. Bu namazları daha sonra kaza etmesi söz konusu değildir (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/125; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/102).
Dizlerinde rahatsızlığı olanların sandalyede namaz kılması caiz midir?
Dinimizde sorumluluklar kulun gücüne göre belirlenmiş (el-Bakara, 2/286), gücü aşan durumlar için kolaylaştırma ilkesi getirilmiştir (el-Bakara, 2/185). Namazın rükünlerinden herhangi birini yerine getirmeye engel olan rahatsızlıklar da kolaylaştırma sebebi sayılmıştır (Buhârî, Taksîru’s-salât, 19 [1117]; bk. Ebû Dâvûd, Salât, 176 [948]). Buna göre; namazı normal şekli ile ayakta kılmaya gücü yetmeyen kimse için asıl olan, namazını oturarak kılmaktır. Böyle bir kişi namazını kendi durumuna göre diz çökerek veya bağdaş kurarak yahut ayaklarını yana ya da kıbleye doğru uzatarak kılar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), nasıl namaz kılacağını soran hasta bir sahabîye, “Namazı ayakta kıl, güç yetiremezsen oturarak kıl, buna da güç yetiremezsen yan üzere yaslanarak kıl." (Buhârî, Taksîru’s-salât, 19 [1117]) buyurmuştur. Buna göre ayakta durabilen ve yere oturabildiği hâlde secde edemeyen kimse namaza ayakta başlar, rükûdan sonra yere oturarak secdeleri îmâ ile yapar. Ayakta durabildiği hâlde oturduktan sonra ayağa kalkamayan kişi namaza ayakta başlar, secdeden sonra namazını oturarak tamamlar. Başı ile îmâ etmeye gücü yetmeyen kimse Hanefîler'e göre namazını kazaya bırakır; gözleri, kaşları veya kalbiyle îmâ ederek namaz kılamaz (Merğinânî, el-Hidâye, 1/77; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/77). Ayakta durmaya ve rükû yapmaya gücü yettiği hâlde yere oturamayan kimse namaza ayakta başlar, rükûdan sonra secdeyi tabure ve benzeri bir şey üzerine oturarak îmâ ile eda eder. Ayakta durmaya gücü yetmeyen, ayaklarını yana veya kıbleye uzatarak da olsa yere oturamayan kimse namazı tabure, sandalye ve benzeri bir şey üzerine oturarak kılar, rükû ve secdeleri îmâ ile yerine getirir. Unutulmamalıdır ki, kişi Rabbine ibadet ederken hem özde samimi olmalı hem de dinin belirlediği şekil şartlarını tam olarak yerine getirmeye özen göstermelidir. Bu sebeple namazını tabure, sandalye ve benzeri şeyler üzerinde kılan müminin ileri sürdüğü mazeretler, kendisini vicdanen rahatlatacak boyutta olmalıdır. Namazı asli şekline uygun olarak kılmaya engel olmayacak derecedeki rahatsızlıklar meşru mazeret olarak görülmemelidir. Öte yandan üzerinde namaz kılmak amacı ile camilerde sıralar hâlinde sabit oturakların yapılmasının, cami doku ve kültürüyle bağdaşmayacağı da bilinmelidir.
Hamile bir kadın namaz kılarken zorlanmakta ise namazlarını oturarak veya îmâ ile kılabilir mi?
Hamile kadın, namazda rükû ve secde yapması kendisine veya karnındaki bebeğe zarar verecekse aşağıda anlatılanlardan kendisine uygun gelen şekilde namazını kılar. Hastalığından dolayı namazda rükû ve secde yapamayan kişi oturduğu yerden kolayına geldiği şekilde; mesela bağdaş kurarak veya ayaklarını yana veya öne doğru uzatarak oturup namazını kılar. Ayaklarını yana veya kıbleye uzatarak da olsa yere oturamayan kişi, ayakta veya tabure, sandalye, sedir vb. yerlere oturarak namazını îmâ ile kılabilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), basur hastalığı olan birinin namazı nasıl kılacağının sorulması üzerine; “Namazı ayakta kıl, güç yetiremezsen oturarak kıl, buna da güç yetiremezsen yan üzere yaslanarak kıl.” (Buhârî, Taksîru’s-salât, 19 [1117]) buyurdu. Bu durumda olan bir kimse usûlüne göre, namazını îmâ ile kılar. Îmâ ile namaz kılan kişi başını rükûda biraz, secdede ise rükûdan biraz daha fazla eğer. Bununla birlikte, vücudun baş ile birlikte eğilmesiyle de îmâ yapılmış olur. Bir kişi ayakta durmaya gücü yettiği hâlde, rükû ve secdeye gücü yetmiyorsa, ayakta veya oturarak îmâ edebilir; ancak oturarak îmâ etmesi daha uygundur. Başı ile îmâ etmeye gücü yetmeyen kimse Hanefîler'e göre namazını kazaya bırakır; gözleri, kaşları veya kalbiyle îmâ ederek namaz kılamaz (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/77).
Bitkisel hayatta olan insandan namaz ve oruç ibadetleri düşer mi?
Bilinci bir günden fazla yerinde olmayan kişinin bu süre zarfındaki namazların yükümlülüğü düşer. Bu itibarla bitkisel hayata giren ve bir daha iyileşemeyen kimse, bu dönemde kılamadığı namazlardan sorumlu olmaz. Bilincini bir günden daha az süreyle kaybedenlerin, ayıldıkları zaman namazlarını kaza etmeleri gerekir (Semerkândî, Tuhfe, 1/192). Oruç sorumluluğunun düşmesi için ise bilinç kaybının bir ay devam etmesi gerekir. Bir aydan daha az olan bilinç kaybında, tutulamayan oruçların kaza edilmesi gerekir (Semerkândî, Tuhfe, 1/350). Ancak bitkisel hayattayken henüz bir ay dolmadan vefat eden kişinin tutamadığı oruçlar için kaza sorumluluğu yoktur. Dolayısıyla onlar için fidye vermek gerekmez.
Îmâ ile namaz nasıl kılınır? Gözle îmâ ederek namaz kılınabilir mi?
Dinimizde sorumluluklar kulun gücüne göre belirlenmiş, gücü aşan durumlar için kolaylaştırma esası getirilmiştir. Hastalık da bu kolaylaştırma sebepleri arasında yer almaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Namazı ayakta kıl, güç yetiremezsen oturarak kıl, buna da güç yetiremezsen yan üzere yaslanarak kıl.” (Buhârî, Taksîru’s-salât, 19 [1117]) buyurmuşlardır. Rükû veya secde etmeye gücü yetmeyen kimse îmâ ile namaz kılar. Îmâ, rükû ve secde yerine baş ile işaret etmek demektir. Îmâ ile namaz kılan kişi rükû için başını biraz eğer, secde için ise rükûdan biraz daha fazla eğer. Secdede başını yere koyamayan kimsenin, bir şeyi başına kaldırarak ona secde etmesi caiz değildir. Bir kişi ayakta durmaya gücü yettiği hâlde rükû ve secdeye gücü yetmiyorsa ayakta veya oturarak îmâ edebilir; ancak oturarak îmâ etmesi daha uygundur (Merğinânî, el-Hidâye, 1/76-77). Rükû veya secde etmeye gücü yetmeyen kişi, rahatsızlığı sebebiyle ayaklarını yana veya kıbleye uzatarak da olsa yere oturamıyorsa, ayakta veya tabure, sandalye, sedir vb. yerlere oturarak namazını îmâ ile kılabilir. Oturmaya da gücü yetmeyen kişi, sırt üstü yatarak veya yana yaslanarak îmâ eder. Hanefîler'e göre îmâ, mutlaka baş ile yapılmalıdır. Başı ile îmâ etmeye gücü yetmeyen kimse namazını kazaya bırakır; gözleri, kaşları veya kalbiyle îmâ ederek namaz kılamaz (Merğinânî, el-Hidâye, 1/77; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/77). Hanefîlerden Züfer’e ve Şâfiî mezhebine göre ise başıyla îmâ etmeye gücü yetmeyen kimse gözüyle îmâ ederek namazlarını kılar. Gözle de îmâya gücü yetmezse kalbiyle namazlarını kılar. Yani kalben kendisini namazda hayal eder ve okuması gereken duaları okur. Daha sonra bu şekilde kıldığı namazları kaza etmesi gerekmez. Ancak daha sonra ayakta kılabilecek şekilde sağlığına kavuşursa kalp ve göz ile kıldığı namazları iade etmesi müstehap olur (Serahsî, el-Mebsût, 1/217; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/77; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 1/468-470). Şu kadar var ki göz veya kalp ile îmâya gücü yeten kimse, Allah ile irtibatını koparmamak için namaz kılmak isterse bu son görüşle amel edebilir.
Seferî sayılma bakımından bulunulan yerleri ifade eden vatan-ı aslî, vatan-ı ikamet ve vatan-ı süknâ ne demektir?
