text
stringlengths
1
180k
Stephen William Hawking... Fiziği bana sevdiren adam; daha doğrusu evreni anlamamı, onun hakkında korkmadan sınırsız hayaller kurabilmemi sağlayan müthiş kozmolog. Tekerlekli sandalyesinden uzayın derinliklerine ulaşabilen bir dahi. Dini nedenlerden dolayı çoğu insanın cevap vermeye dahi cesaret edemediği şeyleri özgürce formüllere dökmeye çalışan bir cesur. Hatta egosu olmayan bir cesur; çünkü bazen kendi kurduğu teorileri utanmadan çürütüp yeni teoriler ortaya koymuş birisidir kendisi; yani hatalarını kabul etmek onun için basit bir şeydir. Her Şeyin Teorisi bize bu müthiş bilim adamının hayat öyküsünü bütün çıplaklığıyla sunan bir biyografi filmidir, aynı zamanda Hawking'in değerli kitaplarından birine verdiği ismi taşır kendisi. Hawking'i çok övüyormuşum gibi görünüyor değil mi? Peki, ben bu adamı neden bu kadar çok seviyorum? Belki anlatınca siz de onu çok seveceksiniz ya da en azından sizde bir merak uyandırabilirim onun hakkında. Çok film izleyen birisiyimdir ve tabii ki izlediğim filmlerin arasında birçok biyografi filmi bulunmakta; fakat Her Şeyin Teorisi şimdiye kadar izlediklerimden çok farklı. İzlerken dikkat ederseniz diğer filmlere nazaran ne müzikle ne de derin drama sahneleriyle izleyiciyi etkilemek gibi Taşbaş 2 bir çaba sarf edilmiş. Sahneler çok basit; fakat yine de bizim için çok görkemli bir hale gelebiliyor. Nedeni tamamen Hawking'in öyküsüyle ilgili. İzlerken biz yüklüyoruz sahnelere müziği ve duyguyu; çünkü her şey ortada, senaristin ya da diğer görevlilerin fazladan bir şey yapmasına gerek yok. Daha net açıklamak için size biraz filmin içeriğinden, yani Hawking'in hayatından bahsedeyim. Matematiğe aşık olmasına rağmen Oxford'da böyle bir bölüm olmayınca fiziğe yönelmiş ilerleyen zamanlarda da kozmoloji, yani evren bilimi üzerine çalışmak için Cambridge'e gitmiştir. Filmimiz buradan başlar. 20'li yaşlarda ALS hastalığına yakalanır ve hayatı tamamen değişir. Şaka yaptım aslında değişmez; çünkü o ideallerinin peşinden sonsuza dek gitmeye yemin etmiştir. Şunu yazarken bile ellerim titredi ve duygulandım; çünkü büyük bir irade öyküsü vardır. Hastalığı öncesi tanıştığı eşi hastalığına rağmen onunla evlenmiş ve ona dünyalar güzeli 3 çocuk vermiştir, beraber koşup oynayamadığı 3 çocuk. Aslına bakarsanız Hawking'i çok sevmeme rağmen özel hayatıyla ilgili bu tarz ayrıntıları film sayesinde öğrendim. Beni en çok etkileyen yanı ise şu hastalık meselesiydi. Onun ALS hastası olduğunu biliyordum; ama bu konu hakkında hiç düşünmediğimi fark ettim. Sonra neden böyle bir şeye odaklanmadığımı düşününce ona karşı hayranlığım bir kat daha arttı. Hawking aslında hiç hasta olmamıştı. Daha doğrusu bize bunu hiç hissettirmedi; çünkü kendi de kabul etmek istemedi bunu. Filmdeki şu acı çektiği sahneleri atsalar, neredeyse şüphe duyulacak hastalığından mustarip olduğuna. Teorileri, yazdığı kitapları, konuşmaları... Sanki bütün dünyayı gezmiş, hatta uzay yolculuğu yapmış bir insan gibiydi, halbuki hastalığının ilerleyen zamanlarında konuşma yeteneğini bile yitirmiş bir ALS hastasıdır kendisi. Peki, Hawking bunu nasıl başardı? İdealleriyle... Filmde bir sahne var ki her şeyi özetleyen. Doktoru Hawking'e kaslarının işlevlerini kaybedeceğini ve yaklaşık 2 sene içinde öleceğini söylediğinde Hawking beynine bir şey olup olmayacağını sorar ve doktordan hayır yanıtını almak onun için yeterli olur. En büyük emeline ulaşabilmesi için bir engel yoktur; çünkü bilinci yerinde olacaktır. Her şeyin teorisi... Basit ama şık görünümlü bir formülle evreni açıklamak... İşte Hawking'in başarısı burada yatar. Elinde kalan son şeyleri hedefleri uğruna sonuna kadar kullanmayı seçmiştir. Hastalık duygusuyla uğraşmak yerine hayal gücünü ve azmini kullanmış ve bu da onu sandalyesinden kaldırıp evreni dolaşmasını sağlamıştır, beyniyle... Taşbaş 3 Hawking'in ideallerine bağlılığının dışında hayran olduğum hatta birçok kişiyi de peşinden sürüklemesine neden olan şey olduğunu düşünüyorum, o sınırsız hayal gücüdür. Öyle bir şey yapıyor ki fiziği hayal gücünün yoldaşına çeviriyor. Fiziği zevkli ve tartışılabilir bir konu haline getiriyor ki bu da çoğu insanın öğrencilik hayatından itibaren açlık duyduğu bir şey. Bu yüzden peşinden birçok insanı sürükler Hawking; çünkü fiziği tek düze bir şekilde formüllerle değil de o formülleri hayatımızdaki yerlerine koyarak anlatır. Eğer izlediyseniz filmde de fark edersiniz bunu hemen. Çevresindeki insanlar onun sayesinde o kadar rahat öğreniyor ki o karmaşık görelilik ve kuantum gibi zımbırtıları. Zımbırtı dediğime bakmayın, aslında hiç de öyle değiller. Tabii ki Hawking'in konuşmalarını vs. yi takip etmeseydim bana da karışık gelmeye devam edeceklerdi. Aslına bakarsanız bunlar üzerine konuşmak aşırı zevkli. Fiziğin kendisi zevkli; fakat ne yazık ki aldığımız eğitim tarzı bizi bu zevkten mahrum bırakıyor, hatta ondan gittikçe soğuyoruz. Fizik çevremizi anlamamızı sağlayan temel bilimlerden birisi ve biz onu terk ettikçe aslında çevremizi de terk ediyoruz. Düşünmek yerine ezbere yöneltiliyoruz ve ezberlenen şeylerin çabuk tükendiği gibi biz de tükeniyoruz. Bazen hayalini kuruyorum medeniyetlerin altın çağlarını, hani şu herkesin bir şeyler icat ettiği, insanı, doğayı tanımaya çalıştığı zamanları. Keşke diyorum o dönemlerde yaşasam. Teknoloji aşığı olmama rağmen varsın internet olmasın, yeter ki ezberlemek yerine konuları tartışabileceğim bir zamana gideyim ya da Hawking'le oturup onun o "Her Şeyin Teorisi"ni bulmaya çalışmasını izleyeyim, edebilirsem yardım edeyim; çünkü eğer beyni tükenmediyse eminim ki hala o formülü keşfetmeye devam ediyordur.
Şikayet ettiğiniz yaşam belki de başkasının hayalidir demiş Tolstoy. Başka insanların pencerelerinden içeriye bakmakla o kadar meşgulüz ki bizim kapımızın önünde bekleyenleri fark edemiyoruz bile. En azından kendi açımdan söyleyebilirim ki; yaşamımdan, sahip olduklarımdan hatta kendimden o kadar bıkkınım ki güzel olan şeyleri görmekte zorlanıyorum. Hep eksik olanı, hep başkasında olanı; bende olmayanı istiyorum. Oysa dışarıda belki de benim sahip olduklarımı kazanmak için çaba sarf edenler var. Aynı şekilde benim de her şeyimi feda etmeye hazır olduğum, gıpta ettiğim, kıskandığım, yan gözle baktığım yaşamlar da var ama içlerinde; dışarıdan gösterdikleri ihtişamı taşımıyorlar. Bana büyülü gelen o diyarlar yakınlaştıkça sadece bir seraptan ibaret olduğunu gözler önüne seriyor. O yolda ilerlemek, sonunda gözüken o büyülü dünyaya gitmek için yakıcı bir hırsla ilerliyorum. Hatta ben bazen yoldan savrulsam bile, ilerlemek yerine geriye sürüklensem bile umursamıyorum. Sırf bir ışığın göz kamaştırmasına kanıp vazgeçemiyorum. Bütün bu çabanın sonunda, nihayet o ışığa sahip olduğumda ise ışığın elimi yaktığını ve git gide karardığını gördüğümde eskisinden de bin kat daha mutsuz ve umutsuz oluyorum. Mutsuz oluyorum, çoğumuz oluyoruz çünkü büyük istekler her zaman bir bedelle gelir ama biz bunu bilmiyoruz, farkına varamıyoruz kaybettiklerimizin, sadece ödülün bizi cezbetmesine izin veriyoruz. Bir yolda hiç durup durmadan koşmak bizi ancak yorar ve etrafımızdaki güzellikleri fark etmemize engel olur. Bir yolun tadı ancak yavaş yavaş her şeyi görüp benimseyerek çıkarılabilir. Hırsa kapılıp başkasının hayatlarına uzanmak için atılan o koşar adımlar kimseye fayda vermez. Onun yerine bu yolda gösterdiğim çabayı sahip olduğum güzellikleri görmeye ve onları geliştirmeye gösterseydim başka hayatların içinde bir figüran olmayı hayal etmek yerine kendim olabilirdim. Ben hep kazandığım bir şeylerin benden bir şeyler götürdüğüne inandım. Başarılı olmak, yüksek notlar almak için çok çalıştığımda bana ihtiyacı olan insanlara, sevdiklerime zaman ayıramadım ve onları kaybettim. Sonunda başarıya ulaşıp da etrafıma bakınıp bunu paylaşacak kimsem olmadığında mutsuzluğun ve çaresizliğin ne demek olduğunu, sahip olduklarımın kıymetini anladım. Hep fazlasını istemekle o kadar kördüm ki, sürekli hayaller kurdum eğer bir gün dileklerim gerçekleşirse ne yaparım diye ama bu sırada bunun tam tersinin de olabileceğine hiç olasılık vermedim. Eğer kendi kendine yetmeyi bilen, elindekilerle mutlu olmayı becerebilen bir insan olarak kalabilseydim ya onları kaybedersem diye bir aklımdan geçirseydim onları kaybetmemiş olabilirdim. Onları kaybetmek benim en büyük korkum olurdu ama aynı zamanda bu olasılığı düşünmek bana onları kaybettiğimde bununla nasıl başa çıkabileceğime dair fikirler de kazandırırdı. Tek başıma da hayatımı sürdürebileceğimi bilmek bunu ispatlamak bana güç verebilirdi. Kendime olan inancımın artması da bana gerçekten ne istediğimi, asıl hedefin asıl hayalin ne olduğunu gösterirdi. Hedeflerimizi kesin olarak belirlemek ve o yolda ilerlemek bizi biz yapacak en önemli şeylerden biridir. Belki siz de benim gibi içten içe en aşağı tabak diye tabir edilen insanların hedeflerinin küçük olduğunu, tek gayelerinin hayatta kalabilmek olduğunu sanıyorsunuzdur ama aslında durum öyle değil. Eğer bir insan en dipteyse zaten gidecek başka yeri yoktur mecburen yukarıya tırmanır ama her şeye sahipse, zirveye yerleştiğinde bundan sonraki adımı kestiremez ve kutup yıldızını kaybeder. Bu yüzden de başka insanların hayatları ona cazip gelir. Hayaller o zaman net olmamaya başlar ama en dipteyken her şey net gözükür, işte o an başka insanların sahip olduklarıyla ilgilenmek yerine gerçekten de ne yapması gerektiğini, aslında içinde ne istediğini keşfeder çünkü orada artık sadece kendisiyledir.
Baba olmanın değerini fizyolojik sebeplerden dolayı hiçbir zaman anlayamayacak birisi olmam babanın değerini anlayamayacağım anlamına elbette ki gelmiyor. O baba ki, gölgesi dinlenecek bir liman, varlığı sırtını her daim dayayabileceğin bir çınar. Öfkesi sanki bir volkan patlaması gibidir ama lavları gıdıklar sadece minik kızını, yakamaz kızamaz o bana. O gülünce kuşlar şarkı söylemeye başlar onun kahkahaları ile birlikte. Ağlayınca neler olur bilemiyorum çünkü yanımda ağlamayacak kadar güçlü durmaya çalışır kendince. Düşünür ki onun gözyaşları yanaklarını ıslatmaz sadece, beni yaralar. Baba olmayı anlayamayacağım belki ama onun değerini anlayacağım her zaman. Küçük bir kız çocuğuyum belki de onun gözünde ne kadar büyüsem de. Nasıl olmayayım ki zaten? Ben hala onsuzluk kabuslarıyla kan ter içerisinde uyanırken, o rüyalarımda hala canavarlar gördüğümü düşünüyor. Böyle düşündükçe beni daha çok korumak istiyor haliyle. Büyüdüm demek de işime gelmiyor çoğu zaman. Hatıralarımın başkarakterini, düşlerimin süper kahramanını, ilk aşkımı, beni yalnızlıkla yüzleştirmeyen tek gerçeğimin sevgisini masum şımarıklıklarımla ödüllendirmek istiyorum hep. Şımarabilmek içinse büyümüyorum hiçbir zaman. Evet, farkındayım tabii ki, herkesin babası kahraman, herkesin babası kutsal... Ama bazen o kadar alışıyorum ki babamın varlığına ve varlığının bana verdiği mutluluğa yokluğunun hayali bile bir kara delik olup boğuyor beni. Korktuğum hayaller ise bir solukta okuduğum Babamın Ardından kitabında Müge İplikçi'nin kaleminde vücut bulmuşlar. Babasını kaybetmiş bir ailenin, temeli sarsılmış bir bina gibi her şeye rağmen hayata devam edebilme hikayesini okurken kendimi de hikayenin kahramanlarının yerine koymadan edemedim. Çoğu zaman değerini bilmediklerimiz geldi aklıma sayfalar akıp giderken. En son ne zaman babama sarılıp onu çok sevdiğimi söylediğimi düşündüm. Veya hangi sabahtı en son "günaydın babacım" diyerek onu öpüp uyandırışım hatırlayamadım. Büyüdükçe sevgim mi azaldı diye sorgulamaktan alıkoyamadım kendimi. Bir şeyden emindim, yokluğunun hala yeri doldurulamaz bir boşluğa sebep olacağı babama olan sevgim bir an bile azalmadı ama ben büyüdükçe sanki aramızdaki mesafeler de azalmayacak bir engele dönüştü. İnsanlar büyüdükçe her ilişkisi de böyle masumiyetini kaybeder mi diye düşünmeden edemedim. Nitekim masal anlatmasını isteyen şarkılar kulağımda tatlı bir melodiyken önceden, şimdi ise içimde acıya sebep olan özlem şarkılarına dönüştü. Kısacık bir masaldı çoğu zaman istediğim başrolünün ve senaristinin babamın olduğu. O anlatırdı, ben dinlerdim... Bitmesin diye uykusuzluktan gözlerimi açamayacak halde olsam da direnirdim. Ben ne kadar gözlerimi açık tutarsam o kadar uzardı kahramanlıkları anlattığı hikayelerde. Şimdi ise hayat denen ırmağın şiddetli sularında ancak verdiği öğütlerin kulağımda kalan son kırıntılarıyla savrulup gidiyorum. Hikayelerini dinlediğim yorganımın altı kadar sıcak olmasa da o güzel anılarımız, üstü tozlanmış bir çeyiz sandığı gibi her an sağlam, mağrur ve dimdik ayakta yer tutuyor hayatımda. Büyümekten korkardım bunlarla yüzleşmekten korktuğum için. On dokuz yaşımda, şarkılara konu olan gençliğin en güzel çağlarında, büyümek zorunda olmak mı daha korkutucu, yoksa hiç büyüyememekten korkmam gerekiyor mu bilemiyorum. Lakin belki de aldığım her nefes kadar gerçek, yediğim her lokma kadar kutsal babamın yokluğunu, bir bu kadar gün daha tecrübe etsem bile korkuyla karşılayacağımdan eminim. Yılların acımadan sertleştirdiği kalbimde hala sıcaklığını kaybetmeden fokur fokur kaynayan bu sevginin tek somut gerçeğini, babamı, elimden daha fazla tutamayacak, saçlarımı daha fazla okşayamayacak halde düşünmek, yarattığı korkuyla kaskatı kesilmeme sebep oluyor bir anda. Sonra bu korkudan yine ona sığınıyorum, şimşek çakar çakmaz yanına koştuğum günlerdeki gibi. Onun beni her şeyden koruyabileceğine, bir pelerini olmasa da gücünün her şeye yeteceğine güvenerek. Babam yapar, diyorum. Burada olmasa da o bunu bile bir şekilde halleder.