İslâm, namaz ve oruç gibi ibadetlerin eda edilmesinde yolcularla ilgili bazı özel hükümler getirmiştir. Buna göre dinen yolcu (seferî) sayılan kimselerin dört rek'atlı farz namazları iki rek'at kılmaları, Ramazan oruçlarını sonradan tutmak üzere erteleyebilmeleri bu özel hükümlerdendir. Dinen yolcu sayılabilmenin iki temel ölçütü vardır. Bunlardan biri mekân, diğeri ise mesafedir. Yolculuk açısından bir kimsenin bulunduğu yer, ya “vatan-ı aslî” ya “vatan-ı ikamet” ya da “vatan-ı süknâ”dır. Vatan-ı aslî: Aslî yerleşim yeri demektir. Bir insanın doğup yaşadığı yer veya çalışmak üzere yerleşip geçimini sağladığı, ev alıp çoluk çocuğu ile yerleştiği yerdir. Kişi burada yolcu olmaz. Vatan-ı ikamet: Yerleşmek maksadı ile olmaksızın on beş günden fazla kalmak üzere bulunduğu ve aslî vatanından en az doksan km uzaklıktaki yerdir. Kişi burada da yolculuk hükümleri uygulamaz. Vatan-ı süknâ: Bir kimsenin on beş günden az bir süre kalmak niyetiyle bulunduğu, aslî ya da ikamet vatanından en az doksan km uzaklıktaki yerdir (Haddâd, el-Cevhera, 1/87). Kişi kaldığı yerde bu durumda ise yolcu sayılır. Bu hükümler Hanefî mezhebine göredir. Şâfiî mezhebine göre ise seferî sayılabilmek için yaklaşık 90 km bir mesafeye gitme niyeti ile yola çıkılmış olmalı ve gidilen yerde, giriş ve çıkış günleri hariç dört günden az kalınmalıdır. Dört gün ya da daha fazla kalınmaya niyet edilmesi hâlinde seferîlik hükmü biter (Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 2/257).
Seferîliğin başlangıcı nasıl belirlenir?
Dinen sefer sayılacak mesafedeki bir yere gitmek üzere yola çıkan kişi, yaşadığı yerleşim yerinin meskûn mahallinden çıkınca misafir hükmünde kabul edilir. Bu kimse yolculuk hüküm ve ruhsatlarından yararlanmaya başlar (Merğînânî, el-Hidâye, II, 101). Buna göre, yolculuğa başlayıp şehrin meskûn mahallinden çıkan kimse dört rekâtlı farz namazları iki rekât olarak kılar. Günümüzde şehirler genişlemiş, İstanbul örneğinde olduğu gibi, iki ucu arasındaki mesafe neredeyse sefer mesafesi olacak kadar uzamıştır. Bu nedenle İstanbul gibi büyükşehirlerde yaşayan kimseler, yolculuğa kendi araçlarıyla çıktıklarında, ikamet ettikleri ilçenin belediye sınırlarını geçtikleri andan itibaren seferî sayılırlar ve haklarında seferîlik hükümleri sabit olur. Yolculuğa otobüs, tren, uçak ve gemi gibi umumi vasıtalarla çıkılması halinde ise seferiliğin başlangıç noktası olarak otogar, gar, havalimanı ve limanlar esas alınabilir.
Seferî olan kişi namaz kıldırabilir mi?
Seferî kimse, hem seferî olan cemaate, hem de mukim olan cemaate imamlık yapabilir. Seferî olan kişi dört rek'atlı farz namazları iki rek'at kılacağı için mukim olan cemaate namaz kıldıracağı zaman, namaza başlamadan önce, “Ben seferîyim, ikinci rek'atın sonunda selâm vereceğim. Ben selâm verince siz selâm vermeksizin kalkıp namazınızı tamamlayınız.” şeklinde cemaati uyarması, karışıklığı önlemek bakımından uygun olur (Kâsânî, Bedâi‘, 1/101-102; Merğinânî, el-Hidâye, 1/81). Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), Mekke’nin fethinden sonra Mekke’de kaldığı sürece namazları kısaltarak kıldırmış ve “Biz misafiriz, siz namazlarınızı tamamlayınız.” (Ebû Dâvûd, Salâtü’s-sefer, 10 [1229]) buyurmuştur. Hz. Ömer de (r.a.) aynı şekilde, Mekke’ye geldiği zaman dört rek'atlı farzları iki rek'at olarak kıldırmış ve mukim cemaate, “Mekkeliler! Namazınızı tamamlayınız; biz misafiriz.” (Muvatta’, Kasru’s-salât, 19) demiştir.
Seferî olan bir kimse mukim imamın arkasında namazını nasıl kılar?
Seferî olan bir kimse, mukim bir imama uyarsa namazını tam olarak kılar (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/80). Zira Resûlullah (s.a.s), “İmam kendisine uyulsun diye imam olmuştur.” (Buhârî, Salât, 18 [378]; Müslim, Salât, 77 [411]) buyurarak, cemaatin namazının, imamın namazıyla aynı olması gerektiğini ifade etmiştir. Seferî olan kişi, vakit içinde mukim bir imama uyup namazını imamla beraber tamamlamadan selâm verirse, kıldığı bu namaz geçerli olmaz. Bu durumda namazı geçersiz olan kimse, aynı namazı yeniden tek başına kılarken dört rek'at olarak değil iki rek'at olarak kılar.
Seferî iken kılınamayan dört rek'atlı namazların kazası nasıl yapılır?
Dört rek'atlı namazlar yolculuk hâlinde iken kazaya kalırsa, ister yolculuk (sefer) içerisinde, ister yolculuktan sonra kaza edilsin, ikişer rek'at olarak kaza edilirler. Yolculuk hâli dışında kazaya kalan bir namaz ise yolculuk sırasında kaza edilmek istendiğinde dört rek'at olarak kılınır (Merğinânî, el-Hidâye, 1/81). Şâfiîlere göre ise seferde kılınmamış bir namaz, ikamet hâlinde dört rek'at olarak kaza edilir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/516).
Gemiyle seyahat edenler namazlarını nasıl kılarlar?
Gemi gibi üzerinde ayakta durulabilen vasıtalarda asıl olan, namazı ayakta ve kıbleye dönerek rükû ve secdelerini de yaparak kılmaktır. Baş dönmesi gibi sebeplerle ayakta kılmak mümkün olmadığında gemide oturarak namaz kılınabilir ve imkân varsa îmâ etmeyip öncelikle rükû ve secdeli olarak kılınır. Namaza başlarken mümkünse kıbleye doğru dönülür, gemi yön değiştirdikçe kişinin kendisinin de kıble tarafına dönmesi gerekir. Binek hayvandan farklı olarak, gemide cemaat yaparak da namaz kılınabilir (Kâsânî, Bedâi‘, 1/109-110).
Ulaşım araçlarında farz veya nafile namazlar kılınabilir mi?
Otomobil, otobüs, uçak ve tren gibi ulaşım araçlarında nâfile namaz kılmak caiz ise de normal durumlarda farz namazların kılınması uygun görülmemiştir. Çünkü söz konusu ulaşım araçlarında namaz kılındığı takdirde namazın kıyam, rükû, secde ve istikbâl-i kıble gibi farzlarını yerine getirme imkânı yoktur. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), nâfile namaz kılarken, hangi istikamete dönerse dönsün bineği üzerinde namaz kılardı. Farz namaz kılmak istediğinde ise bineğinden iner ve kıbleye dönerek namazını kılardı (Buhârî, Salât, 31 [400]). Cana ve mala zarar gelme korkusunun bulunduğu hâllerde veya yerin çamurlu olması, namaz kılacak uygun bir yerin bulunmaması gibi zaruret hâllerinde, binek üzerinde farz namaz kılmak da caiz görülmüştür (Kâsânî, Bedâi‘, 1/108). Hz. Peygamber zamanında ve müctehid imamlar döneminde günümüzdekine benzer nakil araçları yoktu. O zaman mevcut olan nakil araçları binek hayvan ve gemi idi. Genelde insanlar kendi hayvanları ile seyahat ederler ve diledikleri zaman durup istedikleri zaman yollarına devam edebilirlerdi. Onun için namazı hayvan sırtında kılma zorunlulukları yoktu. Gemide seyahat edenler ise gemi duruyor ise normal yerde kılıyorlarmış gibi kıbleye dönerek rükû ve secdeyi yaparak namazlarını kılarlardı. Gemi hareket hâlinde ise yapabiliyorlarsa ayakta rükû ve secdeyi yaparak, geminin hareketine göre kıbleye doğru dönerek kılarlar, buna güçleri yetmezse oturdukları yerden rükû ve secdeyi yaparak kılarlardı (Semerkândî, Tuhfe, 1/156; Kâsânî, Bedâi‘, 1/109). Günümüzde, otobüs, tren ve uçak ile seyahat edenler, namazlarını ayakta ve kıbleye dönerek kılmaları genellikle mümkün olmadığından oturdukları yerde îmâ ile kılabilirler. Bununla birlikte namazlarını yolculuk öncesinde veya sonrasında ya da mola yerlerinde cem ederek de kılabilirler. Ancak otobüs firmalarının yolcuların dinî hassasiyetini gözeterek mola zamanını namaz vakitlerine denk gelecek şekilde düzenlemeleri tavsiye edilir. Cem, yalnızca öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazları arasında olabilir. Öğle ile ikindinin cemi, ikindiyi öğle vaktinde öğle namazından sonra (cem-i takdim) ya da öğleyi ikindi vaktinde ikindi namazının öncesinde kılmak (cem-i tehir) şeklinde yapılabilir. Akşam ile yatsının cemi de yatsıyı akşam vaktinde akşam namazından sonra (cem-i takdim) ya da akşamı yatsı vaktinde yatsı namazından önce kılmak (cem-i tehir) şeklinde yapılabilir. Cem edilecek namazlar ara verilmeksizin peş peşe kılınır. Ayrıca cem-i takdim hâlinde birinci namaza başlarken, cem-i tehir hâlinde ise birinci namazın vakti içinde cem yapmaya kalben niyet edilir.
Çalışmak üzere bir şehre giden fakat ailesini oraya götürmeyen kimse namazlarını seferî mi yoksa mukim olarak mı kılar?
Kişinin doğup büyüdüğü yere veya çalışıp geçimini sağladığı, çoluk çocuğu ile yerleştiği ve sürekli kalmaya niyet ettiği yere "vatan-ı aslî" denir. Vatan-ı aslî, ancak başka bir yeri vatan-ı aslî edinmekle değişir. Kişi başka bir yere göç edip eşini ve çocuklarını buraya naklederek yerleşirse burası vatan-ı aslîsi olur. Önceki vatanı, vatan-ı aslî olmaktan çıkar. Daha sonra buraya (eski vatanına) misafir olarak (15 günden kısa süreliğine) gelirse dört rek'atlı farz namazlarını iki rek'at olarak kılar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) ve arkadaşları Mekke’yi terk edip Medine’ye yerleştikten sonra Mekke’ye gittiklerinde dört rek'atlı farz namazları iki rek'at olarak kılmışlardır (Buhârî, Taksîru’s-salât, 1 [1081]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 15 [693]). Bir kimsenin doğduğu, evlendiği, içinde yerleşmeye karar verdiği yeri terk etmeyi düşünmeyerek; öğrencilik, işçilik ve askerlik gibi geçici sebeplerle uzunca bir zaman oturduğu veya yolculuğa çıkıp en az on beş gün veya daha fazla kalmaya niyet ettiği yerler ise ikamet vatanıdır. İkamet vatanında namazlar mukim olarak kılınır. Hanefîler'e göre burada 15 günden az kalacaksa ve kaldığı yer kendi mülkü veya kiraladığı bir mesken değilse namazlarını kısaltarak kılar (bk. Haddâd, el-Cevhera, 1/87; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/131-132; Bilmen, İlmihal, 163).
İş gereği haftaiçi başka bir şehirde çalışıp haftasonları evine dönen kişi çalıştığı yerde seferî olur mu?
Sürekli gidip geldiği iş yeri en az 90 km uzakta olan ve iş yerinin bulunduğu yerde her defasında Hanefîler'e göre 15, Şâfiîlere göre 4 günden az kalan kişinin, iş yerinin bulunduğu şehirde otel, misafirhane vb. bir yerde kalıyorsa orada seferî sayılır. Kendi mülkiyetinde veya kiraladığı bir meskende kalıyorsa, iş yerinin bulunduğu yerde seferî olmaz (bk. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/131-132; Bilmen, İlmihal, 163).
Birden çok yerde evi olan bir kimse, buralara gittiğinde seferî olur mu?
Bir kimsenin esas memleketinden ayrı olarak, on beş gün veya daha fazla kalmaya niyet ettiği yer vatan-ı ikamettir. Dinî görevleri yapma konusunda vatan-ı ikametle vatan-ı aslî arasında fark yoktur. Yani vatan-ı ikamette olan kişi de misafire ait olan dinî kolaylıklardan yararlanamaz (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/131-132). Fıkıh kaynaklarındaki bir görüşe göre; iki yerde kullandığı evi bulunan bir kimse bunlardan hangisine gitse mukim olur (bk. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/131-132; Bilmen, İlmihal, 163). Buna göre bir beldede kullandığı evi olan kimse oraya gittiğinde seferî sayılmaz. Günümüzdeki bazı yaklaşımlara göre kişinin yazlığının olduğu yer de aslî vatanı gibidir. Dolayısıyla kişi, kendisine ait yazlık veya kışlık evinin ya da devre mülkünün bulunduğu yerlerde namazlarını tam kılar.
Kaza namazının delili nedir?
Kur'ân’da vaktinde kılınamayan namazların kaza edilmesi ile ilgili olarak açık bir ifade bulunmamakla birlikte, Hz. Peygamber (s.a.s.) vaktinde kılamadığı namazları kaza etmiş ve ashabına da bunu tavsiye etmiştir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.), “Kim namazı unutursa veya uyuyup kalırsa hatırlayınca onu kılsın. Onun keffâreti ancak budur.” (Müslim, Mesâcid, 315 [684]; bkz. Buhârî, Mevâkîtü’s-salât, 37 [597]) buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber (s.a.s.), Hendek savaşı sırasında harbin şiddetlenmesi nedeniyle ikindi namazını kılamamış; bunun üzerine “Bizi ikindi namazından alıkoydular. Allah da onların evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun.” diye beddua etmiş ve ikindi namazını akşam namazı vaktinde kaza etmiştir (Müslim, Mesâcid, 205 [627]; bkz. Buhârî, De‘avât, 58 [6396]). Ayrıca Hayber Fethi’nden dönerken, bir yerde konakladıklarında uyuyakalmışlar ve vaktinde kılamadıkları sabah namazını güneş doğduktan sonra kaza etmişlerdir. (Müslim, Mesâcid, 309 [680]). Beş vakit namazın farzı ve vitir namazı kaza edilir. Kazaya kalan sabah namazı, o günün öğle vaktinden önce kaza edilecekse sünneti de kaza edilir. Ayrıca öğle namazının dört rek'atlık ilk sünneti de vakit çıkmadıkça öğlenin farzından sonra kılınır. Öte yandan geçmiş namazlar, kazaya nasıl kaldıysa öyle kılınırlar, yani seferî olarak kaldıysa seferî, mukim olarak kaldıysa mukim gibi kaza edilir (Mevsilî, el-İhtiyâr, 1/63). Unutma ve uyuma gibi bir mazeret olmaksızın, kasıtlı olarak terk edilen namazların kazası ile ilgili herhangi bir hadis bulunmamaktadır. Fakat bu kasıtlı olarak terk edilen namazların kazasının gerekmediği anlamına gelmez. Zira Ramazan’da kasıtlı olarak cinsel ilişkiye girerek orucunu bozan kimseye Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.) hem keffâreti hem de o günkü orucun kazasını emretmesi (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/208 [6944-6945]; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/382 [8059-8060]), bir farz ibadetin kasıtlı olarak terk edilmesi durumunda da kazasının gerektiğine delildir. Öte yandan Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bir mazerete dayalı olarak vaktinde kılamadığı namazları kaza etmesi ve sahabeye de bu yönde emir buyurması dikkate alınacak olursa, mazeretsiz olarak terk edilen namazların kaza edilmesinin öncelikle gerekli olacağı sonucuna ulaşılır (Nevevî, el-Mecmû’, 3/68).
Mekruh vakitler hangileridir? Hangi vakitlerde kaza ve hangi vakitlerde nâfile namaz kılınmaz?
Bazı vakitlerde bir kısım ibadetlerin yapılması yasaklanmıştır. Bu vakitlere kerâhet vakitleri denilir. Ukbe b. Âmir el-Cühenî’den şöyle nakledilmiştir: “Resûlullah (s.a.s.) bize üç vakitte namaz kılmayı veya ölülerimizi defnetmeyi yasakladı: Güneşin doğmasından itibaren (bir veya iki mızrak boyu) yükselmesine kadar, güneşin gökyüzünde tam dik oluşundan (batıya) yönelmesine kadar ve güneşin sararmasından itibaren batmasına kadar.” (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 293 [831]; bkz. Ebû Dâvûd, Tatavvu‘, 10 [1277]; Cenâiz, 55 [3192]). Güneş doğarken ve tam tepede iken namaz kılınamaz. Güneşin batmasından önceki kerâhet vaktinde, sadece o günün ikindi namazının farzı kılınabilir. Fakat mazeretsiz olarak ikindi namazını bu vakte kadar geciktirmek mekruhtur. Bu vakitlerin başlama ve bitiş zamanları mutedil bölgeler itibarıyla şöyledir: • Güneşin doğmasından itibaren, 40-50 dakika sonrasına kadar, • Güneşin, tam tepede bulunduğu vakit (Öğle vaktinin girmesine yaklaşık 10 dakika kalmasından öğle vaktinin girmesine kadar), • Güneş batmazdan önce, gözleri kamaştırmaz hâle gelmesinden, batmasına kadar olan vakit (Güneşin batmasına 40-50 dakika kalmasından itibaren akşam namazı vakti girinceye kadar olan zaman) (Merğinânî, el-Hidâye, 1/42). Bu sayılan kerâhet vakitlerinde kaza namazı, vitir gibi vacip namaz kılınamadığı gibi kerâhet vaktinden önce hazırlanmış bulunan cenazenin namazı da kılınamaz. Bu vakitlerde hazırlanmış cenazenin namazı ise kılınabilir. Daha önce okunmuş bir secde âyetinden dolayı “tilâvet secdesi” yapılamaz. Ancak kerâhet vaktinde okunan secde âyetinin secdesi, daha sonraya bırakmak efdal olsa da bu vakitte yapılabilir. Bunların dışında şu vakitlerde de sadece nâfile namaz kılmak mekruhtur: • Sabah namazının sünneti hariç olmak üzere imsak vakti girdikten sonra, güneş doğuncaya kadar olan sürede, • İkindi namazını kıldıktan sonra güneş batıncaya kadar olan sürede, • Akşam namazı vakti girdiğinde farz kılınmadan önce, • Cuma günü hatibin minbere çıkmasından sonra (Merğinânî, el-Hidâye, 1/269-271). Ebû Saîd el-Hudrî’den şöyle nakledilmiştir: “Resûlullah’ı (s.a.s.) şöyle derken işittim: Sabah (namazı kılındık)tan sonra, güneş yükselinceye kadar başka namaz yoktur. İkindi (namazın)dan sonra, güneş batıncaya kadar başka namaz yoktur.” (Buhârî, Mevâkîtü’s-salât, 31 [586]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 288 [827]). Şâfiî mezhebine göre ise güneşin doğuşu, tam tepede oluşu ve batışı zamanında sadece nâfile namaz kılmak mekruhtur. Ancak bu vakitlerde farz namazlar, kaza namazları, revâtib sünnetler, tahiyyetü’l-mescid gibi sebepli namazlar kılınabilir. Ayrıca ikindiden sonra güneşin sararasından batışına kadar nâfile namaz kılmak tenzihen mekruhtur (Nevevî, Ravda, 1/192).