Algı Kapıları adlı kitabında Aldous Huxley, insanlardaki zihin yapılarının çeşitliliğinden bahseder. Bir sanatçının dünyayı nasıl gördüğünü anlıyor olamayacağımızı konuşur, ki sadece sanatçınınkini değil, bir mühendisinkisi olsun, veya bir bilim insanınınkisi. Hiç fark etmez, bizim anlayamadığımız herhangi bir meslek dalına ait bir bireyin düşünce sistemini, hayata bakış açısını hiçbir zaman tam anlamıyla bilemiyor oluşumuz, insanların zihinsel olarak fazlaca çeşitlilik halinde olmasındandır. Bu da bana göre muhteşem bir çeşitliliktir. Hayat denilen olgu, özünde aynıdır. İnsanlar olarak hepimiz canlıyız, duygularımız var, soluyoruz ve yaşıyoruz. Fakat genelden bireye indiğimizde, o muhteşem çeşitliliğe rastgeliyoruz. Evrenin sistemi, kanımca, her yerde benzer. Gezegenleri, galaksileri genelleştirebiliriz. İnsanlarda genelden bireye indiğimize benzer, evreni genel olarak baz aldığımızda ve özele doğru indiğimizde, gezegenlere vardığımızda, yine karşımıza muhteşem çeşitlilik ortaya çıkar. Yazar A. Huxley, Algı Kapıları'nda bizleri kaktüsün kökünden yapımı sağlanan meskalin adlı bir madde ile karşı karşıya getiriyor. Bu madde, beynimiz hariç glikoz kullanan organlarımızda glikoz emilimini artırarak beynimize giden glikoz miktarını düşürüyor. Beyne az miktarda giden glikoz da beynin biraz daha az çalışmasını ve beynimizin sırf ego tatminliğine yönelik olan düşüncelerimizin otomatik olarak olmamasını sağlıyor. Kullanıcıyı mekan ve zamandan ayırıyor. Bizi varlıktan bir miktar uzaklaştırıyor. Bir zamanlar önce bulunduğumuz sonsuzluğa bir nebze de olsa yaklaştırıyor. Şu ana kadar A. Huxley'den edindiğim bilgiler çerçevesindeki izlenimlerimi paylaştım. Sırada mevcut bilgilerimle A. Huxley'den edindiğim bilgilerin bir araya gelmesinden sonraki oluşan düşüncelerimi aktaracağım. Huxley'in belirttiği meskalin maddesinin kullanım sonuçları aslında bizlere hiç yabancı değildir, hepimiz biliyoruzdur sonuçlarını. Kanımca bu maddenin, insanlığın var oluşundan bu yana süregelmiş olan binlerce ve üç büyük dindeki buyruklarla -din tarafından söylenmiş olan ve insanların gerçekleştirmesi gereken buyruklarla- bir ilgisi var. Bu buyruklar, kendi kelimelerimle, bireyin evrimin bir oyunu içerisinde olmasından kaynaklanan içgüdülerinin terbiye edilmesini sağlayabilir. Buyruklar sayesinde ise birey, hayatı rol alan bir oyuncu gibi yaşamasından ziyade kendi hayatında yönetmen olur. Bu da, buyrukların bireye evrimsel yönelimin hayatın amacı olmadığını öğretmesiyle ve asıl amacın ise hayatın ta kendisine odaklı olması gerektiğini göstermesiyle gerçekleşir. Bireyin yaşama amacının kendi doygunluğuna ulaşması ile sadece hayatı başlı başına yaşaması arasında fazlaca fark vardır. Buyruklar da vermiş olduğum ikinci öncüle ortam hazırlamaya çalışır. Bu sayede birey, kendisi yerine hayatı kaideye almış olur. Örneğin İslam dininden bir örnek verelim. Çoğu Müslümana göre sükunet içerisinde kılınan bir namaz insanı sakinleştirir, yatıştırır. Namaz kılmanın sakinleştirici etkisinin arka plandaki nedenlerine gelecek olursak, Kaplumbağa Terbiyecisi'ndeki terbiyeci gibi sükunet içerisinde namaz kılan bir insan da kendi öz isteklerini terbiye etmiş olur. Bu sayede sakinleşme, kabul etme ve şimdiki ana odaklanma gerçekleşir. Sadece İslam'da değil, diğer bütün büyük veya küçük; unutulmuş dinlerdeki ibadetler de buna benzer şekildedir. Bireyin içgüdülerinden gelen istekleri yatıştırmaya, dolayısıyla bireyi sakinleştirmeyi sağlama amaçlıdır. Meskalin adlı madde de buna benzer, bireyin içgüdüsel isteklerini arındırır. Fakat bunu beyne oksijen gidişini engelleyerek, yani kimyasal yoldan yapar. Fakat din bunu psikolojik yönden çözmeye çalışır. İnsan olmamız yanında belki birçok "kişisel" hazzı getirse de toplumsal olarak "bir" olmamızı engellemek gibi dezavantajları da mevcut. Kişisel hazlarımız evet var, lakin Adam Philips adlı yazarın da Kaçırdıklarımız: Yaşanmış Hayata Övgü adlı kitabında belirttiği gibi her bir haz karşılığında o hazı elde edememe riskini oluşturur. O hazı elde edemediğimiz takdirde egomuz tatmin olmaz ve bizde bir boşluk oluşur. Bundan dolayı insan olmamız büyük bir risktir. İnsanın sonsuzluktan indirgenmiş bir yapı olduğunu söyler A. Huxley. İlginç olarak A. Huxley, duyu organlarımızın seçici olduğu fikrine, yani çevremizden bazı şeyleri ancak duyu organlarımızla seçip algıladığımız ve anladığımız fikrini reddeder. Aksine A. Huxley, duyu organlarımızın bizleri çevremize hapsettiği ve sonsuzluğun anlamını, algısını duyu organlarımızın eleyici rolü olduğundan ötürü kaybettiğimizi belirtir. Fizikçi Lawrence Krauss'un da dediği gibi hepimiz yıldız tozuyuz, ve bazılarımız da aynı yıldızın tozunu paylaşmakta. Bütünden parçaya indirgendik, sonsuzluktan sonsuzsuzluğa doğru. "Algı kapılarımız" daraldı. Yaşadığımız müddet, edindiğimiz önyargı miktarı kadar daha da daralmakta. Açmak için sağlıklı bir zihin ve beraberinde sağlıklı bir zihniyete sahip olmamız bir gereksinim. Daha sonra mütevazı bir biçimde yaşamalıyız ki sağlıklı bir Muhammet Fatih Ulu zihniyet yaratabilmek için verdiğimiz uğraşlar boşa gitmesin. Sade bir yaşam sürmeliyiz kanımca, ancak o zaman meskalin adlı maddeyi kullanmadan bile etkilerini anlayabiliriz. Hani Mevlana der ya, içmeden sarhoş oldum, tam da bunun gibi. İşte o zaman insanlık için bir gereksinimden doğan dini buyrukları gerçekleştirmeden tesirlerini hissedebiliriz. Dünya aslında bir, bu çok bariz fakat görene. İnsanlar kendi aralarında her ne kadar farklı olduğunu, bir mühendis bir bahçıvandan ne kadar farklı olduğuu düşünürse düşünsün, bu farklılıklar üzerine düşünmenin hüsran olacağı farklılıklar, değersiz ve az. Tüm dinlerin de kökeninin benzer olduğunu söylemez mi Richard Dawkins, insan her yerde insan sonuçta. Bilim, bizler öldükten sonra gömülürsek eğer çürüyeceğimizi söyler. Buna göre, sonraki olayları da tahmin etmek mümkün. Sonra, ufak parçalarımızı bir bitki, belki de toprak tarafından kendisine katacak. Daha sonrasında ise bu bitki, farklı bir insan tarafından yenilecek ve atomlarımız artık o insanda olacak. Kim bilir, bizim atomlarımız önceden neyin, kimin atomlarıydı. Hiçbirinin sahibi yok, tüm canlılar sanki değişmeli olarak hayat oyununu oynuyor. Dinde de denmez mi öldükten sonra dirileceğimiz. Bu diriliş bireylerce farklı algılanabilir, ama önemli nokta bilimsel bilgilerden yola çıkarak elde ettiğimiz bilgilerle tutarlı bir sonun verilebilmesinin mümkün olduğu. Atomlarımız belki bir başka bedende vuk'u bulacak ve ruhumuz ezelden beri bulunduğu sonsuzluğa geri dönecek. Her ne kadar da insanlar arasında gürültü patırtı olsa da hepimizin üzerine dil döktüğü husus aynı kapıya çıkmakta. Ama maalesef çoğu insan, hor gördüğü bir başka insanla aynı kapıya çıkmayı idine -popüler adı ego, egosuna- yedirememekte. Herkes çocuk olsa hiç savaş olur muydu? Bence olmazdı, çünkü çocukken önyargı yoktu, hor görme neydi bilinmezdi. Bilinçaltlarımız temizdi, "algı kapılarımız" ardına kadar açıktı. Fakat şu anda, yaşama telaşemiz ve hırsımız bilinçaltımızda dururken, barışı sağlamak ne yazık ki pek de mümkün gözükmüyor. Fakat kanımca insanlar bilimi, özellikle psikanalizi anlamaya başladıkları zaman, umalım ki popülerleşsin, dünyayı daha barışçıl bir gelecek bekliyor diyebiliriz.
İnsan ne kadar kendisi, ne kadar bir başkasıdır ki? İstekle baktığım aynalar ne kadar doğruyu söylüyor? O güzel söylemlerin üstündeki parlak örtüyü kaldırıp baktığımızda görünür gerçek. Herkesin bir bataklığı var, derin bir kuyu gibi. İçine girdi mi çıkamaz insan. Umutsuzluk gibi, ağlamak gibi, kahkaha atmak gibi... Burası benim bataklığım. İçinde milyonlarca ağıt var. Kafası karışmış bir cüceyim ben yahut üstün yetenekleri olan bir dev. Ben aslında çok da iyi biriyim. Dürüst, çalışkan, yetenekli... Bu kadar yeter, daha fazla yalan söylemeyeceğim. Yalancı, aksi, hırçın, tutarsız biriyim ben. Ben aslında ben değilim, kendi bataklığımda sürünen bir "böcek" gibi, benliğimin bir anlamı yok. Varlık ya da yokluk bu pis kokan malikanede aslında bunun da bir önemi yok. Bu dünyanın bütünüyle böyle bir yer olduğunu düşünüyorum işte. Karanlık, soğuk, rutubetli... Sislerin ve karmaşıklığın dünyası... Değişen ruh hallerinin bir yansıması gölgeler. Gölgeler, bir var bir yok gibiler. Sevgiler bir var, bir yoklar. İnsanlar çoğu zaman yok, bazen gölgeleriyle buradalar. Evet, yanlış görmüyorsunuz, tüm bunları karşımda tüm hissizliğiyle duran kırmızı sandalyeye anlatıyorum. Onun nezdinde kalbime, akciğerlerime, yorgun gözkapaklarıma ve bıraksam kalkıp önce hızla bu şehirden, sonra da bu dünyadan koşacak olan bacaklarıma anlatıyorum. Benden ayrı hayalleri olan ruhumla aynı bedene hapsedilmiş gibiyim. Birbirimize muhtaç ve mecbur iki düşman gibi... Anlaşamıyor ve nefret ediyoruz birbirimizden. Bedenim ve ben... Bu sandalye de bizden nefret ediyor. Zaten biz de ona bayılmıyoruz. Yalnızlığımın doruklarında uçarken ben, iki kelamı dinletmeye zorladığım bir meta bu, düştüğünde kalkacak mecali bile yok. Onu adam yerine koyduğuma sevinmeyip bir de edalı bakışlarla küçümsüyor hikayemi. Bak sen şu arsıza. Daha önce hiç böyle öfkelenmemiştim sanıyorum. Tek elimle itekleyip düşürüyorum onu yere. Artık bu sonsuz sözleri ona anlatmıyorum. Gerçi ben neyi anlatıyorum ki. Ya da kime anlatıyorum. Kendimi mi, kendim olmayışımı mı? Burası benim yeraltım işte. Bu oda, bu dört duvar, bu loş ışık. Burası da benim dünyam. İçeri girdiğimde ruhumun kapısını açıp serbest bırakıyorum onu. Kah o lanet sandalyenin üzerine oturuyor, kah yerdeki halı desenleriyle haşır neşir oluyor. Ruhum paramparça oluyor o an, öyle bir dağılıyor ki toplamak bazen günlerimi hatta haftalarımı alabiliyor. İşte toplayabildiğim kadarıyla yazıyorum size bunları. Zavallı bedenim, onu dağıtma imkanım yok. En fazla farklı şekillerde oturuyorum koltuğa. Tek değişiklikleri bu. Bense en çok ruhumun serbest olduğu zamanları seviyorum. Her şeyi düşünüyormuş gibi oluyorum o an ama hiçbir şey düşünmüyorum. Her şeyi söylüyor gibi yazıyorum ben. Sadece, sadece yazıyorum. Kelimeler de anlam veremiyor bazen benim bu ruh hastası hallerime. Aslında beni bir tek fonda çalan akustik gitarın içli sesi anlıyor, o da yanlış anlıyor. Benim en duygulu olduğum yerde başlıyor hızlı ritimlerine, benim en sustuğum yerde konuşmaya kalkıyor. Ne münasebet deyip oturtuyorum onu da yerine. Bu bataklığın sahibi benim diyorum ona. Yalnızca ben söylemeli, yalnızca ben düşünmeli, yalnızca ben ağlamalıyım. Böyle de bencilim işte. Herkes olduğum kadar kendimim. Burası benim bataklığım. Burası benim karanlığım. Burada gündüzler soğuk ve parçalı bulutlu, geceler ise daha da soğuk ve kar yağışlı. Ben gündüzleri hiç sevmem. Kırmızı sandalye en çok gündüzleri sever. O yüzden onu daha da sevmem. Ben geceleri de sevmem. Mavi kalemim de geceleri sevmez, onu da en çok ondan severim. Tanıştırmayı unuttum galiba. Mavi kalemim, benim can yoldaşım. Sevdiğim tek dinleyicim odur. Hatta bu dünyada sevdiğim tek varlık da olabilir. Acı gerçek şu ki, bir gün o da bitecek ve ben yenisini almayıp yalnızca onun inzivasına çekileceğim. Acı çekmek de bir yaşama tarzı aslında. Hayata dolu tarafından bakmaktan daha da üstün bir tarz hem de. Daha dayanıklı oluyor başta insan. Daha kabullenebiliyor gerçekleri. Güneşli, parlak yaz günlerinde bile acı çekerim ben, çünkü bir yerlerde kardan adamlar eritiyor muhtemelen. Acılar büyütür insanı, bazen de küçücük yapıp buruşturup atar bir köşeye. Burası benim bataklığım, burası karmaşanın en yoğun olduğu masa. Bu kağıt, defalarca buruşturulup atılanlardan sonra buruşturulmamasına karar verilmiş son kağıt. Karşıdaki aynanın bir önemi yok. Görünen siluetin bir anlamı yok. Gündelik mevzular arasında kaybolup şuursuzca bağıran bir çocuk var zihnimde, yaşlı bir bilgeye kafa tutuyor. Bir çocuk ne kadar kafa tutabilirse o kadar tutuyor, bir bilge ne kadar çok şey bilirse o kadar biliyor. Mavi kalemim ne zaman biterse bu yazı o zaman bitiyor. Varoluş ve yok oluş arasına sıkışmış bir devim ben ya da yeraltımda kaybolmuş ve pis kokmaya mecbur kalmış bir cüce. Şimdi hızla uzaklaşmalı buradan. Ruhum daha da dağılmadan, bu koku benliğimi daha da sarmadan.