İmsak vakti ile güneşin doğuşu arasında sabah namazının sünneti dışında kaza veya nafile namaz kılmak caiz midir?
Bir namazın vakti girdikten sonra öncelikle o vaktin namazını kılmak daha uygun olmakla birlikte, o vaktin namazını kaçırma tehlikesi olmadığı sürece, öncesinde kaza namazı kılınabilir. Buna binaen sabah namazının sünnetini kıldıktan sonra güneşin doğmasına henüz vakit varsa bu arada kaza namazı kılınabilir. Fecrin doğuşundan sonra sabah namazının iki rek'at sünneti dışında sünnet ve nâfile namaz kılınmaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), namaza olan düşkünlüğüne rağmen fecrin doğuşundan itibaren sabah namazının iki rek'at sünneti dışında namaz kılmamıştır (Mevsilî, el-İhtiyâr, 1/40). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sabah namazından sonra güneş bir mızrak boyu oluncaya kadar, ikindi namazından sonra ise güneş batıncaya kadar nâfile namaz kılmayı yasakladığı rivâyet sebebiyle (bkz. Buhârî, Mevâkîtu’s-salât, 30 [581]; Ebû Dâvûd, Tatavvu‘, 10 [1276-1277]) sabah namazını kıldıktan sonra nâfile namaz kılmanın mekruh olduğu kabul edilmiştir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/42).
Kaza namazına nasıl niyet edilir?
Kaza namazı kılacak olan kişinin kılacağı namazı belirleyerek niyet etmesi asıldır. Fakat üzerinde çok sayıda kaza namazı olan kişi, geçmiş namazları kaza ederken, “Vaktinde kılamadığım ilk sabah/ ilk öğle/ ilk ikindi/ ilk akşam/ ilk yatsı namazını kılmaya” şeklinde niyet edebileceği gibi “ kılamadığım son sabah/ son öğle/ son ikindi/ son akşam/ son yatsı namazını kılmaya” şeklinde de niyet edebilir.
Bir namaz hem kaza hem sünnet niyeti ile kılınabilir mi?
Bir namaz hem kaza hem de sünnet niyetiyle kılınamaz. Kılınacak namazın ne olduğu kesin olarak tayin edilerek ona niyetlenilmesi gerekir. Hem kaza namazına, hem de vaktin sünnetine birlikte niyet edilirse bu namaz, kaza namazı olur. Hem kaza namazı hem de vaktin sünneti kılınmış olmaz (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/66).
Kaza namazı borcu olan kimse sünnet namazları kılabilir mi?
Kazaya kalmış namazların ilk fırsatta kaza edilmesi esastır. Bununla birlikte Hanefî mezhebine göre, kaza namazı bulunan kimselerin farz namazların öncesinde ve sonrasında kılınan (revâtib) sünnetler ile teheccüd ve kuşluk namazı gibi nâfileleri kılmaları da caizdir. Şâfiî mezhebinde, kaza namazı borcu olan kimsenin, geçmiş namazlarının hepsini kaza etmeden nâfile namaz kılması caiz değildir. Kaza namazı bulunan kimsenin uyku ve evin geçimi gibi yapması zorunlu olan işler hariç bütün vakitlerini kazaya kalan namazlarını kılmakla geçirmesi gerektiğinden nâfile ile meşgul olamaz (Dimyâtî, Hâşiyetü i’âneti’t-tâlibîn, 1/31-32).
Hangi namazlar kaza edilir?
Vaktinde kılınmayan beş vakit namazın farzları ile vacip olan vitir namazı kaza edilir. Kılınmayan sünnetler vakit çıktıktan sonra kaza edilmez. Ancak vaktinde kılınmayan sabah namazı, aynı gün zevâlden önce kaza edildiğinde sünneti ile birlikte kaza edilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/65). Çünkü Hz. Peygamber kılamadığı bir sabah namazını öğleden önce kaza ederken, sünnetiyle birlikte kaza etmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 11 [437-438, 443-444]). Bir de öğle namazında cemaate yetişmek için sünneti kılmadan farza başlayan kişi, farzı kıldıktan sonra kılmadığı ilk sünneti de kılar. Bunu, son sünnetten önce kılabileceği gibi sonra da kılabilir.
Vaktinde kılınmayan namaz daha sonra kaza edildiğinde, namazı kazaya bırakma günahı da affedilmiş olur mu?
Günlük işler, sanat ve meslekler, aile fertlerinin geçimini sağlamak için yapılan çalışma ve yolculuklar namazın geriye bırakılması için özür sayılmaz. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur: “Öyle kimseler vardır ki, onları ne bir ticaret, ne de bir alışveriş, Allah’ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyar. Onlar, kalplerin ve gözlerin dehşete düşeceği günden korkarlar.” (en-Nûr, 24/37). Unutmak ve uyuyakalmak gibi meşru bir mazeret olmaksızın namazı kazaya bırakmak büyük günahtır. Bununla birlikte hangi şekilde olursa olsun vaktinde kılınmayan namazların mutlaka kaza edilmesi gerekir. Meşru mazerete dayalı olarak namazını vaktinde kılamayan kimse bundan bir sorumluluk altına girmediği gibi o namazı kaza etmekle borcundan da kurtulur. Peygamber Efendimiz, “Her kim bir namazı unutur veya ondan gaflet edip uyuyakalırsa, onu hatırladığında hemen kılsın. Onun bundan başka kefareti yoktur…” (Müslim, Mesâcid, 315-316 [684]; bkz. Buhârî, Mevâkîtü’s-salât, 37 [597]) buyurmuştur. İhmal ve tembellik sebebi ile namazı vaktinde kılmayan kimse, bu namazı kaza etmekle namaz borcundan kurtulur. Namazı vaktinde kılmamanın vebalinden kurtulmak için ise kişinin tövbe etmesi gerekir (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/85).
Namaz borcu olan kişilerin yerine başkaları bu namazları kılabilir mi?
Sırf bedenle yerine getirilen ibadetlerde başkasının yerine o ibadeti yapmak geçerli sayılmaz (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/74; Şeyhîzâde, Mecme‘u’l-enhur, 1/307). Zira herkes kendi amelinin hesabını verecektir (el-İsrâ, 17/13; Yâsîn, 36/54; et-Tûr, 52/16, 21; el-Müddessir, 74/38). Bu itibarla bir kimse, vefat etmiş veya hayatta olan birinin kılmadığı farz namazları, onun adına kılamaz. Dolayısıyla herkes hayatta ve sağlığı yerinde iken ibadetlerini yerine getirmeye özen göstermeli, Allah’ın huzuruna borçlu olarak gitmemeye gayret etmelidir.
Kazaya kalan namazlar cemaatle kılınabilir mi?
İmamla aynı vaktin kaza namazını kılmak kaydı ile kazaya kalan namazlar cemaatle kılınabilir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/59; Haraşî, Şerhu Muhtasar, 2/39). Nitekim Hendek savaşının zor şartları altında Resûlullah Efendimiz (s.a.s.), namazı kılmaya fırsat bulamamış; bilahare şartlar uygun hâle gelince de kılınamayan bu namazı ashabı ile birlikte cemaatle kılmışlardır (Müslim, Mesâcid, 205 [627]). Ayrıca Hayber Fethinden dönerken, bir yerde konakladıklarında uyuyakalmışlar ve vaktinde kılamadıkları sabah namazını güneş doğduktan sonra cemaatle kaza etmişlerdir (Müslim, Mesâcid, 309 [680]).
Hangi sebeplerle sehiv secdesi yapmak gerekir? Sehiv secdesi nasıl yapılır?
Namazda unutarak bir rüknün geciktirilmesi, tekrarlanması veya öne alınması ya da bir vacibin terk edilmesi, geciktirilmesi veya değiştirilmesi hâlinde noksanlığın telafi edilmesi için sehiv secdesi yapılması vaciptir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/125 vd.). Sehiv secdesinin yapılış şekli şöyledir: Namazın son oturuşunda tahiyyât okunarak sağ tarafa selâm verilir ve hiç ara vermeksizin, tekbir getirilerek secdeye varılır. Burada üç kere “Sübhâne rabbiye’l-a‘lâ” denilir. Sonra tekbir getirilerek oturulur, tekrar “Allahü ekber” denilerek ikinci defa secdeye varılır ve üç kere “Sübhâne rabbiye’l-a‘lâ” denilir ve “Allahü ekber” denilerek oturulur. Bu oturuşta, “Ettehiyyâtü, Allahümme salli, Allahümme bârik ve Rabbenâ...” duaları okunarak önce sağa, sonra sola selâm verilir. Sehiv secdesine gitmeden önceki oturuşta da salli-bârik ve diğer duaları okumak caizdir. Sehiv secdesinin, her iki tarafa selâm verdikten sonra yapılabileceği görüşünde olanlar bulunmakla beraber; cumhur, sadece sağ tarafa selâm verdikten sonra yapılmasını tercih etmektedir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/72-73; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/125; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/77-78). Cemaatle kılınan namazlarda cemaatin yanlışlıkla dağılmaması için yalnız sağ tarafa selâm verdikten sonra sehiv secdesi yapılması daha faziletlidir ve ihtiyata uygundur.
Namazda kaç rek'at kıldığı konusunda tereddüt eden kimse ne yapmalıdır?
Yapılan ibadet ve amellerin her türlü şüpheden uzak olması gerekir. Kıldığı namazın kaç rek'at olduğunda, erginlik çağından itibaren ilk defa şüphe eden kimsenin bu namazı yeniden kılması gerekir. Bu şüphe durumu zaman zaman vuku buluyorsa kişi, zann-ı galibine (kuvvetli kanaatine) göre hareket eder. Eğer kaç rek'at kıldığı hususunda zann-ı galibi (kuvvetli kanaati) de yoksa bu durumda kişi, az olan rek'at sayısını esas alarak namazına devam eder. (Şürünbülâlî, Meraki’l-felah,182). Örneğin dört rek'atlı bir namaza başlayan kimse, kıldığı rek'atın birinci rek'at mı ikinci rek'at mı olduğunda kuşkuya düşüp bir tarafı tercih edemezse, kendisini bir rek'at kılmış sayar ve birinci sayılan rek'atın ikinci; üçüncü sayılan rek'atın da dördüncü rek'at olma ihtimali bulunduğu için her bir rek'atın sonunda oturur ve tahiyyâtı okur, sonunda da sehiv secdesi yaparak namazını tamamlar (Kâsânî, Bedâi‘, 1/165, 166).
Birinci oturuşu son oturuş sanarak selam veren kimse ne yapar?
Dört rek'atlı namaz kılmakta iken son oturuşta olduğunu zannederek dalgınlık sonucu ilk oturuşta selâm veren kişi, eğer bu selâmdan sonra konuşmak, yönünü kıbleden çevirmek gibi namaza aykırı bir davranışta bulunmamışsa kaldığı yerden namaza devam eder ve dördüncü rek'atın sonunda sehiv secdesi yapar. Aksi takdirde bu namazı yeniden kılar. İlk oturuşta selâm verme hatası yanılmaya değil de bilgi eksikliğine dayanıyorsa namaz iade edilir. Mesela seferî olmadığı hâlde seferî olduğu düşüncesi ile normalde dört rek'at olarak kılması gereken bir namazı iki rek'at olarak kılarsa bu namazın dört rek'at olarak yeniden kılınması gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/129).
Namazda son oturuşu yapmadan ayağa kalkan kişi ne yapmalıdır?
Namaz kılmakta olan birisi, son oturuşu yapmadan unutkanlıkla ayağa kalkarsa, secdeye varmadıkça geri oturup tahiyyât duasını okuduktan sonra sehiv secdesi yaparak namazını tamamlar. Eğer kalktığı rek'atın secdesini yapmışsa İmam Ebû Hanîfe ve İmam Ebû Yûsuf’a göre artık bu namazın farz namaz olarak tamamlanması mümkün olmaz. Kılmakta olduğu namaz, iki veya dört rek'atlı bir namaz ise bu durumda, bir rek'at daha kılarak namazını tamamlar. Bu namaz, nâfileye dönüşmüş olur. Ardından bu farzı yeniden kılması gerekir. Yanlışlıkla kalkılan rek'atın secdesi yapılmışsa buna bir rek'atın eklenmesi, nâfile namazların çift sayılı rek'atlar şeklinde kılınmasının meşru olmasından dolayıdır (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/112). Kılmakta olduğu namaz akşam namazı ise kalktığı rek'atın secdesini yapmamışsa, yukarıda olduğu gibi geri oturup sehiv secdesi yaparak namazını tamamlar. Eğer kalktığı rek'atın secdesini yapmışsa bu durumda namazı dört rek'at olarak kılmış olur. Kıldığı namaz bu hâliyle nâfileye dönüşmüş olacağından akşam namazının farzını yeniden kılar.
Farz namazların ilk oturuşunda tahiyyat okunduktan sonra “Allahümme salli ala Muhammed” demek sehiv secdesi gerektirir mi?
Namazda, unutarak bir rüknün geciktirilmesi, tekrarlanması, bir vacibin terk edilmesi veya geciktirilmesi hâlinde; noksanlığın telafi edilmesi için sehiv secdesi yapılması vaciptir. Farz namazların ilk oturuşunda tahiyyât okunduktan sonra kalkılması gereken bir namazda “Allahümme salli ala Muhammed” diyen kişi İmam-ı Âzam'a göre farz olan kıyamı geciktirdiği için sehiv secdesi yapar; böylece namazı tamam olur. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre bu durumda sehiv secdesi gerekmez (Kâsânî, Bedâi‘, 1/164).
İmam farz namazların ilk iki rek'atında Fâtiha’dan sonra bir sûre veya âyet okumamışsa ne yapması gerekir?
Namazların ilk iki rek'atında Fâtiha’dan sonra Kur’ân’dan bir miktar daha okumak (zamm-ı sûre) vaciptir. Vaciplerin kasten terk edilmesi günahtır, unutarak terk edilmesi veya geciktirilmesi ise günah olmaz, fakat namazın sonunda sehiv secdesi yapılması gerekir. Buna göre, bir imam dört veya üç rek'atlı farz namazların ilk iki rek'atında, Fâtiha’dan sonra bir sûre veya bir miktar âyet okumamışsa, bu sûre veya âyetleri üçüncü ve dördüncü rek'atlarda Fâtiha’dan sonra okusa da okumasa da sehiv secdesi yapması gerekir. Çünkü namazdaki bir vacibi geciktirmiş veya terk etmiştir (Kâsânî, Bedâi‘, 1/166; Merğinânî, el-Hidâye, 1/74).
Farz namazların üçüncü ve dördüncü rek'atında sûre veya âyet okuyana sehiv secdesi gerekir mi?
Farz namazların, üçüncü veya dördüncü rek'atında Fâtiha sûresinden sonra, bir sûre veya âyet okunması sünnete aykırıdır. Ancak yanılarak sûre okunduğunda farz olan rükû ve secdenin geciktirilmesine sebep olsa da kıyam, kıraat mahalli olduğu için bu durumda sehiv secdesi yapmak gerekmez (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/102).
Sehiv secdesini yapmayı unutan kişinin ne yapması gerekir?
Yapılması gereken sehiv secdesini yanılarak veya unutarak terk eden bir kimse, eğer selâm verdikten sonra gülmek, konuşmak, yönünü kıbleden çevirmek gibi namaza aykırı bir işte bulunursa veya sehiv secdesi yapmaya vakit kalmaz ise bu kimseden sehiv secdesi düşer. Namazı iade etmesi de gerekmez. Ancak namaza aykırı bir davranışta bulunmadan secdeyi hatırlarsa hemen secde eder (Kâsânî, Bedâi‘, 1/174).
Namazın dışında veya namazda tilavet secdesi nasıl yapılır?
Kur’ân-ı Kerîm okunurken secde âyetlerini okuyan veya dinleyen kimsenin tilavet secdesi yapması vaciptir. Secde âyeti okuyan kişi namazda değilse, ister âyeti okur okumaz, ister daha sonra kalkıp secdeyi yapar (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/75). Namaz kılan kişinin namazda secde âyeti okuması hâlinde secde âyetinden sonra üç âyetten daha fazla okumayıp, rükûya eğilecekse, tilavet secdesine niyet ederek rükûya gider. Yapmış olduğu bu rükû, aynı zamanda tilavet secdesi yerine de geçer. Şâyet üç âyetten daha fazla okuyacaksa, tilavet secdesine niyet ederek doğrudan secdeye gider ve bir defa secde yaptıktan sonra ayağa kalkıp kaldığı yerden kıraate devam eder (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/133). Tilavet secdesi, namaz değilse de; taharet, kıbleye dönmek, niyet etmek, avret yerlerinin örtülü olması gibi namazda aranan şartlar tilavet secdesinde de aranır. Ancak tilavet secdesinde iftitâh tekbiri sünnettir. Tilavet secdesi yapacak kişi, ellerini kaldırmadan doğrudan doğruya “Allahu ekber” diyerek bir kere secdeye gidip üç defa “Sübhâne Rabbiye’l- a‘lâ” dedikten sonra yine “Allahu ekber” diyerek secdeden kalkar. Böylece tilavet secdesi tamamlanmış olur. Yani tilavet secdesinden sonra teşehhüt miktarı oturmak ve selâm yoktur. Tilavet secdesini gerektiren âyetleri işiten kişinin, hemen secde yapmaya fırsatı yok ise “Semi‘nâ ve eta‘nâ ğufrâneke Rabbenâ ve ileyke’l-masîr” demesi müstehaptır. O anda yapamadığı secdeyi daha sonra yapar (Şürünbülâlî, Merâkı’l-felâh, 184).
Radyo, televizyon ve internet gibi araçlardan Kur’ân-ı Kerîm dinlerken secde âyeti geçerse tilâvet secdesi yapmak gerekir mi?
Radyo, televizyon, internet ve diğer teknolojik araç ve platformlardan Kur’ân-ı Kerîm’i dinleme esnasında secde âyeti geçtiğinde tilâvet secdesi yapılması gerekir.
Cenaze namazının hükmü nedir?