Yalnızca kendi devrinin değil, tüm zamanların idolü olmuştur Monroe. Ölümünün üzerinden geçen elli dört seneye rağmen, günümüzün yıldızlarından bile daha fazla söz ettirir adından. Yetimhanede yaşayan ufacık kız çocuğu Norma Jeane'den, tüm hafızalara adını kazıyan Marilyn Monroe'ya dönüşme hikayesi beni her zaman çok etkilemiştir. İşte bu dünya yıldızının hikayesinin bilinmeyen tara arı gözler önüne seriliyor Marilyn Monroe, Notlar kitabında. ''Tıpkı bir madalyon gibi, Marilyn'in de iki yüzü vardı. Işık saçan sarışının aydınlık yüzü ve eksiksiz bir hayatın özlemini çekip iş, arkadaşlıklar ve aşk ilişkilerinde daima hayal kırıklığına uğrayan, fazlasıyla FLAŞLAR İÇİNDEKİ IŞIKSIZ YAŞAM $1mükemmeliyetçi bir insanın karanlık yüzü.'' diyor Stanley Buchthal ve Bernard Comment kitapta. Kolay sayılamayacak bir hayatı vardı Norma'nın. Babasını hiç tanımayan ve yetimhanede büyüyen, sırf yetimhaneden kurtulmak için daha on altı yaşındayken aşık olmadığı bir adamla evlenen gencecik bir kızdı. ''Onunla ilişkim, yalnız geçirdiğimiz ilk geceden beri güvensiz. Aslında başta onla asla kalmazdım ama klasik müziği sevmesi ve entellektüelliği beni etkiledi.'' diyor Norma, daktiloyla yazdığı notlarında. Ne kadar değişik duygular içinde olduğunu anlamak çok güç. Hiç tanımadığı bir adamla evlenen 16 yaşında bir kıza göre kulağa çok olgun gelen notları, aptal sarışın etiketi yapıştırılmaya çalışılan bir kadından çok daha fazlası olduğunu kanıtlıyor bana. Eşi Marilyn'in boy boy fotoğra arını görmeye dayanamayıp sürekli sinirlense de, ona boyun eğmeyip hede erinden vazgeçmemesi de ne kadar güçlü bir genç kadın olduğunun göstergesi. Onun yaşındaki, yetimhanede büyümüş, sevgi görmemiş ve sonunda bir adamın onu sevdiğini, kendisinin de onu sevebileceğini düşünen çoğu kadın böyle bir durumda pes ederdi sanırım. Niagara, Erkekler Sarışın Sever, Milyoner Avcıları lmleriyle iyice üne kavuştu Marilyn. Eşiyle de boşandı tabii. Filmleriyle birlikte parayı ve mücevherleri çok seven aptal sarışın etiketi iyice üzerine yapıştırılmaya çalışılıyordu. Kendisi bu durumu ''Ben kimseyi kandırmadım. İnsanların kendilerini kandırmalarına izin verdim sadece. Kimse, gerçekte kim olduğumu, ne olduğumu öğrenmeye zahmet etmedi. Benim için bir karakter yarattılar. Onlara karşı çıkacak gücüm yoktu. Belli ki, olmadığım birini seviyorlardı.'' sözleriyle açıklıyor aslında. Kimse onun gerçekte nasıl bir insan olduğunu merak etmemiş ve lmlerinde gördükleri sürekli gülücükler saçan kadın olarak tanımış. Aslında o hala, ''Marilyn nasıl yazılıyor onu bile bilmiyorum ben.'' diyen ufak hüzünlü kız Norma'ydı. Ne kadar güçlü bir kadın olduğunu görsek de, sorunları kim bilir ne kadar çoktu ki Marilyn'i defalarca intihara sürüklemiş. O da diğer birçok insan gibi alkole ve sakinleştiricilere koşarak bulmuş kendince çözümünü. Pek uzun olmayan hayatı boyunca ruhsal problemler peşini bırakmamış. Bu kadar parası ve şöhreti olan bir kadının neden mutlu olamadığını anlamak güç olabilir uzaktan seyreden birçok kişi için. Şımarıklık olarak düşünürüz hepimiz. Ama bu kitapta Marilyn'in notlarını ve şiirlerini okuyunca, nasıl ve neden böyle bir mutsuzluk içinde olduğunu anlamak kolaylaşıyor. Kalabalık içinde yalnızlığın ve kendisi gibi davranamamanın, hep mutluymuş gibi gözükmenin ne kadar zor olduğunu ve onu ne kadar yıprattığını kolayca görebiliyorsunuz. Sürekli ruhsal bunalımlar içinde olmasına rağmen bunu profesyonel yaşantısına yansıtmaması ve kariyerine yönelik motivasyonu Marilyn'in bana göre en takdire şayan özelliklerinden biri. Bunun yanında, zirveye çıkmasındaki diğer FLAŞLAR İÇİNDEKİ IŞIKSIZ YAŞAM $2önemli unsurlar da sürekli güzel olmadığına dair paranoyası ve yaşlılık korkusuydu. Hepimiz kimi zaman güzel olmadığımızı düşünürüz ama Marilyn'inki öyle basit bir düşünceden ibaret değil, güzel olmadığını düşündüğü günler evden çıkmayacak kadar büyük bir takıntı. Herkesin onu seksilik, güzellik, zari ik, incelik sözcükleriyle bağdaştırdığını düşünürsek, bu çok da yersiz bir takıntı değil. Onun konumundaki herkes eğer güzel görünmezse imajının yerle bir olacağını düşünebilir. Üstelik insanların onun gerçekte kim olduğunu bile umursamadığını, sadece güzel ve seksi olması gerektiğini de varsayınca, bu aslında tamamen haklı ve onu zirveye taşıyan bir takıntı olmuş. Başarı, şan, şöhret hepimize uzaktan çok güzel gözükse de, Norma'nın hayatını daha derinlemesine öğrenince bunun ağır bedelleri de olduğunu çok yakından görmüş oldum. İstediği üne, hatta belki daha fazlasına kavuşmuş ama bu bedelleri yaşadığı ruhsal bunalımlarla ödemiş. Ufacık bir çocukken, bir anda tüm dünyanın arzuladığı, herkesin kendi kafasında yaratıp inandığı kadın haline gelmeyi tabii ki kolay sindirememiş ve o da erken yaşta şöhrete kavuşan diğer birçok isim gibi hayatını sonlandırmış, bizi de hem karakterinden hem de kariyerinden öğrenebileceğimiz birçok şeyden mahrum bırakmış. Yıllar geçmesine rağmen hepimizin hayatını etkilemeye devam eden bir isim olduğunu düşünüyorum Marilyn'in. Herkesin bu hayattan kendine bir şeyler çıkarması dileklerimle...
Kabus Genç adamın duyduğu tek şey o tuhaf biplemeydi. Sahi nereden geliyordu bu tuhaf ses neden kendinden başka kimse bu sesi duymuyormuş gibiydi. Duyuyorlarsa bile rahatsız olduklarına dair en ufak bir tepki bile vermiyorlardı. Kimi zaman kesik kesik bazen ise tiz bir çığlığa dönüşen bu ses geceleri bile etrafta yankılanmaya devam ediyordu. Başta etrafındakilerin sağır olduklarını düşündü ama sonra fark etti ki en az kendisi kadar sağlıklı işitiyorlardı. Aslına bakarsanız duymadıkları sadece o tuhaf sesti. Önceleri insanlara anlatmaya çalıştı genç adam ama tuhaf ve boş bakışlardı tek karşılaştığı. Bir gün dayanamadı ve o sesi başkaları da duysun diye siren gibi gezinmeye başladı. İnsanların kendisini anlamlarını istiyordu, bu sesin gerçek olduğunu. Belli ki onun etraftaki insanları bilinçlendirmeye çalışmasından rahatsız olan o tuhaf beyaz üniformalılar onu susturmaya hatta uyutup bağlamaya, odalara kapatmaya başladılar. Evet o ses gerçekti o zaman ve kendinden başka kimsenin duymuyor olması ise muhtemelen genç adamın zihin gücünden yahut başkalarında bulunmayan muhteşem yeteneklerinden kaynaklanıyor olmalıydı. O hücrede kaldığı süre boyunca genç adam bu konu üzerinde kafa patlattı ve vardığı sonuç kendinin ve etrafındaki insanların uzaylılar tarafından kaçırılmış olduklarıydı. İnsanlara giydirdikleri o tuhaf elleri kolları bağlı giysiler de muhtemelen kendilerini incelerken insanlar zorluk çıkarmasın diye vardı. Verdikleri yemekler ve ilaçlar da insanlar üzerinde deneyler yapabilmek için onları yaşayan zombilere dönüştürmelerini sağlıyordu. Ama genç adamın üstün zekası bütün bunlara direnmiş ve o biplemelerin aslında kendilerine mors alfabesiyle dünyadan mesaj gönderen bir kişiden olduğunu çözmüştü. Kendilerini kurtarabilecek yegane kişinin ismini bir türlü hatırlayamasa da onu bir şekilde tanıyordu. Hatta eline kalem verseler gülüşüne, kahkahasına, saçlarında yansıyan güneş ışınlarına, gamzesine kadar RABİA BIÇAK 21301651 16. 10. 2014 TÜRKÇE 102. BİRİNCİ ARA ÖDEV ASLI UÇAR resmedebilirdi onu. Eğer görevleri bu kadar hayati olmasa ona aşık bile olabilirdi. Hep o ilaçlardan olmalıydı adını hatırlayamaması. Biliyordu çok eskiden beri tanıyordu onu öyle ki içindeki eksik parçaları bile sanki o tamamlıyordu. Fakat açıklayamadığı bir duygu uyanıyordu içinde ne zaman aklına 'O' gelse. Sahi ne olmuştu da ayrılmışlar? O lanet beyaz üniformalı uzaylılar! Nasıl fark edememişti kaçırıldığını bunca zamandır. Verdikleri ilaçları almamaya ve mümkün olan en kısa zamanda onunla bir yolunu bulup irtibata geçmeye karar verdi. Ona bir şekilde ulaşacaktı ya da o kendisini bulacaktı, bundan emindi. Aksi imkansızdı, çünkü ona öyle çok bağlıydı ki bu bağ sayesinde mutlak olarak onun gönderdiğini bildiği sinyalleri bir tek kendisi duyabiliyordu. Öyle kuvvetliydi ki bu bağ onun sayesinde hücrede kaldığı gecelere ve bu hapishaneye katlanabiliyordu. Geceleri onunla kavuştuklarının hayalini kuruyordu hep onu ilk gördüğünde nasıl davranmalıydı nasıl selam vermeliydi nasıl gülümsemeliydi. Resmi mi olmalı samimi mi bir türlü karar veremiyordu. Her ne kadar birbirlerini yıllardır tanıdıklarından emin olsa da sonuçta buradaki insanları kurtarmak onların göreviydi bu yüzden herkesin içinde koşup ona sarılması uygun olmazdı ama sonrasında onunla doya doya hasret gidereceklerdi. Emindi genç delikanlı o da kendisini düşünüyordu, arıyordu yoksa o sinyalleri neden göndersin. Tabii ya kesinlikle öyleydi. Günler ilerledikçe delikanlı ilaçlarını almayı kesti ve zihninde ona dair görüntüler daha da netleşti. Kendine dair kimi fotoğraflar da canlanmaya başladı. Bazen gece rüyalarında onu da kendini de üniforma içinde görüyordu. Rüyalarından yola çıkarak delikanlı kendisin de onun da dünyanın istilasında uzaylılara karşı savaşan takımda ortak çalıştıkları sonucunu çıkardı. Bir saldırı esnasında genç adam onun kaçmasını sağlamış fakat kendisi esir düşmekten kurtulamamıştı. Ama buradan kurtulduklarında yeniden beraber olacaklardı sonsuza kadar. RABİA BIÇAK 21301651 16. 10. 2014 TÜRKÇE 102. BİRİNCİ ARA ÖDEV ASLI UÇAR İlaçlarını almayı bıraktıktan bir ay kadar sonra genç adamın zihni artık çok berraktı. O onun nişanlısıydı ve ikisi de istila karşıtı direnişte görevli subaylardı. Dünyanın istilasından hemen önce nişanlanmışlar ama evliliği savaş sonrasına ertelemek durumunda kalmışlardı. Biplemeler de anılarla beraber gün geçtikçe artarak devam etti. Genç adam bütün dikkatini seslerin şifrelerini çözmeye ve olası bir kaçış yolu aramaya verdi. Zamanla ailesini, annesini, yaşadığı şehri, kardeşlerini, her şeyi hatırlamaya başlamıştı. Bu arada dikkat çekmeden etrafta keşifler yapıyor ve uzay gemisinin yahut kendilerini tuttukları gezegendeki hapishanenin açıklarını arıyordu. Bilinci geri geldikçe sahip olduğu duyuların da keskinleşmeye başladığını hissetti. Her ne kadar uzay gemisi dünyaya benzer yapılmış olsa da beyaz üniformalıların donukluğu ve etrafndaki insanların tuhaf hareketlerinden buranın dünya olmadığı anlaşılıyordu. Genç adam haftalar boyunca uzaylıların rutinini ezberledi ve kendine titizlikle hazırlanmış bir kaçış planı hazırladı. Tek problem kimlik okutularak açılan kapıydı, onu da beyaz önlüklülerden birinden aşıracaktı. Sabahları herkes uyurken etrafı gezen yaşlı bir beyaz önlüklü vardı kendine hedef olarak onu seçti ve ertesi sabah harekete geçmeye karar verdi. Ertesi gün gün ağarmaya başladığında odaya giren beyaz önlüklü ama çıkan genç adamdı. Heyecanlı ve hızlı adımlarla ilerleyen genç adam için ilk hedefi kolay olmuştu. Asıl problem kapıda bekleyen iki iri beyaz önlüklüydü. Neyse ki birisinden horlama sesleri yükseliyor diğeri ise önündeki ekrana dalmış oturuyordu. Genç adamın yaklaştığını fark etmediler bile, kilitli kapıyı geçen genç adamın özgürlüğüne bir adım kalmıştı. Amacı ana kapıya ulaşıp uzay gemisinin yerini ona bildirmekti. Böylelikle yardım getirebileceklerdi. Heyecanına yenik düşen genç adam hızla ana kapıya doğru ilerledi. Uzaylılar onun kaçtığını fark etmiş olmalılardı ki arkasından ayak esleri ve bağrışmalar duymaya başladı. Son anda üzerine atlayan iki uzaylıdan güçlükle kurtulan genç adam soluğu ana kapının dışında aldı. Bu uzay gemisi RABİA BIÇAK 21301651 16. 10. 2014 TÜRKÇE 102. BİRİNCİ ARA ÖDEV ASLI UÇAR ne kadar gerçekçiydi böyle suni güneş gözlerini kamaştırıyor hatta sabah meltemini teninde hissediyordu. Arkasından koşturan insanlara ve o tanıdık siren sesine aldırış etmeden koştu. Yüz metre ilerde büyük bir kapı daha vardı. Kokpit mutlaka onun arkasından olmalıydı, evet evet mutlaka öyle olmalıydı. Belki de o korna çalmasaydı o kamyon o sokaktan o anda geçmeyip o arabayla karşılaşmasaydı o kornaya basmayacak ve genç adam o kapıya ulaşıp dünyayı kurtarabilecekti ve 'O'na o eksik yarısına, biriciğine kavuşacaktı. Oydu onun hayatının anlamı kurtuluş mücadelesindeki tutanağı her şeyi. Onun gülümseyişiydi tek görmek istediği, o korna çaldı. genç adamın zihninde bu sefer çok değil sadece altı ay öncesine dair anılar berraklaştı. Fakat genç adam hatırladıklarını kaldıramadı , yığılıp kaldı. Uyandığında genç adamın tek hatırladığı şey o bip sesiydi yine. Altı ay öncesi.. Gözlerinin rengi geldi bir an gözlerinin önüne, saçlarından yansıyan gün ışığı, sahi ne güzel gülümserdi biricik sevgilisi. Bir an için o muhteşem gülüşü canlandırdı zihninde, istemsizce şu anda dağılmış olan o yüzün gülümsemeye çalıştığında alacağı komik ve bir o kadar ürkütücü surat canlandı. Genç adam dayanamadı patlattı kahkahayı. Ambulansın siren seslerine karışan kahkahayı dışarıdan duyan kimse olmadı sadece genç adamın hemen yanında oturan ve sevgilisine tuhaf tüpler bağlayan sağlık görevlisinin aklından genç adamın da bir sakinleştiriciye ihtiyacı olabileceği geçti. Ne de olsa daha beş dakika öncesine kadar el ele dolaştığı kız şimdi önündeki sedyede darmadağın olmuş halde yatıyordu. İkisinin de dikkatini dağıtan şey kesik kesik makinadan gelen biplemelerin tiz kulak cırmalayan kesiksiz ve henüz yirmilerinin başında olan bir canın artık yaşamadığını ilan eden o tuhaf ses oldu. Ambulanstaki iki sağlık görevlisi genç kızı hayata döndürmek için her şeyi yapmalarına rağmen genç kızın kalbi bir daha ne sevgilisi için ne de bir başkası için atmamak üzere durmuştu. Araç hastaneye RABİA BIÇAK 21301651 16. 10. 2014 TÜRKÇE 102. BİRİNCİ ARA ÖDEV ASLI UÇAR ulaştığında ambulans görevlilerine bir ceset ve saniyeler içinde etrafındaki hiçbir şeye tepki veremez duruma gelmiş o tiz bip sesini tekrarlayan genç adamı teslim ettiler. Genç adamın hayatı boyunca sürecek olan kabusu henüz yeni başlıyordu...
Şimdiki dünyamızda neredeyse en önemli şey haline geldi "vitrinde olmak". Tamamen tanıtım üzerine kurulmuş bir dünyada yaşamaya başladık. Bunun nedeni de teknoloji dünyasının hayatımızda ve kültürümüzde yaptığı etkiler ve değişiklikler. Halbuki önceleri herhangi bir şeyini övmek bile hoş görülmezdi. Şimdi ise yaptığı iş ne olursa olsun tanıtmaya değer mi diye düşünmeden her şeyi ön plana çıkarmaya çalışanlar da az değil. Teknoloji sayesinde insanların daha fazla gezmeye ve veya araştırmaya imkanı oluyor. Ben de sürekli ilginç yerleri araştırmaya çalışıyorum tatillerimde nereye gidebilirim, nerede daha keyifli vakit geçirebilirim diye. Hatta araştırmasam bile ister istemez gözüme takılan televizyondaki farklı yöreleri tanıtan programlar bana araştırmalarımdan daha fazla yeni bilgi sunuyor. Başlarda bu programlara iyi nazarla bakmıyordum ve "bunları yapanların hiç mi işi gücü yok daha yararlı bir şeylerle uğraşsalar" diye düşünüyordum. Fakat daha sonra sıkıntıdan oturup programın tamamını izlediğimde gerçekten öğretici ve merak uyandırıcı olduğunun farkına vardım. Bu programlar genelde canlı olduğu için bende bıraktıkları etkiler de fazla oluyor. İçimde buralara gitmek için uyanan istek her yeni tanıtılan yerde, tanıtıcının yürekten sunduğu ve oranın halkıyla içli dışlı olduğunu gördüğümde daha da artıyor. Hem bu vitrine çıkarılan saklı yerleri kendilerini popüler dünyadan muhafaza edebilmiş olmalarından dolayı hem de buraları bulup ortaya çıkaranları tebrik ediyorum. Bazen de farklı programlarda çok öncelerden kalma eski ögeleri bulup, kazıp tanıtıyorlar. Onlar da çok ilginç oluyor. Mesela eski zamandaki kaşık yapısıyla şimdiki farklı özelliklere sahip. Öncekilerin çukuru daha küçük, daha az yemek alabiliyorsun ve tahtadan yapılmış. Ayrıca insanlar bu kaşıkları yanında taşıyormuş. Bir yere davet edildiğinde ise kaşığın hazır, yanı başında! Aslında tanıtılan sadece maddi şeyler değil. Herkesin kültürü, inancı kendine göre en doğrusudur ve ona hak ettiğini düşündüğü değeri veriyor insanlar. Tanıtımcılar vitrine çıkarılan yerlerdeki yaşayışlara, aile ilişkilerine, toplumsal düzene de yer veriyorlar araştırdıkları ve tanıttıkları yerler hakkında. O zamana baktığında onlar en doğrusu öyle diye düşünmüş ve ona göre kurmuş ve yaşamış. Böyle bilgileri öğreten vitrincilere, tanıtımcılara artık teşekkür eder oldum. Her yeni gün ufkumu genişlettikleri ve başka dünyadan olanlara karşı önyargımı kırdıkları için... Her yapılanın ve yaşayışın bir sebebi olduğunu ve rastgele olmadığını öğrettikleri için... Belki de vitrine çıkarılması gereken en önemli şeyin fikirlerimiz olduğunu anladım tanıtımlar sayesinde. Her insanın ayrı bir dünya olduğunu ve kafalarda nice fikirler olduğunu gördüm tanıtım sayesinde. Aklımın ucundan bile geçmeyen konularda yenilikçi, üzerinde hariçten bir çizik bile olmayan pırlanta gibi fikirlerin vitrine konulmasıyla karşılaştım bazı zamanlarda... Aslında bu "vitrine çıkarma" işi toplumu maddi ve manevi etkiledi. Tanıtılan yerlerdeki insanların kendine olan güveni arttı ve değerli olduğunu hissetti. Yaşadığı mekanın, yetiştirdiklerinin ve kullandığı eşyaların asıl kıymetine anladı. Bu değerin bir parçası olduğunu bilip ona göre devam ettirdi yaşamını. Şimdiki toplumda köylüye karşı bakış yavaş yavaş değişmekte. Artık "nerede yaşıyorsun" sorusuna gururla "köyümde" cevabını veren insanlar görür olduk. İnsanlar artık teknoloji çılgınlığından bunalıp gerçekten oksijen almaya, köy kokusu solumaya ihtiyaç duyar oldu. Ben de öyleyim. Her yıl gittiğim ve genellikle bir hafta kaldığım köyüme gitmeyi iple çekiyorum. Çocukluk zamanlarımda öyle değildi ama... Çünkü orda televizyon, bilgisayar veya bisikletim yoktu. Lakin şimdi anladım neyin ne olduğunu, neye değer vermem gerektiğini ve telafisini yapmaya çalışıyorum gittiğim o haftanın her gününü dolu dolu yaşayarak... Gerekirse uykusuz kalıp fakat boş zaman geçirmeyerek... İnsanların genel olarak hoşlanmadığı birileri de vardır bu tanıtım işinde. Şüphesiz benim de hoşlanmadığım... Bunlar da şüphesiz ya kendi reklamını yapmaya çalışanlar veya faydalı bir iş yapmadığı halde bunu dünyanın en önemli işi gibi göstermeye çalışanlar. Çoğu kişinin yaptığı gibi ya bu kişileri geçiştiriyorum yahut ciddiye bile almıyorum. Lafları bir kulağımdan girip öbüründen çıkıyor. Çünkü vitrine çıkarma olayını yanlış anlamışlar ve bunun farkında bile değiller. Bana düşen ise her zamanki gibi her şeyin "iyisine" bakmak. Bu şekilde tanıtımın faydalı bir şey olduğu kanaatine varabilirim. İstesek de istemesek de bunlarla yaşar olduk. Umarım ileriki zamanlarda insanlar vitrinde olmanın kötü tarafını göstermezler... İsmail Nurullah Mutlu
Çocukluğumuz bizi bu diyardan alıp, çok farklı hayal dünyalarına taşıyan, büyüklerimizden dinlediğimiz ve okuduğumuz masallarla geçmiştir çoğunlukla. Bu masallarda iyiler hep kötülere karşı savaşır ve istisnasız bu savaşın galibi olurlar. Bilinen klasik masallarda olaylar daima iyilerin etrafında döner. Dolayısıyla masallardaki kahramanlar hep iyilerdir. Kimse, masallardaki kötülerin geçmiş yaşamının nasıl olduğunu merak etmez ve yaptığı büyük zalimliklerin asıl nedenini sorgulamaz. Çünkü bilinçaltımız kötüleri her zaman, koşulsuzca kötü olarak algılar ve onları savunacak bir taraf bulmak için uğraşmaz. Sanki masallardaki kötü karakterler kötü olarak doğmuş ve o şekilde büyümüşlerdir ve tek amaçları dünyayı, kıskançlık, fesatlık ve bencillik gibi kötü duygular besleyerek, iyilerin başına yıkmaktır. Günümüzde, gerçek dünya ile masallar arasında hiçbir ilişki bulunmamaktadır. Aslında bizler bilinçaltımızda bunun ayrımına vardığımız için masallardaki karakterlerin yaptıklarını sorgulamıyoruz. Peki eğer bir senaryo yazarı bunu düşünür de, dünya klasiği olan bir masalı bir de masaldaki kötü karakterin açısından ele alıp incelerse ve bunu beyaz perdeye aktarırsa ortaya nasıl bir sonuç çıkar? İki gün önce seyrettiğim Maleficent (Malefiz) filmi klasik "Uyuyan Güzel" masalının günümüze daha çok yaklaştırılmış hali. Gerçek dünyayla, filmde anlatılan masal arasında bu kadar büyük benzerlik olmasının nedeni hayattaki renklerin sadece siyah ve beyazdan ibaret olmadığından kaynaklanıyor sanırım. Çünkü bu film bize iyilerin zaman içinde, yaşadığı olayların etkisiyle bir zalime dönüşebildiğini, bir zalimin aynı zamanda bir kahraman olabileceğini, aşkın bir erkek ve bir kadın arasında sınırlı tutulmasının zorunlu olmadığını gösteriyor. Yani tamamıyla insanların genel bakış açısını değiştirebilecek ögeler barındıran, çarpıcı bir yapım. Filmin adından da anlaşılacağı üzere," Malefiz " Uyuyan Güzel masalında, prensesi sonsuz uyku büyüsüyle lanetleyen kötü perinin adı. Film Malefiz ' in yaptığı bu acımasız büyünün nedenini, geçmişte prensesin babası tarafından kandırılıp, çok büyük bir kötülüğe maruz bırakılmasının ardından öfkesine yenik düşerek yaptığı sonucuna bağlıyor. Yani klasik Uyuyan Güzel masalından farklı olarak, bu büyüyü, sebepsiz yere yapmıyor. Filmin gerçek hayatla olan bağlantısı verdiği mesajlar yönüyle çok kuvvetli, fakat bu film, bir masaldan uyarlanması nedeniyle içinde sihir ve büyü gibi olağanüstü ögeler de barındırıyor aynı zamanda. Bu yüzden diyebiliriz ki, film, aynı zamanda görselliğiyle de son derece dikkat çekici bir yapım olma özelliğine sahip. Filmdeki oyunculuklar da filmin genel anlamda başarılı bulunmasında önemli bir paya sahip. Özellikle Angelina Jolie' nin filmdeki performansı muazzam. " Malefiz " tipini o kadar başarılı bir şekilde canlandırmıştır ki, film boyunca kendimi onun yerine koydum ve "Malefiz" tipinin yaşadığı heyecanları, mutlulukları, üzüntüleri ve kimi zaman da hayal kırıklıklarını adeta onunla birlikte yaşadım. Hatta rahatlıkla söyleyebilirim ki, Angelina Jolie, neredeyse filmi tek başına götürüyor. Filmde " Uyuyan Güzel " tipini canlandıran yeni nesil oyunculardan, Elle Fanning' in performansı Angelina Jolie' nin yanında yetersiz kalıyor ne yazık ki... Uyuyan güzelimiz Aurora' nın kral babasını canlandıran Sharlto Copley' in oyunculuğu da oldukça başarılı. Başta Malefiz' in biricik aşkı olan, daha sonra kral olabilmek için çocukluk aşkı Malefiz' i feda eden kral, bize iyi bir insanın hırslarına yenik düşerek zamanla ne kadar zalimleşebileceğini de gösteriyor aynı zamanda. Film hakkında son olarak söylemek istediğim, görselliğiyle ve verdiği mesajlarla birlikte son dönemlerde izlediğim en etkileyici filmlerden birisi olduğu ve yeni jenerasyona, hayatın renklerinin sadece siyah ve beyazdan ibaret olmadığı mesajını vermesi ve onlara daha gerçekçi bir bakış açısı kazandırması yönüyle kesinlikle izlenilmesi gereken bir yapım olduğu...
Büyülü gerçekçilik beni her zaman etkileyen bir akım olmuştur, Gabriel Garcia Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık eseri, Mihail Bulgakov'un Usta ile Margarita'sı ve şimdi de Kaan Murat Yanık'tan Uçurtma Mevsimi. Kitabın içeriğinden bahsetmeyeceğim, çünkü hiçbirimizin düşünceleri, algıları aynı olmadığı için herkesin alacağı tat farklı olur. Basit cümlelerle anlatmak gerekirse, modern dilde yazılmış bir masal denilebilir. Eser yaşamla ilgili çok fazla şey sunuyor, ama aynı zamanda anlatımı düşsel öğelerle süslemiş. Beni hiç olmadığım bir dünyaya götürüp aslında çok tanıdık olduğum duygularla yüzleştirdi. Düşsel gerçeklik ile ilgili bir şeyler okuyunca aklıma aşktan daha düşsel gerçekçi bir duygu gelmedi. Hayatta her zaman iyi şeylerin olmadığını gösteren gerçekçi anlatımıyla içinde bulunduğumuz toplumsal sistemi de sorgulattı bana. Fakat bu eleştirel bakış açısı aşk teması kadar yoğun değil. Aşkın odak noktası haline getirip anlatmaktansa, yaşamın gerçekliğinin arkasında tutmayı tercih etmesi çok etkileyici ve düşündürücüydü. Aşka farklı bir bakış açısından, başka bir boyuttan bakmamı sağladı. Aşk hep arka planda bir figüran gibi kalmaya devam ederken hızla yaşanan, tüketilen hayatlarımızı yansıttığını düşündüm. Hem tarihi figürlerin öne çıktığı hem de popüler kültürde birçoğumuzun tanık olduğu hızlı yaşayıp çabuk tüketen toplumun sonucu olan yalnızlık var. Özellikle büyük şehirlerde aslında herkesin deneyimlediği ya da gözlemlediği bir şey metropol yalnızlığı. İnsanların hırslarının kurbanı olduğu, elde etme ve yükselme savaşı içinde barış ve fedakarlığı unuttuğu bugünlerde yalnızlaşma çok da şaşılacak bir durum değil. Modern zaman, aşkı kendi kalıbına uydurmaya çalışarak modernize etmeye çalıştıkça yapay bir şeye dönüştü aşk. Kendi doğallığından ve saflığından uzak, kapitalizm ve metropol yaşamı ile sınanan bir kavram şu an. Halbuki, masallarda ve öykülerde, hatta annelerimizin ve babalarımızın anılarında ne kadar da büyülü gelirdi bize. "Babama aşık mıydın?" sorusunu hiç sormamış küçük bir kız yoktur herhalde. Bizi büyüleyen bu hikayelerden sonra geldiğimiz nokta "Adını koymayalım" cümlesinin sponsor olduğu ikili ilişkiler. Durum böyle olunca aşk tabii ki arka fonda kalır, çünkü hissetmenin ve hislerimizi olduğu gibi göstermenin gurursuz ve gereksiz bir davranış olarak karşılandığı bu toplumda aşkın temel bir öge gibi görünmesi saçma olurdu. Biraz keskin ve genelleme yaparak eleştiriyor olabilirim modern çağ ve metropol aşklarını, ama benim çevremde gördüğüm ilişkiler bu şekilde. Strateji yaparak ve hesaplar üstüne ilişki kurmak bile daha iyi bence bu durumda, çünkü en azından ortada bir çaba var. Diğer türlüsü "İstemem yan cebime koy" gibi geliyor bana. Aşkı eskilerdeki gibi hayatının merkezine koyup fedakar olmak mı, yoksa herkes kendi hayat koşuşturmacasındayken arka fonda tutması mı daha çok mutlu ediyordur, bilemiyorum. Ama ne kadar modernleşsek de, bu modernizmin mekanikleşmeye doğru gitmesinden korkuyorum. Düşler, hayaller ve masallar bize sevginin, barışın, mutluluğun varlığını hatırlatıyor. Teknolojiyle beraber sanal ortama taşıdığımız ilişkilerimizin geleceği için bu düşsel anlara ihtiyacımız var. Gerçekliğin içinde, dört mevsimin arasında yorgun düşmüşken herkesin ihtiyacı olan aslında bir uçurtma mevsimidir. Düşlerimiz için oturup nefes aldığımız huzurlu bir an, masallara inanmak için küçük bir mola. Belki de günümüz dünyasında masallar eskisi kadar büyülemiyordur bizi, gerçekçiliğin ve hırsların peşinde koşturup dururken hayal kurmayı, düşlere inanmayı unutuyoruz. Mücadele, koşuşturma, yarışlarla dolu hayatın arasında mola verip bir uçurtma uçurmayı unutmamak dileğiyle.