Cenaze namazı, farz-ı kifâyedir. Müslümanların ölen din kardeşlerine karşı yerine getirmeleri gereken dinî vecibelerin başında cenaze namazının kılınması ve bunun için gerekli hazırlıkların yapılması gelmektedir. Kadın olsun erkek olsun yalnız bir kişinin bu namazı kılmasıyla farz yerine getirilmiş olur. Cenaze namazı, Allah’a senâ, Resûlullah’a (s.a.s.) salât ve ölü için duadan ibarettir. Tebük seferine geçerli bir mazereti olmadığı hâlde çıkmayan münafıklarla ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır: “Onlardan ölen hiçbirinin (cenaze) namazını kılma ve kabrinin başında durma. Çünkü onlar Allah’ı ve Resûlü’nü inkâr ettiler ve fasık olarak öldüler.” (et-Tevbe, 9/84). Bu âyet, cenaze namazının farz oluşuna işaret etmektedir. Ayrıca Resûlullah (s.a.s.), bir Müslümanın ölümü üzerine, “Bir din kardeşiniz vefat etmiştir. Kalkın, onun cenaze namazını kılın.” (Müslim, Cenâiz, 66 [952]; bk. Buhârî, Cenâiz, 54 [1320]) buyurmuştur.
Cenaze namazını kılmanın belli bir vakti var mıdır? Cenazenin defni geciktirilebilir mi?
Cenaze namazının kılınması için belirli bir vakit yoktur. Günün her saatinde cenaze namazı kılınabilir. Ancak zorunlu olmadıkça kerahet vakitlerinde kılınması uygun değildir (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 293 [831]). Hazırlanmış olan bir cenazeyi bekletmeksizin namazını kılıp çabukça defnetmek daha uygundur (Tirmizî, Salât, 13 [171]; Cenâiz, 73 [1075]). Bununla beraber, daha çok cemaatin katılması, ölen kişinin akraba, eş, dost ve komşuları gibi hukuku bulunan insanlara ölüm haberini duyurup son görevlerini yapmak üzere cenaze merasiminde bulunabilmelerinin sağlanması amacıyla cenaze bir süre bekletilebilir.
Cenaze namazı nasıl kılınır?
Cenaze namazı rükû ve secdesi olmayan bir namazdır; rükünleri kıyam ve tekbirlerdir. Cenaze namazında iftitâh (başlangıç) tekbiriyle birlikte dört tekbir bulunmaktadır. Selâm vermek vaciptir. Sünnetleri ise Allah’a hamd ve sena etmek, Resûlullah’a (s.a.s.) salât ve selâm getirmek, hem vefat eden kişi hem de Müslümanlar için dua etmekten ibarettir. Cenaze namazı kılmak için cenazeye karşı ve kıbleye yönelik olarak saf bağlanır ve niyet edilir. İmam ve cemaat tekbir alarak ellerini bağlarlar “ve celle senâük” cümlesiyle birlikte “Sübhâneke” duasını okurlar. Ardından, eller kaldırılmadan tekbir alınır ve “Salli-Bârik” duaları okunur. Tekrar eller kaldırılmaksızın tekbir alınır. Bilenler cenaze duasını (Tirmizî, Cenâiz, 38 [1024-1025]) bilmeyenler ise dua niyetiyle “Fâtiha” sûresini (Tirmizî, Cenâiz, 39 [1026]) veya başka bir duayı okurlar. Dördüncü tekbirden sonra sağa ve sola selâm verilir. Böylece namaz tamamlanmış olur. Cenaze namazında taharet, kıbleye yönelmek, setr-i avret (vücudun örtülmesi gereken yerlerini örtmek) ve niyet gibi şartlara riâyet edilir. Namazı kılınacak cenazenin Müslüman olması, yıkanıp kefenlenmiş olması, cemaatin önünde olması gerekir. Ayrıca Hanefî ve Mâlikîlere göre bedeninin tamamı veya yarıdan fazlası yahut başı ile birlikte en az yarısı bulunmalıdır. Şâfiîlere göre ise kişi ölüp de bir tek uzvu bulunsa bile cenaze namazı kılınır. Nitekim ashab, ölen ve sadece eli bulunan bir sahabînin namazını kılmıştır (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 2/32). Canlı olarak doğup ölen çocuk yıkanır ve cenaze namazı kılınır (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/159).
Cenaze namazında tekbirlerin fazla veya eksik alınması hâlinde ne yapılmalıdır?
Cenaze namazı rükû ve secdesi olmayan bir namazdır; rükünleri kıyam ve tekbirdir. Cenaze namazında iftitâh tekbiriyle birlikte dört tekbir bulunmaktadır. Selâm vermek ise vaciptir. Sünnetleri ise Allah’a hamd ve sena etmek, Resûlullah’a (s.a.s.) salât ve selâm getirmek, hem ölüye hem de Müslümanlara dua etmekten ibarettir. İmam dörtten fazla tekbir alırsa cemaat ona uymaz, imamla selâm vermiş olmak için onun selâm vermesini bekler. Fakat imam unutarak tekbirleri eksik alır ve selâm verirse, imamın namazı bozulmuş olacağından cemaat kendi başına dördüncü tekbiri alsa bile namaz sahih olmaz. Bu durumda namaz yeniden kılınmalıdır. Cenaze defnedildikten sonra namazın eksik tekbirle kılındığının anlaşılması hâlinde, defin üzerinden uzun bir zaman geçmemişse namaz kabir üzerine kılınır (Kâsânî, Bedâi‘, 1/313-315).
Birden fazla cenaze için tek bir namaz kılınabilir mi?
Birden fazla cenaze hazır olduğunda, bunların namazlarını ayrı ayrı kılmak daha uygun ise de hepsi için tek bir namaz kılmak da yeterlidir (Serahsî, el-Mebsût, 2/65; Mehmed Zihni, Nimet-i İslâm, 591).
Vefat eden kişiye birden fazla cenaze namazı kılınabilir mi?
Cenaze namazı bir defa kılınmakla farz yerine getirilmiş olur. Bu nedenle, tekrar kılınması gerekmez. Ancak cenaze namazında bulunamayan kişiler, daha sonra münferit olarak veya ayrı bir cemaatle tekrar kılabilirler. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), cenaze namazında hazır bulunamadığı Ümmü Sa’d için daha sonra cenaze namazı kılmıştır (Tirmizî, Cenâiz, 47 [1037]).
Gıyâbî cenaze namazı kılınabilir mi?
Aslolan, namazının kılınabilmesi için cenazenin hazır bulunmasıdır. Bununla birlikte hazır olmayan cenaze için de namaz kılınabilir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), Habeş Kralı Necâşî’nin vefatını haber vermiş, sonra da onun cenaze namazını kıldırmak üzere cemaatin önüne geçmiş, ashab da arkasında saf tutmuştur (Buhârî, Cenâiz, 54 [1318]; Müslim, Cenâiz, 63 [951]). Olayda hazır bulunan Câbir b. Abdullah (r.a.) şöyle demiştir: “Resûlullah (s.a.s.) , Necâşî’nin (gıyâbında) cenaze namazını kıldırdı. Ben de ikinci saftaydım.” (Buhârî, Cenâiz, 54 [1320]). Yine, Resûlullah’ın (s.a.s.) Uhud şehitleri (Buhârî, Cenâiz, 72 [1344]) ve kendisine haber verilmeden defnedilen cenazeler için de gıyâbî cenaze namazı kıldığı bilinmektedir (Buhârî, Cenâiz, 55 [1321]).
Cenaze namazı ayakkabı ile kılınabilir mi?
Bütün namazlarda olduğu gibi cenaze namazında da namaza mâni olan pisliklerin giderilmesi (necasetten taharet) şarttır. Buna göre, cenaze namazı kılacak kimsenin ayakkabısında namaza engel bir pislik yoksa namazını ayakkabısıyla kılmasında dînen bir sakınca yoktur. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), ayakkabıları ile cenaze namazına durmuş, Cebrâil’in ayakkabılarına pislik bulaşmış olduğunu haber vermesi üzerine onları çıkarmıştır (Ebû Dâvûd, Salât, 89 [650]).
Cenaze namazına katılan kadınların saf düzeni nasıl olmalıdır?
Cenaze namazına katılan kadınların bir zorunluluk olmadıkça erkeklerle aynı safta bulunmaları uygun görülmemiştir. Bu itibarla kadınların, hangi namaz olursa olsun, erkeklerle birlikte namaz kıldıkları takdirde, erkeklerin arkasında durmaları gerekir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), namaz saflarını önce erkekler, sonra erkek çocuklar, en arkada da kadınlar olmak üzere düzenlemiştir (Müslim, Mesâcid, 266 [658]). Sünnete uygun olan bu usûl olmakla birlikte kadınların erkeklerin arasında cenaze namazı kılmış olmaları bu namazın geçerliliğini etkilemez. Çünkü cenaze namazı rükûsu ve secdesi olan tam bir namaz olarak değerlendirilmemiştir. Bununla birlikte kadınların böyle bir davranışta bulunması mekruhtur.
Cenaze namazı cami içerisinde kılınabilir mi?
Cenaze namazı bir mazeret bulunmadıkça cami dışında kılınır. Ancak yağmur, çamur, soğuk gibi bir mazeret bulunması durumunda camide kılınmasında bir sakınca yoktur (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/165). Şâfiîlere göre, camiyi kirletme endişesi yoksa bu namazın camide kılınması, müstehaptır (Nevevî, el-Mecmû’, 5/213). Sa’d b. Ebî Vakkâs vefat ettiği zaman Hz. Âişe kendisinin de cenaze namazı kılabilmesi için cenazenin mescide getirilmesini istemiş ancak sahabîler onun bu isteğini hoş karşılamamıştı. Bunun üzerine Hz. Âişe, “İnsanlar ne çabuk unutuyorlar! Resûlullah (s.a.s.), Süheyl b. Beydâ’nın cenaze namazını mescidde kılmıştı.” (Müslim, Cenâiz, 99 [973]) demiştir.