Halk ve aydınlar. Gösterilmiş nice çabalara rağmen oldum olası hep kopuk olmuşlar birbirlerinden. Öyle ayrışmışlar ki yaşadıkları ülkelerden başka ortak özellikleri kalmamış. Hayattan beklentileri, zevkleri ve hatta konuştukları dil bile o kadar farklılaşmış ki, birbirleriyle iletişemez hale gelmişler. Bu çok iddialı bir genelleme gibi dursa da, ne yazık ki gerçeklik payı oldukça yüksek. Dünyaya bakış açımız, durumu önlenemez bir şekilde bu hale sokuyor. Birbirimizi gerçekten anlayamıyoruz, dolayısıyla da diğer grup üzerinde etkimiz yok denecek kadar az. Çift yönlü olarak da böyle bu. Görünmez duvarlarla ayrılıyor gibiyiz. Farklılıkların bulunması elbette ki kaçınılmaz ama bu tam bir kopuş olması gerektiği anlamına kesinlikle gelmiyor. Aynı ortamda yaşayıp bu kadar ayrık olmamız bir eşikten sonra sıkıntılı da olacaktır. Birbirleriyle konuşamayan insanlar birlikte ilerleyemezler ne de olsa. Aydın olmanın getirdiği sorumluluklardan biri ve belki de en önemlisi, genel vaziyetle çelişse de, halkın gelişimi ve ilerlemesi için itici güç olmak. Aydınlar bu bağlamda, kendilerini halktan soyutlamak, ayrıksı oluşlarını ön plana çıkarmak yerine tam tersine davetkar olmalılar bence. Kendi benimsedikleri farklı bakış açılarını "gelişmişliklerini" gösteren bir silah olarak kullanmak yerine, bu renkliliğin halka da bulaşmasını sağlayacak bir dili, bir duruşu benimsemeliler. Dediğim şeyler günümüz durumuyla kıyaslanınca hayal gibi duruyor olabilir ama neden gerçekleşemesinler ki? Bir şeylerin değişmesi için bir yerden başlanması lazım. Olması gerektiğini düşündüğüm şey, aydınla sıradan insanı ayıran kalın çizginin bir anda ortadan yok olması değil, bu zaten imkansız olurdu. Gereken şey, bu çizginin suluboyayla yeni boyanmış gibi, yumuşak bir şekilde iki tarafı da içine alacak şekilde yayılması, genişlemesi. Koyu renkli duvarımsı karakterini de kaybederek renklenmesi ve iki tarafın arasında iletişimi ve etkileşimi yeniden mümkün kılması. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda halkbilim ve halkbilimciler diğer aydın kesimlere kıyasla çok ilginç bir noktada kalıyorlar. Ne de olsa, aydınlar olarak ayrıştıkları toplumu gözlemliyorlar. Bu kopukluğu yok edercesine, çok ciddi başarılar elde ettikleri de bir gerçek. İçinde bulundukları durumu bir avantaja çevirerek objektif bir dış gözlemci olarak dışardan bakabilmişler büyük topluluklara. Kalan zamanlarda da bu uzaklığı kırıp birbirlerine ulaşmayı, birbirlerini anlamayı başarmışlar. John Berger, kendisiyle yapılan bir söyleşide, göçmen işçileri incelediği kitabı Yedinci Adam'ı, yıllar sonra İstanbul'da bir gecekondunun kitaplığında gördüğünde hissettiği duyguları şöyle anlatıyor: "Yedinci Adam'ı o kitap rafında görmek köşeyazarlarının, edebiyat eleştirmenlerinin övgülerinden çok daha değerliydi benim için. (...) Duygulandırıcı olan şey, o kitabın, anlattığı insanlar tarafından bilinmesi, kabul görmesiydi. Çıktığı eve geri dönen bir kitaptı." (15) Yukarıdaki örnek de Berger'in deyişiyle uzatılacak elin kimi zaman tutulacağının bir göstergesi. Bu da demek oluyor ki, bu iki grubun etkileşimde bulunması, birbirlerinden bir şeyler öğrenmesi ve birbirine katkıda bulunması pekala mümkün. Bunu tüm aydınlara genellemek de bence mümkün. Farklılıktan ve uzaklıktan güç alarak arada bağlar kurulması şart. İki grubun da kendi mekanizmalarını kurup birbirlerinden soyutlanmalarındansa, bazı şeyler ortak kılınabilmeli. Berger'i bu kadar mutlu eden de tam olarak bu ortaklığın sağlanabilmiş olması. Birbirini dışlayan ve sürekli çatışma içinde olan iki topluluk yerine, birbirine daha sıcak bakan, birbirine bir şeyler katan, birbirinden öğrenen ve birbirinden destek alan iki topluluk olabilmek mümkün. İçinde yaşadığımız çağda, sağlıklı ve güçlü bir toplum olabilmemizin formülü de bu bence.
Bugün neler yapacaksınız? Sabah erkenden sıcak yatağınızdan çıkacak, kahvaltı yapmaya vakit bulamadan kendinizi dışarı atmaya çalışacaksınız. Hepimizin bir koşturması var sonuçta öyle değil mi? Kimimiz işine, kimimiz dersine geç kalıyor. Öyle sağda solda kaybedecek hiç mi hiç vaktimiz yok. Bazılarımız şanslı. Mesela arabasına binip vakitsiz yağmurdan kaçabilirken bir diğerinin otobüsü nasıl kaçırdığına gülebiliyor. Eninde sonunda ulaşıyoruz ama gitmemiz gereken yere. Sonra? Mesai bitince aynı tempoyla evin yolunu tutuyoruz. Evde de bizi bekleyen ağır bir tempo var çünkü. Günün sonunda yatağa girip de kafanızı yastığınıza koyduğunuz an başlıyorsunuz düşünmeye... Ne kadar da yorulmuşsunuz? Güzel bir uyku çekmeli, yarın sabah sizi bekleyen bütün sorunlara hazır olmalısınız. Bütün bu temponun içinde gözünüze çarpan, kulağınıza çalınan bir tuhaflık yok mu? Bugünlerde her şey çok kolay bizler için ama sizin bunları zaten bildiğinizi, başınızda tonla sorun varken kolaylıklar hakkında zamazingolar dinlemek istemediğinizi tahmin edebiliyorum. Merak etmeyin bu sefer sizden bahsetmeyeceğiz. Karanlıkta yaşayanlardan, gölgelere saklananlardan, çoğu günler farkına varmadıklarımızdan bahsedeceğiz. Paris ve Londra'dan, parasızlıktan, George Orwell'in gözümüze soktuğu ama bizim inatla görmek istemediğimiz hayatlardan, üç kuruşun hesabını yapanlardan... Kendi hayatlarımızla o kadar meşgulüz ki çoğu zaman etrafımızda olup bitenden bihaber yaşıyoruz. Vakit bulamıyoruz, dikkat edemiyoruz, bazen ise geçiştiriyoruz. Çünkü geçiştirmek kolay, arkamızı dönüp yürümek hatta vakit kaybetmeden oradan hızlıca uzaklaşmak daha da kolay. Hızlı yaşamaya o kadar çok alışmışız ki atacağımız her adımın hesabını yapar olmuşuz. Bencil olmayı yaşam biçimi kabul etmişiz. Fakirliğe, açlığa, hastalığa tahammül edemez, zorbalığa boyun eğer olmuşuz. Fedakarlıkları, iyilikleri unutmuşuz. Bencillik dedim ya aslında kendi kendimize yaşamaya fazla alışmışız. Bizden başkasının varlığını kabullenmek zor gelir olmuş bugünlerde. Evet, fazlasıyla suçlu fazlasıyla haksızız. "Paris ve Londra'da Beş Parasız"ı okuduktan sonra anladım ne kadar acımasız yaşıyormuşuz meğer. Bizler, kendimizden başkasına vakit ayıramayanlar olarak ve güçsüzlere her geçen gün daha da çok darbe vuranlar olarak suçluyuz. Suçlama konusunda üstüme yok şimdiye kadar. Hani nerde çözümün diyebilirsiniz. Çok da hak veririm size. Zamansız yaşıyoruz derken oldukça ciddiydim. Çünkü ben de vakti olmayanlardanım. Farkındalık yaratmaya çalışırken farkına varamayanlardan, kendi yarattığım karmaşanın içinde yolunu bulamayanlardan, kendinden başkasına yardım edemeyenlerden... Paris'in sokaklarında fink atma şerefine erişenlerdenim ben de. Karanlıkta yaşayanları görmeden, göremeden, oldukça büyük bir bencillik ve dikkatsizlikle o dar sokakları yavaş yavaş yürüyerek yarattım zamansızlığımı ben. Şimdi kalkmış diğer bütün bencillere kafa tutuyorum. Farkındalık mı bu şimdi? Acı dolu bir kitap bu bahsettiğim ya da bahsetmeye çalıştığım. Acısından çok verdiği vicdan azabı beni en çok bunaltan. Tıpkı buradaki sözcüklerin sizleri bunaltması gibi. Ama işte farkındalık. O insanların açlık ve sefalet karşısında sanki hayata inat, azimle yaşamaya çalışmalarını görmek içimi parçalamaktan başka neye yaradı diye soruyorum kendime. Kitap 1933'de yazıldı belki ama bugün hala kitaptaki o insanların yerini tutan başkaları var. Aynı zorbalığı sürdürenler, aynı hikayeden şikayet edenler var. Onlar var olmasına varlar belki ama o günden bugüne fedakarlık adına büyük adımlar atamadık işte bizler de. Kimseyi kurtaramadık, kurtarılamadık ama hep de bekledik. O birinin sesimizi duyup da bir anda belirmesini, yoktan var olmasını. Beklemekle de yetindik. Aradan geçen onca zamana rağmen bugün hala bekliyoruz. Bahanelerimizin bir gün bitip de başkalarının dertlerine ortak olduğumuz o geleceğin gelmesini...
Karamsarlık üzerine bir yazı yazıp yazmamak konusunda uzun bir süre tereddütte kaldım. Neden mi? Zihnimdeki karamsarlık kavramı alışılagelmiş olandan biraz farklı. Bu kelimenin yarattığı çağrışımları tam olarak yansıtabilir miyim emin olamadım. Lakin "Dülger Balığının Ölümü" beni cesaretlendirdi. Sait Faik'in öyküleri hep böyle değil mi zaten? Sizi önce bambaşka bir hayal dünyasına götürerek, tüm duyularınızla bu hayal dünyasını hissetmenizi sağlar, ardından beklenmedik bir gerçekle baş başa bırakır. Hayallerden arınmış salt bir gerçeklik kalır ellerinizde. Satırlar ilerler, öykü biter. Zihninizdeki çağrışımlar ve bu çağrışımların yarattığı sorular bitmez. Cevapları bulmak da yetmez. Zaten Sait Faik'in sizden bulmanızı istediği cevapları bulmuşsunuzdur. Cevapların amacı sizi düşündürmektir. Sait Faik, muhakkak bir şeyleri sorgulamanızı istiyordur. Amacı sizin rahatınızı bozmaktır. Arkanızı döndüğünüz, görmezden geldiğiniz ama kanlı canlı bir şekilde orada duran gerçeklere dokunmanızı, varlığını tüm benliğinizle hissetmenizi ister. Eğer başarılı olursa vay halinize. Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmaz sizin için. Zihniniz siz fark etmeden bazı kavramları öyküyle içselleştirir ve unutulmaması gerekenler köşesine bir güzel yerleştirir. Zihnim "Dülger Balığının Ölümü" ile karamsarlık kavramını içselleştirdi. O zaman ben de zihnimdekileri kelimelere dökerek; soyutluktan kurtarıp, başkalarının rahatını kaçıracak bir gerçekliğe dönüştüreyim. Karamsarlık nedir? Binbir rengin arasında siyah-beyaz fotoğraflar çekmekte ısrar etmek mi? Toprağa can veren yağmura öfkelenmek mi? Hep şikayet etmek, hiç şükretmesini bilmemek mi? Elindekilerin kıymetini bilmek yerine, hep sende olmayanı istemek mi? Mutluluk bir adım ilerideyken, onu ıraksamak mı? Belki de bu süslü sözlere hiç gerek yok. Karamsarlık aslında tanımlaması oldukça basit bir kavram. Yaşadığımız çağda gerçeklerin farkında olmak, karamsar olmaktan farksız. Olup biteni gören her göz yaşlı. Yaşadığı dünyanın farkında olan herkes yaralı. Kapanmayan, kabuk bağlamayan yaralarla savrulup dururken; birbirimize çarptıkça fark ediyoruz, yaralı sayısının büyüklüğünü. Bu ağır bilanço, çağımızın en büyük hastalığı karamsarlığın somut bir örneği. Tepeden tırnağa yaralıyken, kim gülümseyebilir ki hayata? Mutlu olanlar sadece farkında olmayanlar veya her şeyin farkında olup deliliğe vuranlar. Deliliğe vurmak ne güzel bir kaçış bu cehennemden. Ölü çocuklar coğrafyasında, kanla çizilen sınırların içinde; her şeyin farkında olup, öylece hayatına devam etmekten çok daha onurlu bir hareket delirmek. Oysa çoğumuz çabalıyoruz delirmemek için. Her gün üçüncü sayfa haberlerinin içinde yaşamaya kendimizi alıştırmak için takdire şayan bir çaba gösteriyoruz. Ne ilginç bir gayret. Hepimizin kocaman hayalleri var, çünkü hayallerimiz olmazsa birer hiçiz. İçinde yaşadığımız dünyadan tek kaçışımız hayallerimiz. Başka bir dünyanın, başka insanların, bambaşka bir yaşamın hayalini kurup gerçekliğimizden uzaklaşıyoruz. Oysa gelecek bugünümüzün bir yansıması olacak. Bu gerçeğe de arkamızı dönüyoruz, gözlerimizi kapatıyoruz. Sait Faik'in hayatlarımıza girip gerçekliği suratımıza çarpmasını bekler gibiyiz sanki. Lakin eminim, gerçeği suratımıza çarpsa; biz de onun suratına bir güzel çarpar, onu uzak diyarlara sürgüne yollarız. Tıpkı gerçekleri su yüzüne çıkartmak için savaşan her aydınımıza yaptığımız gibi. Çünkü biz çok iyimser insanlarız. Karamsarlardan, gerçekleri yüzümüze çarpanlardan hiç hoşlanmayız. Anlaşılır gibi değiliz. Tek çare var: şarkılardan, şiirlerden süzüp geçirmek her şeyi. Öğrenilmeyi bekleyen onca eşsiz bilgiye, gelmiş geçmiş tüm yazarlara, şairlere, bilim insanlarına selam vererek; uçsuz bucaksız kumsalda basabildiğim tüm kum tanelerine basmak için çabalamak. Aşka, sevgiye, dostluğa umudumu bağlamak; hayatı güzelleştirme çabasını görev edinmek. Anın değerini bilmek; hayattalarken hala, tüm sevdiklerimi abartarak sevmek. Her şeye rağmen yaşamın önünde diz çökeceğim. Tutunmak için elimden geleni yapacağım. Karamsarlığı asla elden bırakmadan, her şeyin farkında ama sessiz bir yaşam süreceğim. Ta ki delirene kadar. Tanrı, tutunamayanlardan rahmetini esirgemesin. -Oğuz Atay DEFNE BAŞUSTAOĞLU
12 mıntıka, 24 çocuk, 1 galip. Suzanne Collins'in geleceğin Kuzey Amerika'sını hayal ettiğinde aklına gelenleri yazıya dökmesiyle son zamanların en popüler serilerinden biri çıktı ortaya. Açlık Oyunları, insanların zihnindeki karanlık geleceğe ışık vuran, modern bir distopya olarak değerlendirilebilecek bir seri. Kitabın ana teması sınıf farkı ve bundan doğan problemler. Panem ülkesinin başkenti Capitol'de kalan üst sınıf insanlar ferah içinde yaşar ve gönüllerince eğlenirken mıntıkalardaki alt sınıf olarak görülen insanlar zor koşullar altında çalıştırılıp köle haline getiriliyorlar. Sınıf farkı, tarihte daha baskın ve daha görünür bir haldeyken günümüzde daha şeffaf bir şekilde de olsa sürmekte. Alt, orta ve üst sınıf olmak üzere sınıflandırılıyoruz hepimiz. Mesleğimiz, yaşadığımız evin boyutu, kullandığımız arabanın markası sınıfımızı ve dolayısıyla yaşamımızı belirliyor. Bunun yarattığı baskıyla daha iyi maaşlı bir iş, daha büyük bir ev, daha büyük bir araba için çabalıyoruz hayatımız boyunca. Amacımız, sözde "sınıf atlamak". Toplumun genelini baz alacak olursak, insanların değerini kişiliğiyle değil, parasıyla ölçmeye başladık. Sokakta belirli markaları giyen, sahte (veya toplumda geçen tabirle "çakma") ürün kullanan, "smartphone"u olmayan insanlara ezici gözlerle bakılıyor. Şu anda "Hayır, ben hiç böyle yargılarda bulunmam." diyor olabilirsiniz ama toplumun size zorla kabul ettirdiği önyargılarla siz de farkında bile olmadan çeşitli insanları görmezden geliyorsunuz. En son ne zaman ayakkabınızı cilalayan amcayla veya sizi gideceğiniz yere götüren taksiciyle sohbet ettiniz? Kaldırımları süpüren, çöp toplayanlara "Kolay gelsin!" lafını bile esirgiyoruz. Beynimizde farkında bile olmadan insanları sınıflara bölüyoruz ve davranışlarımızı buna göre düzenliyoruz. Bizim sınıfımızda olmayan insanlarla ilişkiye geçmiyoruz. Sınıflandırma, bu yazıda odak noktası olarak ekonomik durumu almama rağmen pek çok alanda yapılabiliyor. Sosyal, siyasal, kültürel anlamda birçok ayrım, birçok sınıf söz konusu. En basit örneklerden biri eğitim seviyelerine göre gruplandırılma. Bir insanın zeka seviyesinin eğitim seviyesiyle doğru orantılı olduğu görüşü baskın toplumlarda. Göz ardı ettiğimiz şey ise herkesin aynı şartlarda yetişmediği faktörü. Küçüklüğünden beri tarlada yetişmiş bir çiftçi ve botanik veya ziraat üzerine yüksek okul bitirmiş bir insanın arasında büyük bir fark var gibi algılanıyor. Ancak pratik bir çalışmada çiftçi diğerlerine göre çok daha iyi bir iş çıkarabilir, bir botanikçinin çiftçiden öğreneceği birçok yeni şey olabilir. Gerekli eğitimi okulda almamak bir insanı bilgisiz veya eğitimsiz kılmaz. Hakkında bahsedilmesi gereken diğer bir sınıf da işçi sınıfı. Özellikle 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılda ortaya çıkan işçi sınıfıyla beraber yeni problemler ortaya çıktı. Hammadde ihtiyacı için çalışan işçilerden fabrikada çalıştırılan işçilere kadar birçok insan bu sınıfta yer alıyordu. Kendilerine yapılan haksızlıklara karşı isyan eden işçilerin direnişi ekonomik düzene yeni haklar ve yeni terimler kazandırdı. Tarihte sınıf sistemine karşı birçok ayaklanma görülüyor: Eski Yunanlılarda pleblerin soylulara karşı ayaklanmasından 2011'de başlayan Mısır ayaklanmalarına kadar birçok örnek var. Günümüzde sınıflar siyasi açıdan eşit olsa da sosyal statü bakımından eşitlik söz konusu değil. Tarihteki olayların aksine, bu durumun herhangi bir başkaldırıyla çözülmesi mümkün değil. Başkaldıracak belirli bir makam yok çünkü. Sınıf kavramı toplumun genelinin zihninde var olan bir şey ve bir fikre karşı çıkmak belirli bir yasaya veya belirli kişilere karşı çıkmaktan daha zor. Peki ya sınıflanmayı ortadan kaldırmak için ne yapılabilir? Normal işleyen bir toplumda, komünizmin çok yaygın olmadığı göz önüne alınırsa, herkesin aynı şartlara sahip olamayacağı, herkesin aynı maaşı alamayacağı ortada. Birçok toplumsal sorun gibi, sınıflanmayı önlemek için yapılacak en temel şey eğitimden geçiyor. Çocuk yaşlarında insanlar arasındaki fark azaltılırsa, yargılamak yerine sevmek teşviklenirse daha bütüncül, daha dayanışmalı bir toplum oluşturulabilir. Eğer gerekli şekilde harekete geçilmezse zaten şimdiden kısmen Panem'e benzeyen dünya daha da kötü yönde ilerleyecek. Belki şu anda yetişkinlerin düşüncelerini değiştirmek zor ama eğitime verilen önemle gelecek nesillere daha iyi bir toplum bırakma şansı, şu andaki haliyle ilerlerse tamamen Panem'e dönecek dünyayı değiştirme şansı bizim elimizde. Açlık Oyunları'nın gelecekte sadece edebi bir distopya olarak anılmasını sağlamak bizim elimizde.
"Kaybedenler Kulübü", Mehmet Ada Öztekin ve Tolga Örnek'in yazdığı, Tolga Örnek'in yönettiği seyircilerine alışılmışın dışında bir yaşam tarzını anlatan bir sinema filmidir. Filmin adına aldanmayın, kaybeden yok aksine kazananları gördüm ben filmde. Sadece izlenmesi için değil seyircilerine bir şeyler anlatmak için yapılan filmleri hep takdir etmişimdir. Yazarlar yüzlerce sayfada okurunu etkileyebilir, şairler düşüncelerini aktarmak için yüzlerce dize yazabilir ancak senaristlerin seyirciyi etkilemek için belirli bir düşünceyi anlatmak için sadece bir buçuk saati vardır. Mehmet Ada Öztekin ve Tolga Örnek'in bu konuda başarılı olduklarını rahatlıkla söyleyebilirim. Film, birbirinin sohbetinden keyif alan iki insanın radyo programını ve bu iki insanın yaşamını konu alıyor. "Bir hayat ne kadar farklı olabilir ki?" sorusuna cevap niteliğinde iki yaşam öyküsü görüyoruz filmde. Mete Avunduk ve Kaan Çaydamlı'nın bir hobi olarak başlattıkları radyo programı zamanla Türkiye çapında her çeşit insanın dinlediği bir program haline geliyor. Ben radyo programının film izleyicilerine seslenmek için kullanılan bir araç olduğunu düşünüyorum. Mete ve Kaan mikrofon başında konuşurken, filmi izleyen Türk halkına seslendiğini düşünüyorum. Toplumun aksayan yönleri tüm açıklığıyla toplumun yüzüne çarpılıyor. Bizler en küçük bir olayı bile büyüten, sorun haline getirebilen insanlarız. Kaan ve Mete bakın ne diyor bize: "Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir?" Seyirci bu soru üzerine bir durup düşünüyor. En azından ben düşündüm. Gerçekten de ölüm kadar ciddi bir şey ile karşı karşıya iken neden en küçük şeyleri bile sorun ederiz ki? Filmde gördüğümüz karakterlerin hayatı bu soru ile o kadar uyumlu ki, gerçekten de söyledikleri gibi bir hayat yaşıyorlar. Kaan, okunmayan kitapları basan bir yayınevinin sahibi. Mete ise plaklarla ilgilenen, aileden gelen parayla yaşamını sürdüren bir karakter. Her ikisi de umursamaz tavırlarıyla seyircinin dikkatini çekiyor. Hiçbir şeyi ciddiye almamaları sadece kendi hazlarını düşünmeleri seyirciyi özendiren başlıca özelliklerinden. Mete de Kaan da gerçekten de ölümün olduğu dünyada ölümden başka hiçbir şeyi ciddiye almayan iki tipleme. Bu iki karakterin Türk toplumunda eleştirdiği bir diğer konu ise insanların başkalarının istediği hayatı yaşamaları. "Toplum, koleje girmeyi bir değer olarak sunduğu için artık o kişiliğini yok sayma halidir, koleje girmek için yarışır, üniversiteye girmek için yarışır, iyi bir işe girmek için yarışır, özel bir kadınla evlenmek için yarışır, devamlı bir yarış ve kazanma zorunluluğu..." Mete program esnasında kurduğu bu cümlelerle bireyleri şekillendirmeye çalışan toplumu ve toplumun şekillendirdiği bireyi eleştirir. Bence pek de haksız sayılmaz. Eğri oturup doğru konuşalım, hepimiz bu söylenilenlerde kendimize dair bir şeyler bulmuşuzdur. Örneğin ben; on dokuz yıllık hayatımda hep yarış içerisindeydim. İyi bir liseye girmek için yarıştım, en başarılı olmak için yarıştım, üniversiteye girmek için yarıştım. Peki, ben mi istiyorum yarışmayı? Hayır. Bizleri yarıştıran toplumun ta kendisidir. Her ne kadar itiraf etmesi zor olsa da hepimiz bize sunulan hayatı yaşıyoruz, istediğimiz hayatı değil. Filmde beni en çok etkileyen bölüm de burasıydı zaten. İlk kez bir film hayatın gerçekliklerini yüzüme vurmuştu. "Kaybedenler Kulübü'nde toplumda yaşayan bireylerin hayatları eleştiriliyor ancak bence filmdeki karakterlerin hayatı da eleştiriyi hak eder nitelikte. Hayat, filmde seyirciye gösterilen hayatlar gibi alkolden, cinsellikten, boş dolaşmaktan mı ibarettir? Ben böyle olduğunu düşünmüyorum. Kaan ve Mete'nin insanları eleştirirken özeleştiri yapmaktan kaçındıkları ortada, neredeyse hiç ayık gezmemek midir sorunların çözümü yoksa sorunları çözmek midir? Ayrıca filmdeki karakterlerin bir ortak özelliklerine dikkat çekmek istiyorum. Mete ve Kaan varlıklı ailelerin çocukları olarak dünyaya gelmiş ve hayatlarını böyle sürdüren iki karakterdir. Deyim yerindeyse yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarındadır. Hal böyleyken toplumu oluşturan insanların iyi hayat için çalışmaları ve bunun için yarışmalarını anlamaları beklenemez. Atalarımız boşuna dememiş "Tok açın halinden anlamaz." Dolayısıyla Mete ve Kaan, Türkiye gerçekliğinde yaşayan insanların bu koşuşturmasını anlayamaz. Film, her ne kadar hayata dair olsa da hayatı çoğunlukla pembelikleriyle anlatmaktadır. Film karakterlerine yaptığım bu eleştiri onların yaşam biçimlerine ve fikirlerine hiç katılmadığım anlamına gelmiyor. Şahsen Mete'ye de Kaan'a da fazlasıyla özendim. Ben de onlar gibi umursamaz biri olmak isterdim. En küçük bir soruna "boş ver gitsin" diyebilmeyi isterdim. Ancak bu hiç mümkün olmayacak çünkü onlar bir filmde oynayan iki karakter ben ise hayatı yaşayan bir insanım ve ne yazık ki filmler gerçek hayata pek benzemez.