Namazların rekât sayıları ve kılınış şekilleri neye göre belirlenmiştir?
İbadetler tevkîfîdir. Yani hem farz oluş gerekçelerinin hem de uygulamalarının her yönüyle akılla bilinmesi mümkün değildir. İbadetlerle ilgili hususlar Kur’ân’da genel olarak emredilmiş, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uygulamasıyla belirgin hâle gelmiştir. Kur’ân’da, namazların belli vakitlerde farz kılındığı (en-Nisâ, 4/103) ve kıyam, kıraat, rükû ve secde gibi birtakım rükünlerinin olduğu bildirilmiş; söz konusu ibadetin ayrıntıları ve namaz içerisinde yapılması gereken diğer davranışlar ile ilgili hususlar Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünneti ile sabit olmuştur (Buhârî, Ezân, 95 [755-758]; Müslim, Salât, 45 [397]; Mesâcid, 176 [613]). Bütün bunların bir ifadesi olarak da Hz. Peygamber (s.a.s.), “Beni namazı nasıl kılarken gördüyseniz siz de öyle kılınız.” (Buhârî, Ezân, 18 [631]) buyurmuştur. Buna göre namazla ilgili genel hüküm, rükün ve şartlar Kur’ân’la, bunlara ilişkin ayrıntılar ise Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.) sünnetiyle belirlenmiştir.
Sabah namazı imsak vaktinin girmesiyle kılınabilir mi?
Sabah namazının vakti, tan yerinin ağarması demek olan ikinci fecrin doğmasından başlayarak güneşin doğmasına kadar devam eder. Buna göre imsak vakti, başka bir deyişle oruç yasaklarının başlama vakti, fecr-i sâdıkın oluşması, yani tan yerinin ağarmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Artık (Ramazan gecelerinde) eşlerinize yaklaşın ve Allah’ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Şafağın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için sonra akşama kadar orucu tamamlayın.” (el-Bakara, 2/187) buyrulmaktadır. İmsak ile birlikte sabah namazının vakti girdiğine göre bu vakitte sabah namazı kılınabilir. Bununla birlikte, konuyla ilgili bazı rivâyetlere dayanan Hanefîler, biraz geciktirilerek (isfar vaktinde) kılınmasını daha uygun (müstehap) bulmuşlardır (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/225; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/286; Zeylaî, Tebyîn, 1/82). Nitekim Peygamber Efendimiz de bunu tavsiye etmiştir (Tirmizî, Salât, 3 [154]). Sabah namazının vakti, güneşin doğmasına kadar devam eder. Zira Cebrâil’in Hz. Peygamber’e (s.a.s.) imamlık ettiğine ilişkin hadise göre Cebrâil sabah namazını birinci günde tan yeri ağardığında, ikinci günde de ortalık aydınlanıp güneş doğmasına yakın bir vakitte kıldırmış ve, “…Bu, senden önceki peygamberlerin (namaz) vaktidir ve (namazlar için) vakit bu iki vaktin arasıdır.” (Ebû Dâvûd, Salât, 2 [393]; Tirmizî, Salât, 1 [149]) demiştir.
“Asr-ı evvel” ve “asr-ı sani” ne demektir?
“Asr-ı evvel”, ikindi namazının ilk vakti; “asr-ı sânî” ise ikindi namazının ikinci vakti demektir. İkindi namazının vakti, öğle namazının vaktinin sona ermesi ile başlar. Öğle namazının vaktinin ne zaman sona ereceği, fakihlerin kullandıkları delillerin farklılığı sebebiyle ihtilaflı olduğu için buna bağlı olarak ikindi namazının vaktinin başlayacağı zaman da ihtilaf konusu olmuştur. Buna göre İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ile diğer üç mezhep imamına göre güneşin tepe noktasından batıya meyli sırasında oluşan gölge (fey-i zevâl) hariç herhangi bir şeyin gölgesi kendisi kadar olunca öğle namazının vakti bitmiş ve ikindi namazının vakti başlamış olur (Merğinânî, el-Hidâye, 1/40; Şirbînî, Muğnî’l-Muhtac, 1/299-300; Desûkî, Hâşiye, 1/177; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/271-272). İşte bu vakte “asr-ı evvel” (ikindi namazının ilk vakti) adı verilir. İmam Ebû Hanîfe’ye göre ise öğle namazı vakti, “fey-i zevâl” hariç bir şeyin gölgesi kendisinin iki katı kadar olunca sona erer. Bu vakte ise “asr-ı sânî” (ikindi namazının ikinci vakti) adı verilir (Kâsânî, Bedâî’, 1/122; Merğinânî, el-Hidâye, 1/40; Zeylaî, Tebyîn, 1/79). Diyanet İşleri Başkanlığı, yayınlamakta olduğu Diyanet Takvimi’nde ikindi namazının vaktini, “asr-ı evvel” esasına göre düzenlemiştir ve namazlar asr-ı evvel ictihadına göre kılınmaktadır.
İkindi namazının vakti ne zaman başlar ve ne zaman sona erer?
İkindi namazı vaktinin başlangıcı, öğle namazı vaktinin sona ermesine bağlı olduğu için öğle namazının sona ermesi konusundaki görüş ayrılığı ikindi vaktinin başlamasına da yansımıştır. Dolayısıyla İmam Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed ve diğer mezhep imamlarına göre öğle vakti, her şeyin gölgesi ‘fey-i zevâl’ hariç kendisinin bir mislî olduğu zaman biter ve ikindi namazının vakti başlar. Buna asr-ı evvel (ikindi namazının ilk vakti) denir. İmam Ebû Hanîfe’ye göre ise öğle vaktinin bitişi, her şeyin gölgesi “fey-i zevâl” hariç kendisinin iki mislî olduğu zaman biter ve ikindi namazının vakti başlar. Buna asr-ı sânî (ikindi namazının ikinci vakti) denir. Diyanet İşleri Başkanlığı takviminde asr-ı evvel uygulaması esas alınmaktadır. İkindi namazının son vakti güneşin batışından hemen öncedir. Ancak mazeret yoksa bu ana kadar geciktirmemek gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s.), ikindi namazını güneş sararıncaya kadar geciktirip sonra da baştan savma bir şekilde aceleyle kılmayı, münafıkların namazı olarak nitelemiştir (bkz. Müslim, Mesâcid, 195 [622]; Ebû Dâvûd, Salât, 5 [413]). Fakat daha önce kılınamamışsa, güneş batmak üzere de olsa kılınır (Kâsânî, Bedâî’, 1/127; Merğinânî, el-Hidâye, 1/40; Zeylaî, Tebyîn, 1/80; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/273). Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Güneş batmadan önce ikindi namazından bir rek'ata yetişen, namazın tamamına yetişmiş sayılır.” (Buhârî, Mevâkîtü’s-salât, 28 [579]; Müslim, Mesâcid, 163-165 [608]). Şâfiî mezhebine göre ikindi namazının vakti, kendi içinde “fâziletli”, “ihtiyârî”, “kerâhetsiz cevâz”, “kerâhetli cevâz” ve “özür” olmak üzere beşe ayrılır. Özür vakti, sefer veya yağmur gerekçesinden dolayı ikindi namazı ile öğle namazının cem edilmek suretiyle öğle namazı vaktinde kılınmasıdır. Diğerleri ise her şeyin gölgesinin bir buçuk katına çıktığı zamana kadar fazilet, iki misline çıktığı zamana kadar ihtiyarî, ihtiyarî vakitten güneşin sararmasına kadar kerâhetsiz cevaz ve güneşin sararmasından batışına kadar olan zaman aralığını kapsayan kerahetli cevaz vakitleridir. Bir özür yok iken ikindi namazını kerahetli cevaz vaktine kadar ertelemek caiz değildir. Bununla birlikte güneşin batışından önce bir rek'at da olsa kılabilen kimse ikindi namazını kılmış olur (Nevevî, el-Mecmû’, 3/27).
Akşam namazı ne zamana kadar kılınır?
Akşam namazının vakti; güneşin batması ile başlayıp, İmam Ebû Hanîfe’ye göre güneşin batışından sonra ufukta kalan aydınlık kayboluncaya kadar devam eder. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Akşam namazı vaktinin başlangıcı güneşin batışı, sonu da ufkun kayboluşudur.” (Tirmizî, Salât, 2 [151]) buyurmuştur. Bir rivâyette de Hz. Peygamber (s.a.s.), yatsı namazını şafağın kaybolmasından sonra kılmıştır (Dârekutnî, es-Sünen, 1/495-496 [1037]. Rivâyetlerdeki ‘şafak’ veya ‘ufuk’ kelimeleri İmam Ebû Hanîfe’ye göre, kırmızılıktan sonraki beyazlıktır. Ayrıca İmam Ebû Hanîfe bu konuda delil olarak, “…Akşam namazı vaktinin sonu ufkun karardığı vakittir.” (bkz. Müslim, Mesâcid, 174 [612]) hadisine dayanmıştır. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’le birlikte diğer mezheplere göre ise akşam namazının son vakti, güneşin batışından sonraki kızıllık gidinceye kadar devam eder. Zira hadisteki şafak güneşin batışından sonraki kızıllıktır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), “Şafak kızıllıktır. O kaybolunca namaz vacip olur.” (Dârekutnî, es-Sünen, 1/506 [1056]) buyurmuştur.
Yatsı namazı ne zamana kadar kılınabilir?
Yatsı namazının vakti, akşam namazının vakti çıktıktan sonra başlar, “imsak” vaktine (tan yerinin ağarmaya başlamasına) kadar devam eder (Tahâvî, Şerhu me‘âni’l-âsâr, 1/159 [957-959]). Yatsı namazı bu süre içinde herhangi bir vakitte kılınabilir. Bununla birlikte bazı âlimler, bütün farz namazlarda olduğu gibi yatsı namazını da vaktinin ilk diliminde kılmanın Hz. Peygamber’in (s.a.s.) tavsiyesi gereğince daha faziletli olduğunu söylemişlerdir. Buna karşılık yine bazı rivâyetlere dayanarak yatsı namazını gecenin biraz ilerleyen diliminde kılmanın daha uygun olduğunu söyleyen âlimler de vardır (İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/278). Şâfiî mezhebine göre yatsı namazının vakti batı ufkundaki kızıllığın kaybolmasıyla başlar, tan yerinin ağarmasına kadar devam eder. Ancak bu mezhebe göre yatsı namazının vakti kendi içinde “faziletli”, “ihtiyârî”, “cevâz” ve “özür” olmak üzere dörde ayrılır. Faziletli vakit, vaktin başında kılınmasıdır. İhtiyarî vakit, gecenin ilk üçte bir vaktidir. Bundan sonra fecre kadarki vakit ise cevaz vaktidir. Bu vakitte yatsı namazını kılmak caiz ise de mekruhtur. Özür vakti ise yatsının cem-i takdim ile kılınacağı akşam namazı vaktidir (Nevevî, el-Mecmû’, 3/31).
Kılınmakta olan namaz henüz tamamlanmadan önce vakit çıkarsa bu namaz bozulur mu?
Sabah ve cuma namazı dışında namaz kılarken vaktin çıkmasının o namazı bozmayacağı konusunda âlimler görüş birliği içindedir. Sabah namazında ise güneş doğarken namaz kılmayı nehy eden hadislere dayanan İmam Ebû Hanîfe, güneşin doğmasının kılınmakta olan namazı bozacağını söylemiştir. Bunun yanında İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed son oturuşta teşehhüd miktarı oturulmuşsa namazın bozulmayacağını ifade etmişlerdir (Kâsânî, Bedâî’, 1/122-124; İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/386). Diğer mezhepler ise Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sabah namazının bir rek'atı kılındıktan sonra güneş doğar veya ikindi namazının bir rek'atı kılındıktan sonra güneş batarsa o namazın tamamlanacağını ve geçerli olacağını bildiren hadisine (Buhârî, Mevâkîtü’s-salât, 28 [579]) dayanarak namaz kılarken vaktin çıkmasının o namazı bozmayacağını belirtmişlerdir (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/102-103; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/273). Buna göre sabah namazında ihtilaf bulunmakla birlikte bir vaktin namazı kılınırken diğer vaktin girmesi ile kılınmakta olan namaz bozulmaz.
Kerâhat vakitlerinde namaz kılmanın yasak olmasının sebebi ve hikmeti nedir?
Güneşin doğmasından yükselmesine kadar olan zaman diliminde, güneş tam tepe noktasındayken ve güneşin batma zamanında namaz kılmak hadislerde yasaklanmıştır. Bu vakitlere kerâhet vakitleri denilir. Ukbe b. Âmir el-Cühenî’den şöyle nakledilmiştir: “Resûlullah (s.a.s.) bize üç vakitte namaz kılmayı veya ölülerimizi defnetmeyi yasakladı: Güneşin doğmasından itibaren (bir veya iki mızrak boyu) yükselmesine kadar, güneşin gökyüzünde tam dik oluşundan (batıya) yönelmesine kadar ve güneşin sararmasından itibaren batmasına kadar.” (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 293 [831]; bkz. Ebû Dâvûd, Tatavvu‘, 10 [1277]; Cenâiz, 55 [3192]). İslâm, Allah’tan başkasına ibadet etmeyi ya da bunu çağrıştıracak bütün tutum ve davranışları yasaklar. Belli vakitlerde namaz kılınmasının yasak veya mekruh olması da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Zira güneşin tam doğuş, tam tepe noktasında ve tam batış hâlinde olduğu zamanlar mecusilerin ibadet vakitleridir. Bu vakitlerde namaz kılmanın yasaklanması veya kısıtlanması, ateşperestlerin ibadet vakitleri ile çakışarak Müslümanların onlara benzememesi amacıyladır. Böylece Müslümanlarda kimlik ve ibadet bilincinin geliştirilmesi hedeflenmiştir. Ayrıca bu vakitlerin, namazın kemâl anlamda edasına engel bir özelliğinin olduğu da belirtilmiştir (bkz. Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 294 [832]; Ebû Dâvûd, Tatavvu‘, 10 [1276-1277]).
Vakitlerin oluşmadığı yerlerde namazlar nasıl kılınır?
Vakit, namazın şartlarından birisidir. İslâm bilginleri arasında “vakit, namazın şartıdır” gerekçesiyle vakitlerin teşekkül etmediği yerlerde o vaktin namazının farz olmadığını söyleyenler varsa da, namazın asıl sebebinin ilahî hitap olduğunu esas alarak, bu yörelerde namazların takdirle kılınacağını söyleyen âlimler çoğunluktadır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/362). Bir rivayette, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) âhır zamanda Deccal geldiğinde bir günün bir yıl, bir günün bir ay ve bir günün de bir hafta gibi olacağını ifade etmesi ve bu günlerde namazların takdir edilerek kılınması gerektiğini belirtmesi (Müslim, Fiten, 110 [2937]), bu görüşün delillerinden birisidir. Bu hadis, vakitlerin oluşmamasının namazı düşürmeyeceğini ortaya koyduğu gibi vakit oluşmayan bölge ve zamanlarda namazların, vakitleri takdir ederek kılınması gerektiğini açıkça göstermektedir. Anlaşılıyor ki, ilahî hitap, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünneti ve amelî tevatür gereği bütün Müslümanlar, bir günde yani 24 saatte 5 vakit namazla mükelleftirler. Aksi hâlde kutuplarda ve kutuplara yakın bölgelerde olduğu gibi dünyanın bazı yerlerinde yaşayan Müslümanların bir kısmı (altı ay gece altı ay gündüz olduğu için) yılda sadece beş vakit namaz kılacaklardır. Şu hâlde, bir bölgede herhangi bir namazın vakti gerçekleşmiyorsa veya tam olarak belirlenemiyorsa, o namazın vakti takdir edilerek kılınır.
Namazlar cem edilmek (birleştirilmek) suretiyle kılınabilir mi?
Belirli şartları taşıyan her Müslüman’a günde beş vakit namaz farzdır. Her namaz kendi vakti içinde edâ edilmek üzere farz kılınmıştır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Namaz, müminler üzerine belli vakitlerde edâ edilmek üzere farz kılınmıştır.” (en-Nisâ, 4/103) buyrulmaktadır. Bu itibarla normal şartlarda her namazın vaktinde kılınması gerekir. Ancak geçerli bir mazeretin olması durumunda namazlar birleştirilerek (cem’ edilerek) kılınabilir. “İki namazı birleştirmek” anlamına gelen “cem” öğle ile ikindi namazlarının öğle veya ikindi vaktinde; akşam ile yatsı namazlarının da akşam veya yatsı vaktinde birlikte kılınmalarını ifade eder. Hanefî mezhebine göre cem sadece hacılar için söz konusudur. Arefe (arife) günü Arafat’ta ikindi öne alınarak öğle vaktiyle birlikte (cem-i takdim sureti ile) kılınır. Aynı gün akşam namazı geciktirilerek, Müzdelife’de yatsı vaktinde birlikte (cem-i te’hir) kılınır. Bunun dışında namazları cem ederek kılmak caiz değildir (Kâsânî, Bedâî’, 1/127). Diğer mezheplerde (aralarında bazı konularda ihtilaf olmakla birlikte) sefer, yağmur, fırtına gibi mazeretlerle öğle ile ikindiyi veya akşam ile yatsıyı cem-i takdim ya da cem-i tehir yoluyla kılmak caizdir. Bu görüşün delillerinden birisi İbn Abbâs’ın verdiği "Resûlullah (s.a.s.) Tebûk seferinde öğle ile ikindi, akşam ile yatsı namazlarını birleştirerek kıldı." (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 51-53 [705-706]) haberidir. Hanefîler bu ve benzeri hadislerde söz konusu olan cemin, sûrî (bir namazı vaktin sonunda, takip edeni de vaktin başında peş peşe kılarak, şeklen bir birleştirme) olduğunu söylerler (Muvatta’, Salât, 203 [Şeybânî Rivâyeti, Bâb: 59]; Tahâvî, Şerhu me‘âni’l-âsâr, 1/162 [978-980]; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/173-174). Önemli mazeretlerin bulunduğu durumlarda Hanefî birisi de diğer mezhepleri taklit ederek anılan namazları cem ederek kılabilir. Mesela seferde olmak, imtihan saatiyle çakışmak, doktorun ameliyatta iken namazı vaktinde kılamaması gibi zarûret ve ihtiyaç hâllerinde öğle ile ikindi, akşam ile yatsı namazları, cem-i takdim veya cem-i te’hir ile kılınabilir. Namazları birleştirerek kılacak kişi, bu namazları peş peşe ve sırasına göre kılar; iki farz arasındaki sünnetleri kılmaz, başka bir şeyle meşgul olmaz. Öğle ile ikindinin farzları, öğle veya ikindi vaktinde; akşam ile yatsının farzları, akşam veya yatsı vaktinde peş peşe, ara vermeden kılınır. Sabah namazı ne yatsı ne de öğle ile birleştirilemediği gibi ikindiyle akşam veya yatsı ile sabah da birleştirilemez.