Hayatta kalma içgüdüsü, bütün içgüdülerin arasından en güçlü olanıdır. Çünkü diğer içgüdüler bu içgüdü olmadıkça anlamsızdır. Bütün canlıların hayatta kalmak için elinden geleni yapmasının temel nedenidir. O içgüdü ile balinalar okyanusları aşar, Kuşlar kıtaları kat eder... Sadece hayvanlara özgü de değildir. Gülün dikenli, mantarların zehirli olması da hayatta kalmak içindir. Bu içgüdünün kendisini en bariz şekilde gösterdiği canlı ise insandır. Diğer canlılar gibi sadece yaşamakla kalmaz, yaşamı sorgular, eleştirir. Neden yaşadığı sorusuna cevap arayan bilinen tek canlıdır. Bütün bunlar onu yaşama daha çok bağlar. Yaşama içgüdüsüne en güçlü şekilde sahip olan insan için daha da öte bir gerçek aynı zamanda hayatta kalmak konusunda çok başarılı olmasıdır. İnsanların büyük şehirlerde yapay bir yaşam biçimini benimsediğini görerek insanların o şehirler olmadan yaşayamayacağını düşünmek bir hatadır. Çünkü o şehirleri doğanın ortasında kuran, yükselten insanlardır. İnsan Afrika'dan bütün dünyaya, çöllerden buzullara kadar yayılarak hayatta kalmak konusunda ne denli başarılı olduğunu tartışmasız olarak ortaya koymuştur. Çevre değişimleri pek çok hayvan türünün sonu olurken insanlar sallarla okyanusları geçmiş ve hayatta kalmıştır. Bu düşüncelerin aklımdan en son geçtiği zaman Andy Weir`in yazdığı Marslı romanını okuduktan sonrasıydı. Kitabın hemen arkasından filminin de çıkmasına şaşırmadığımı söylemeliyim (yaklaşık tüm kitap sonrası filmlerde olduğu gibi kitap filme göre daha güzeldi). Okurken hikayenin ana karakteri olan Mark Watney`in hayatta kalma azminden etkilenmekle beraber aklıma şu düşünceyi getirmeden edemedim: Kitaptaki olaylar Marsta geçiyordu. Ancak insanlar gerçekten hayatta kalma içgüdüsüyle hareket ediyorsa insanların başka gezegenlere kadar gitmesi biraz anlamsız olmaz mıydı? Bu soruyu yalnızca yaşama içgüdüsüyle açıklamaya çalıştığım zaman ortada ciddi bir eksiklik olacağını anladım. Marsta geçen bir yaşam savaşını tek başına yaşama içgüdüsüyle açıklamak büyük bir hata olurdu. Düşününce fark ettim ki insanın diğer bir içgüdüsü hayvanların aksine neredeyse hayatta kalma içgüdüsüyle eşdeğerdi. İnsan merakından bahsediyorum. İnsanı tehlikeleri görmezden gelip keşfetmeye zorlayan his... İnsanın anlamsız problemlere kafa yormasını sağlayan, insanı sürekli gelişmeye iten his... Daha önce bu keşfetme isteğinin hayatta kalma içgüdüsünü bastırabileceğini düşünmemiştim. Ancak şimdi fark ediyorum ki, Macellan`ın dünyayı dolaşmasından insanların Ay`a ayak basmasına kadar bütün keşifler insanın merakını tatmin etmeyi hayatta kalmaktan daha önemli görmesinin bir sonucu. Belki çok yakın bir gelecekte olmayacak, ancak insanların dünyayla sınırlı kalmayacağına, bir gün başka gezegenlere, hatta başka yıldızlara, galaksilere gideceğine inanıyorum. Bunu nasıl yapacaklarına dair hiçbir fikrim yok. Ama neden yapacaklarına gelince cevaba ihtiyaç olacağını düşünmüyorum. Bence hiçbir şeye ihtiyaçları olmasa da insanlar sadece meraklarını tatmin etmek için gözleri kapalı akıl almaz riskler almaya devam edecekler. Watney kurtulmuş olabilir. Ancak kurtulamayanlar da olacaktır. Peki ya o zaman insan kazalardan ders çıkarıp tehlikeli merakından vaz geçebilecek mi? Hiç zannetmiyorum. İnsanlar, belki de en bu açıdan en mantık dışı hareket eden canlı. Başka hiçbir canlı gökyüzüne, okyanuslara bakıp bu geçilemez ve geçilmesi anlamsız görünen sınırları geçmeyi aklından geçirmez. Üstünlüğü de varsa işte buradadır. İnsan merakı sayesinde var olanla yetinmez, bilimin ve sanatın kaynağı işte budur. Hayatta kalma içgüdüsünün en köreldiği canlı insandır. Sadece yaşamaya çalışmak onun için anlamsızdır. Merakını tatmin etmek, sınırları aşmak ister. Yaptıklarının tehlikesini önceden kestiremez. Kafasına göre davranır, sadece tehlike apaçık görünür hale gelince hayata tutunmaya çalışır. Bu her zaman işe yaramaz. Yiğit Ege BAYİZ 21602582
İnsanların ve insanlığın başına bela olan yedi günahtan bahsedilir ve bunlardan biri de açgözlülüktür. Sanırım açgözlülük bir günah olmaktan öte insanın doğasında yer alan bir özellik çünkü şimdiye kadar tanıdığım insanlar arasında daha fazlasına veya daha iyisine sahip olmayı istemeyen birisine neredeyse hiç rastlamadım. Bence açgözlülüğe çok benzeyen hatta açgözlülüğün bir yanı etkisi olarak sayabileceğim bir kavram var: mükemmeliyetçilik. Mükemmeliyetçiliği, açgözlülüğe benzetmemin sebebi, tıpkı açgözlülük gibi hep daha iyisine ulaşma duygusu. Gözlemlediğim kadarıyla bu duyguya sahip insanlar çoğu zaman, normal olanla yetinmeyip daha iyisini yapma ya da daha iyisine ulaşma duygusu içindeler. Dahası, açgözlülük gibi mükemmeliyetçilik de insanlığa zarar verme potansiyeline sahip. Yönetmen koltuğunda Andrew Niccol'ün oturduğu 1997 yapımı Gattaca filmi1, mükemmeliyetçiliğin benliğimize ne kadar büyük zararlar verebileceğini güzel bir şekilde ortaya koyuyor ve ideal yani mükemmel insanların egemenliği altında olan bir dünyada insanlığın nasıl da yok olduğunu bizlere gösteriyor. Örneğin, filmde Vincent'ın çektiği acılar eminim ki sadece beni değil filmi izleyen herkesi derinden etkilemiştir. Böylesine mükemmel insanların yaşadığı bir dünyada doğal olarak herkes yani her mükemmel insan, kendisi için en iyisine ulaşmaya çalışıyor ve bunu yaparken de başkalarının varlığını adeta görmezden geliyor. Yani insanlar fiziki ve ruhsal açıdan mükemmel olsa da sahip oldukları mükemmeliyetçilik duygusu ve hırsları yüzünden daha da fazlasını talep ediyor. Aslında bu, mükemmeliyetçiliğin büyük bir kısır döngüden ibaret olduğunu göstermesi açısından çok güzel bir örnek. Daha doğrusu kısır döngü değil de sonu olmayan bir istekler zinciri. Filmdeki mükemmel(!) evrene ulaşmak için büyük bir teknolojik gelişimin gerçekleşmesi gerektiği aşikar. Kısaca özetlemek gerekirse, genetik bilimindeki önemli keşifler ve bu keşiflerin önayak olduğu icatlar, insanların genetik yapısını değiştirmeyi mümkün kılmış ve bu sayede engelli veya genetik olarak dezavantajlı bireylerin sınıflandırılabildiği bir düzen ortaya çıkmış. Yani mükemmel insanların olduğu bir dünya yaratılmaya çalışılmış. Bana kalırsa bu noktada daha önce karşılaşmadığımız önemli bir etiksel problem ortaya çıkıyor çünkü insanların mükemmelleştirilmesi günlük hayattaki varlıklarımızın ya da niteliklerimizin mükemmeleştirilmesinden çok daha farklı bir şey çünkü varlıkların herhangi bir aklı bulunmazken insanların duyguları ve düşünceleri var. Filmdeki bu durum ahlaki olarak beni çok rahatsız etti ve gelecek hakkında biraz endişeye sürükledi çünkü sürekli gelişen teknolojinin Gattaca gibi bir dünyayı karşımıza çıkarması hiç uzak bir ihtimal gibi durmuyor. Hele bir de mükemmeliyetçiliğin ve açgözlülüğün ne kadar yaygın olduğunu düşündüğümde bu endişem biraz daha artıyor. Bence Gattaca gibi bir dünya, ideal olmayanların aşağılandığı bir dünya olmaktan öte aynı zamanda insanların hırslarının bir kölesi olacağı, sürekli birbirini ezmeye ve birbiri üzerinde üstünlük kurmaya çalışacağı bir dünya olur. Bu ise, hiç şüphesiz barışı ve huzuru yok edecektir. Üstelik bu genetik modifikasyonların, idealleştirme kisvesi altında insanları tektipleştireceğini düşünüyorum çünkü ideal olan tektir, geri kalanlar bu idealin altında sıralanırlar. Dolayısıyla herkesin en iyi olduğu yer aynı zamanda herkesin birer kopya olduğu yerdir. Filmdeki, ideal insanı yaratma düşüncesi esasen üstün Alman ırkını yaratmaya çalışan Hitler ve Nazi bilim adamlarının düşüncelerine çok benzemekte. Böyle bir fikrin bir caniden çıkmış olmasına da şaşırmamak gerek tabii. Sahip olduğu güç konusunda gözü doymak bilmeyen birisinin, liderliğini yaptığı insanların özellikleri konusunda da gözünün doymaması çok normal. Açgözlülük duygusunun cani insanların elinde bunun gibi tehlikeli bir silaha dönüştüğünü düşündüğümde umuyorum ki Gattaca gibi bir yer bizim için sadece filmlerde görebileceğimiz bir distopya olarak kalır.
Ransom Riggs'in 2011 'de yazdığı "Bayan Peregrine'nin Tuhaf Çocukları" serisini yeni okuma imkanı buldum. Seri üç kitaptan oluşuyor. Sırası ile ser"i Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocuklar", "Gölge Şehir", "Ruhlar Kütüphanesi"şeklinde ilerliyor. Kitap elime geçtiğinde herkes bu serinin yeni Harry Potter olduğundan bahsediyordu. Harry Potter gibi iddialı bir seriyi bu kitap serisi ile kıyaslamak yanlış ama ufak tefek benzerliklerin olduğu da su götürmez bir gerçek. Kitabın başka kitaplar ile benzerliklerini geçersek elimizde basit bir dille anlatılmış, fantastik bir kitap kalıyor. Ama kitap bize beklenmedik bir şey sunuyor o da; kitabın içinde bulunan büyüleyici fotoğraflar. Kitabın içinde bulunan fotoğraflar hem inanılmaz farklı hem de yazarın söylediğine göre farklı yerden toplanmış ve neredeyse hiç rötuşlanmamış fotoğraflar. O yüzden insan kitabı okurken fotoğrafların gerçekten ne anlama geldiğini merak etmeden duramıyor. Kitapların oldukça yalın bir dili var. Ama özellikle son kitaba doğru olayların fazla uzadığını, bazı bölümlerde neredeyse hiçbir şey olmadığını düşünmeye başlıyorsunuz. O yüzden seriyi ardarda okumak zor olabiliyor. Özellikle üçüncü kitap okuyucuyu sıkabiliyor. Bunun yanında kitabın içindeki betimleme yoksunluğu kitapların sanki filme çekilmek için yazıldığını hissettiriyor. Karakterler bir parça yüzeysel kalıyor. Bazı olaylar çok hızlı bazı olaylar ise çok yavaş ilerliyor. Hatta bazı yerlerde "şu bölümü hiç yazmasa olurmuş" diye düşünmeye başlıyorsunuz. Kitaplar kesinlikle kötü değil, başarılı ama basit bir kurgusu var. Sürükleyici ve heyecan verici. Fakat fantastik edebiyatın güzel betimlemelerinden uzak. Fantastik edebiyat betimlemeye ihtiyaç duyar çünkü kişinin hayal ettiği var olmayan bir dünyanın içine okuyucuyu sürüklemesi gerekmektedir. Bu yüzden uzun tasvirler, olay ve yer betimlemeleri gerekir. Öyle fantastik edebiyatlar vardır ki bir müddet sonra o dünyanın gerçek olduğuna kendinizi inandırırsınız. Fakat bu kitapta eksik olanın, beni kitaptan uzaklaştıran şeyin tam da bu betimleme eksikliği olduğunu düşünüyorum. Hollywood için yazılmış, gene her şeye kadir bir başrole odaklanmış bir kitap ile karşılaşıyoruz. Özellikle genç okuyucu kitlesine hitap eden başrol kahramanlıkları pek çok insana sıkıcı ve imkansız gelmeye başlamış durumda. Karakterlerin aniden inanılmaz güçlenmesi, kimsenin yapamadığı şeyleri yapabilmesi ama bu ağır yükün altında ezilmesi hikayesi o kadar çok tekrarlandı ki insan yeni bir şeyler aramaya başlıyor. Eski edebiyatın hatalar yapan insanlarının yerini hatasız gençler almış durumda. Sanki yeni fantastik edebiyat 18. yüzyılın romantizm akımını yeniden yaratıyor. Bir iyi bir kötü konuyor, tüm kurgu kötüyü yermeye iyiyi yüceltme üzerinden oluşturuluyor. Kötülerin hikayesi basit, temeli olmayan birkaç cümle ile geçiştiriliyor. O yüzden belki de bu sıkıcılık ve gerçek dışılık yavaş yavaş anti kahraman devrini oluşturmaya başlıyor. Nitekim sinemada da fantastik edebiyatta da yavaş yavaş anti kahramanların hikayesi anlatılmaya başlandı bile. Bu kahramanlar bize daha yakın, daha anlayabileceğimiz karakterler oluyor. Bu seriye yeniden dönersek kesinlikle okunabilir bir seri. Ama kendinden önceki eserler ile kıyaslamak oldukça yanlış. Çünkü fantastik edebiyatın benim için temel taşlarından olan birkaç önemli öğesi eksik. Elimizdeki hikaye sürükleyici fakat karakterlerin ve mekanların yüzeysel kalması sebebi ile ne yazık ki sanki bir film senaryosu okuyormuşsunuz hissini veriyor. Kitabın içindeki en önemli nokta hikayenin o ilginç fotoğraflarla birleştiği anlar. Bu hikayeyi gerçekten faklı kılıyor. Hatta fotoğraflar öyle farklı ki bazen hikayeyi neredeyse gerçekçi, inanılabilir kılıyor. Belki de yazar fotoğraflar ile desteklediği hikayesinde betimleme kullanma ihtiyacını bu yüzden hissetmemiş. Heyecan üç kitapta da hiç bitmeden devam ediyor hatta bazen kitabın içindeki o koşuşturmaca okuyucuyu yoruyor. İyi bir çok satanlar kitabı olduğu düşünülüp fazla beklentiye girilmez ise oldukça iyi bir seri okuyabilirsiniz.
İnsanların doğumundan bu yana değişmeyecek olan tek şeyi ismidir, soyudur. Soyumuza bağlı olan bu insanları sevelim sevmeyelim hayatımızdan çıkarmamız imkansızdır. İçinde bulunmadığımız ortamlarda bizi bir bakıma temsil etmektedir aile fertlerimiz. Bu denli yakınındaki bir insanla eğer aramızı iyi tutmazsak hayatı kendimize zindan etmekten başka bir şey yapmayız. Eğer yanıbaşımızda sürekli olarak rahatsız olduğumuz bir kişi veya durum varsa hayatımızı ne kadar rahat devam ettirebiliriz ki? Ama bu böyle denildiği kadar kolay olmuyor. Sevmediğiniz bir özelliği bir arkadaşınızda gördüğünüz zaman ona bir şans verirsiniz, yine işe yaramazsa belki ikinci şansı da verebilirsiniz ancak bu öyle sonsuza kadar gitmemektedir. Bir noktadan sonra o arkadaşınızı hayatınızdan çıkarmak hiç de zor olmaz, bu en sevdiğiniz insan olsa bile... Böyle bir durumu hepimiz yaşamışızdır çünkü arkadaşlarımızı biz seçeriz ancak aile fertleri denince işler değişmektedir. Seçme olanağı kimseye tanınmamıştır. Dünyaya gelmeden önce bellidir o ve hayatımızdan çıkarmak nerdeyse imkansızdır. Çıkardığımız takdirde mutlaka bir şeyler eksik kalacaktır. Yerini başka bir şey alamaz. Başkabir insan yok aynı kanı taşıdığın. Kan bağının buunduğu insana zaten ister istemez bir yakınlık duyarsın, hani kan çeker derler ya aynen tam dedikleri gibi. Bu yakınlık beklentiyi de arttırmaktadır. En eksik hissedilen anda yardımına koşulan ve belki de derman bulmayı umduğumuz insan kan bağımız olan insandır. Bu konuda en çok dayanışmanın sağlanmasına yol açan şey ise arkadaşlığın kan bağıyla birleşmesidir. Demek istediğim bir aile fertiyle arkadaş gibi olduğumuz zaman ihtiyaç durumunda ondan daha iyi bir destek, yardım bulamayız. Aynı aileden olmanın verdiği bir özellik ise temel konulara verilen tepkilerin aynı olması, o konular Özgen2 hakkında aynı görüşlere sahip olmasıdır. Bunu bilmek aynı duygulara sahip olduğunu bilmek insana güç verir. Çoğu insan kötü bir durumda, çaresiz kaldığında suçu kendisinde arayabilmektedir. Birarkadaşının vereceği tavsiye veya öneri pek etkili olmayabilir, birey kendi duvarları yüzündenarkadaşını engellemektedir. Ancak aile ferdi o duvarın nasıl geçileceğini iyi bilmektedir. Bundan dolayı onun söylediği her kelime çok etkili olabilmektedir. Kan bağı arkadaşlık duygusu ile güçlenince çok etkili olmaktadır. Ancak baba oğul ilişkisinden daha güçlü bir şey yoktur. Bir baba oğlu küçük yaştayken neye ihtiyacı olduğunu, neyi istediğini bir bakışından çıkarabilir. Bu özelliğin çocuğun büyümesiyle kaybolduğu düşünülse de gerçek değildir. Ancak görev değişimi olduğunu inkar edemeyiz. Birey kaç yaşında olursa olsun babasının gözünde hala kucağına aldığı haliyledir. Belki baba hala oğlunu anlamaya devam ediyordur ama ek olarak babasını anlayan bir oğul da çoktan yetişmiştir. İkisi de birbirinin neye ne zaman ihtiyaç duyduğunu çok iyi bilmektedir. İşte yukarıda bahsettiğim yardıma ihtiyaç durumunda dile getirmeden , sözünü dahi etmeden anlayıp yardıma gelen bir baba veya oğul asla seçilemez değiştirilemez. Tam da bu özelliğin vurgulandığı Rocky Balboa filminde desteğe ihtiyaç duyan bir babanın oğlundan destek almadığında sonra ise destek geldiğinde ruh halinin değişimine vurgu yapılmıştır. Benim en çok etkilendiğim sahne olan oğluyla konuşma sahnesi tüm bu anlattıklarımı doğrular niteliktedir. Birçok arkadaşlıklar olabilir, bazen bize ailemizden de yakın gelebilirler. Ancak hiçbir şey kan bağının verdiği sıcaklığı sağlamamaktadır. Aile fertlerini düşünmeden hayatından çıkaranların içinde her zaman bir boşluk kalacaktır. Kan bağı arkadaşlık bağından çok daha güçlüdür, istesek de kopması imkansızdır. Özellikle de bir baba oğul ilişkisi...
Henry Miller ve Anais Nin arasındaki ilişkiyi, 1990 yapımı Henry & June isimli filmde izleyip öğrenmiştim ilk olarak. Anais Nin'in tutkuyla yazdığı günlükleri, sırları ve edebiyat alanında bence hayat ve cinsellik konusunda da- kendisine bir rehber aradığı sırada Henry Miller ile karşılaşması hem onlar için hem de dünya edebiyatı için büyük bir şanstı. Bu harika ikiliyle ilgili epey araştırma yapmıştım. Sonunda geldiğim noktada Gunther Sthulmann'ın derlediği mektuplara ulaşmıştım: Edebi Bir Tutku Anais Nin ve Henry Miller'ın Mektupları. Henry Miller, henüz yolunu bulamamış ya da yoldan çıkmış genç kadınlar için bulunmaz bir öğretmen ve aynı zamanda iflah olmaz bir çapkın. Onun hemen her metninde yüzündeki kurnaz ve bilge ifadeyi hissetmek, görmek mümkün. Anais Nin ise aslında evli bir kadın ancak henüz istediği şeyin ne olduğunu bilemeyen, tuttuğu günlüğün edebi değeri olup olmadığı konusunda kaygılı genç bir kadın. Böyle bir tabloya baktığımda, Henry ile Anais'in karşılaşmasında bir ilahi gücün parmağını aramamak abes geliyor bana. Onları incelediğimde, birbirlerinden başka hiçbir şeyle uyumlanamayan iki kayıp parçanın nihayet Paris'te bir araya geldiklerini görebiliyorum. Dolayısıyla aşkın ve tutkunun izleri onlara dair her şeyde bir mecburiyet gibi ortaya çıkıyor, birbirlerine yazdıkları mektuplarda da. Birbirlerini anlayan ve birbirleri üzerinde doğal bir ilaç etkisi yapan insanların ilişkileri beni her zaman heyecanlandırır, garip bir imrenme duygusuyla dolmama sebep olur. Çünkü herkes arar ya da bekler, kayıp parçasının bir gün karşısına çıkacağı ya da onu bulacağı an'ı. Buna inanmak ister, çünkü hayal etmesi bile güzeldir. Özellikle yol gösteren, bunu yaparken şımarmayan genelde doğruları işaret eden bir erkek her genç kadının gözdesidir. Böyle birisiyle henüz karşılaşmasam da içimde o kişiyi bulacağım inancını hep saklı tutuyorum. Henry ile Anais'e baktığımda ve bir de yaşadığım ülkedeki gerçeklere, onların her türlü sırrı paylaşma rahatlarına çok şaşırıyor ve özeniyorum. Bahsettiğim kayıp parçanın benim için en nadide özelliklerinden birisi de burada gündeme geliyor. Çünkü hiçbir zaman rahat hissedemedim kendimi, hep bir şeyler yüzünden yargılanacağımdan, kenara atılacağımdan korktum. Bu korku nedeniyle isteklerimi, hayallerimi açıkça dile getiremedim. Yabancıların kültürleri ile bizim kültürümüz arasındaki fark bunun sebebi, tek tek her birimizin kötü niyetli yargıçlar olmamız değil. Ancak durum çok da karamsar değil, biliyorum ki belli şeylerin üstesinden gelebilmiş, her türlü düşünceye açık yığınla insan var burada da. Alara Deniz Özkan Henüz kendimizi ispat etmeye çalışmaktan birbirimizin elini tutmaya fırsat bulamasak da biraz daha büyüyünce bunu da başarabileceğimize inancım tam. Anais Nin ve Henry Miller arasındaki ilişkide insanı kıskançlığa sürükleyen bir başka önemli detay ise belli bir konuda birlikte hareket etmeleri, birbirlerini beslemeleriydi benim için. Bazen bir erkek bakış açısına ihtiyaç duyuyorum. Yolumu kaybettiğimde, başka, benim gibi olmayan birisinin nitelikli sözleri çok işe yarıyor. Böyle bir tamamlayıcılık, bir ilişkide iki kişiye ortak bir yolda ilerliyorlarmış hissi verir işte. Kendimce düşüncelerimi, çalışmalarımı gösterebileceğim, onlarla ilgili yapıcı eleştiriler duyabileceğim, aynı şekilde başka bir gözle benim onun çalışmalarına eğilebileceğim birisiyle ilişki kurmak isterdim. Tek başına bir şeyleri yapmaya çalışmak zamanla hevesimi öldürüyor. Beni gerçekten önemseyen ve destekleyen, yardımcı olmak isteyen birisinin varlığını bilirsem, işte o zaman hevesimi hiç kaybetmem diye düşünüyorum. Çünkü öyle bir durumda bizi biz yapan şey, tam da uğraşlarımız olacaktır, uğraşlarımızın, birbirimizi desteklemenin üzerinde yükselecek bir ilişki kurulacaktır. Henry ile Anais'in yaptıkları şey buydu ve bugün bile bakıp imreniliyorsa, doğru ilişkinin formülünü bulmuş olmalılardı; bir tarafın, diğerine uyum sağlaması değil, birlikte büyümek, birlikte ilerlemek.
Güvenli hissetmek ve güvende olmak için insanların ve ülkelerin neler yaptığı ve ne kadar para harcadıkları ortada. Savaş olacakmış gibi eğitim gören askerler, hırsız girmesin diye kurulan güvenlik sistemleri, silah sanayisine yatırılan paralar ve daha nice örnek var güvenli hissetme çabalarımız arasında. Ama gerçek şu ki güvenilir insanlar olmadan hiçbir harcama güven ortamını tam olarak oluşturamaz. Bize güvenilir hissettiren, zora düştüğümüzde tutunabileceğimizi bildiğimiz dostlarımız güvende olmamazı sağlayan önemli kişilerdir. İlkokul, lise ve üniversite hayatımız boyunca birçok insanlarla karşılaşırız. Bazılarıyla çok uzun süre temasta kalırız ve onları özel bir yere koyarız. Eğlenceli ve kafa dengi olmaları avantajdır ama güvenilir olmasalar hiçbir zaman dostumuz olmazlardı. Bu güven çeşitli olaylar aracılığıyla kazanılıyor. Zor zamanlarımız ve onların zor zamanları belirleyici oluyor güven seviyemizde. Bazen yanlış seçimler yapıp güvenilir olmayan insanlara dost deyip büyük hayal kırıklığına uğruyor insanlar. İyi dost seçmek kolay değil ama bulmanın yolları da var elbette. Dostlarımla çok güzel anılarımız olmuştur. Bazıları aklıma geldikçe hala kendimi tutamam ve gülmeye başlarım. YatIlı lisede 4 sene okumak bana çok güzel, komik anılar yaşattığı gibi bazı zor anlar ve buruk anılarda yaşattı. Şimdi düşünüyorum da otuz küsür arkadaşım oldu yurtta ama aralarında sadece birkaçı benim için çok farklı bir yerde. Zor anlarımda birilikte olduğum ve destek gördüğüm arkadaşlarım onlar. Gülünç ve eğlenceli anılarımız beni hala güldürüyor ama buruk anılarımda içten bir samimiyet ve o gün hissettiğim güven duygusunu hissediyorum içimde. Ben şanslıydım çok aramadan iyi dostlar buldum ama durum hep böyle olmuyor maalesef. Bazıları hep eğlenmek ister dostuyla ve işini ertelettirir veya engel olur ona. Evet eğlendirirler ama sonuç olarak işleri, dersleri geri bırakmış olur ve bir bakıma hayatı zorlaştırırlar. Bu arkadaşlar o işler veya derslerin sonucu başımız belaya girince hiç hoş anılmazlar ve kesinlikle tam anlamıyla dost kabul edilmezler. Yalancı insanlardan da iyi dost 2 olmaz dememe gerek yok sanırım ama başkasına yalan söyleyen insanlara da güvenmek problem yaratabilir bunu bilmekte fayda var. Bazıları da eğlenirken ve gezerken hep yanımızda olurlar ama ne zaman onlara ihtiyaç duysak veya zor bir duruma düşsek ortadan kaybolurlar. Ararsınız ulaşamazsınız veya ulaşırsınız ama size bahane bulur. Bunlara iyi gün dostu denir ve bir noktadan sonra onlara güvenmek imkansız olur ve iyi günlerde de yanınızda istemezsiniz. Bencil ve geçimsiz insanlarla dost olmak da zordur çünkü bir yerden sonra tahammül edilemez hale gelirler ve tartışmalar ortaya çıkabilir. Her yönden mükemmel insan bulmak imkansız tabii ama bazı özellikler genel olarak insanda bulunmalıdır. Dürüstlük, yardımseverlik, hoşgörü gibi. İyi dostlar mükemmel olmayabilir ama güvenilir olmalıdır. Sonuç olarak hayatta güvenli hissetmenin en önemli yolu güvenilir insanlar tanımaktır yani güvenilir dostlar edinmektir. Dostluklar tecrübelerle güç kazanır veya kaybeder. Yukarıda bahsettiğimiz gibi iyi ve güvenilir dostlar bulmak için önce o özellikleri kendimizde bulundurmalıyız. Kendimiz iyi bir dost adayı olmadan iyi bir dost bulma gafletine düşersek hüsrana uğrarız. İyi dost ararken mükemmel insan ararsak da dostsuz kalırız. Hayatımıza sevinç, huzur ve güven eklemek istiyorsak iyi dostlar edinmeliyiz. Kolay değil iyi dost bulmak ama kesinlikle imkansız da değil. Kendimiz iyi olup biraz tecrübe ve arama ile bulabiliriz iyi dostlar. Bunun sonucunda ne zaman dara düşsek elimizi uzatacak bir insan var güveniyle yaşarız. Ahmet Said Aydil / 21501535
Şimdiye kadar canınızın en çok acıdığı hissettiğiniz an neydi hatırlıyor musunuz? Bu cümleyi okuduğunuzda aklınıza gelen ilk şey bu hayatta kaybetmekten en çok korktuğunuz şey. Belki onurunuz belki sevdiğiniz biri belki de para. Ama aklınıza gelen o "şey" hayatınızı en çok şekillendiren olgu. Son zamanlarda ortalarda dolanan bir söz var eminim ki duymuşsunuzdur: "Hayat mutlu anların toplamıdır." Ben buna şiddetle karşı çıkıyorum çünkü hayatımızı, karakterimizi ve davranışlarımızı yaşadığımız mutluluklar değil hayatta karşımıza çıkan zorluklar ve çektiğimiz acılar belirler. Canınızın çok yandığı o ana geri dönün lütfen ve düşünün o zamanki sizle şimdiki arasında belirgin bir fark var mı? Muhtemelen birçoğunuzun cevabı evet olacaktır. Birçoğumuzun buna evet demesinin sebebi aslında bilinçaltımız. Yaşadığımız o hezeyanın etkisiyle kendimizi korumak için yeni davranışlar geliştiriyoruz. Kimimiz içine kapanıyor kimimiz yeni hobiler ediniyoruz. Sırf o etkiden kurtulabilmek için. Lakin aslına bakarsanız işin en kolay kısmı da atlatmaya çalışmak çünkü kabullenmek atlatmaktan daha zor ve daha çok zaman alıyor. Nedense olumsuz şeylerle yüzleşmek konusunda iyi değiliz. Kaçabildiğimiz kadar kaçıyoruz. Sanırım her birimizde bu süre değişkenlik gösteriyor. Fakat ortada genel bir gerçeklik var ki acıyla barışmak konusunda insanlar olarak iyi değiliz. İnkar, kızgınlık, pazarlık, depresyon ve en sonunda kabulleniş. Tüm bu sürecin son bulduğu yer olan kabulleniş aşamasında insan başka bir duyguyla tanışıyor: pişmanlık. Özellikle sevdiğiniz bir insanın kaybının ardından sarsılıp hayata çok farklı yerlerden bakmaya başlıyorsunuz. Kendinizi koca bir hortumun orasında kalmış bir ağaç gibi güçsüz hissediyorsunuz çünkü o an yetişkin olmanın insana verdiği "istersem her şeyi yaparım" hissinin kaybolduğu an. Özgüvenin yerini pişmanlık alınca bir düşünce seli karşılıyor sizi ve düşündüğünüz tek şey o insanla beraber geçirdiğiniz anlar ve keşkeler. Keşke ona daha fazla vakit ayırsaydım diye başlayan ve uzayıp giden bir listeyle baş başa kalıyorsunuz bu aşamada. Sanırım sevdiğimiz o insandan ne zaman ayrılacağımızı tam olarak biliyor olsak ve en iyi şekilde değerlendirmek için her şeyi yapsak bile birlikte geçirdiğimiz her an yine de az gelir. Hayatınızın en zor anı sevdiğiniz bir kişiyi kaybetmiş olmak olmayabilir. İşinizi kaybetmiş olabilirsiniz ve ya yıllarca hayalini kurduğunuz okulu kazanamamış olabilirsiniz. Önemli olan o yaşadığınız acının sebebi değil, canınızın yanmış olması. Çünkü sebebi fark etmeksizin bu acıların ardından insan genelde neden tüm bunlar henüz yaşanmamışken daha dikkatli olmadığını sorguluyor. Hayatı gelişi güzel yaşamak ortalama yaşam süresi yetmiş altı yıl olan bir canlı için fazla cüretkar. Dikkat etmediğimiz her an hayatı biraz daha kaçırıyoruz. Renkler, sesler, kokular, anılar her biri koşar adım kaçıyor bizden. Bu yaşamdan elimizde kalacak tek şey biriktirdiğimiz anılar olacak. Lakin biz her gün geleceğimiz için çabalarken bugünü, yaşamı kaçırıyoruz ellerimizden. Ve uğruna yıllarca çalıştığımız o ideal gelecek ise hiçbir zaman gelmiyor çünkü biz o hayatı kafamızda kurgulamaktan fırsat bulup yaşayamıyoruz. İşte tam da burada acı duygunun bize kattığı bir güzellik var. O da farkına varmak. Hayatın, yapılan hataların, boşa geçen zamanın farkına varıyoruz. Tıpkı Demolition filmindeki karısının ölümüyle baş etmeye çalışan Davis Mitchell gibi etrafımızdaki her şeye daha dikkatli bakmamız gerektiğini fark ediyoruz. İnanıyorum ki eğer bizde etrafımıza daha dikkatli bakmaya başlarsak hayatı gerçekten yaşamaya başlarız. Yaşadığımız acıdan çok şey öğrenebiliriz işte bu yüzden hayatın mutlu anlardan ibaret olduğuna inanmıyorum. Çünkü acılar insanlara silkelenip kendilerine gelmeleri için eşsiz bir fırsat veriyor. Acının insanı sarsan bir etkisi var. Uyuşmayı düşünürken birden farkındalığınız inanılmaz derecede artıyor ve daha önce hiç fark etmediğiniz şeyleri fark etmeye başlıyorsunuz. Her şeye daha dikkatli bakmaya başlıyorsunuz çünkü biliyorsunuz ki yarın hiç olmayabilir. O yüzden dikkat etmeliyiz. Doğan güneşe, kuş seslerine, baharla gelen o güzel çiçeklerin kokusuna, içtiğimiz kahvenin tadına ve en çok da etrafımızdaki insanlara dikkatimizi vermeliyiz.
Orwell'in işini bırakarak Londra da kötü koşullar altında ve bazen de evsizlerle yaşamasını konu edinen bir kitap. Anladığım kadarıyla insanları gerçekten anlamak için onlarla yaşayıp aynı hayatı deneyimlemeye çalışmış. Gün doğarken sadece uyumak için başını koyacak bir yastığı ve üstüne çekecek bir battaniyesi olsa dahi yüzünüze bir gülümsemenin gelip oturmasına sağlayacak bir kitap yazmış Orwell. Kokuşmuş otel mutfaklarında bulaşık yıkarken doğru düzgün uyuyamayacağını bile bile eve gitmenin hayalini kurmak, elde kalan son işe yarar kıyafeti de rehinciye satıp çaresizliği daha da hissetmek Orwell'in başına gelenlerden. Her gün yağlı ekmekle beslenmekten ağızda kalan kötü tat, odanın duvarında gezen tahta kuruları eşliğinde bir sonraki kirasını nasıl ödeyeceğinizi bilmediğiniz oda da uykuya dalmak aslında kitapta aklımda kalan birkaç şeyden sadece birkaçı. Berduş olduğunu bir türlü kabul edemeyen İnsanlar, yoksul bakımevleri arasında geçip giden ömürler, başı yerde dolaşan evi olmayan insanlar, gelecek yerde sigara bulabilmek için hep hakkında en ufak bir hayali veya ümidi olmadan yaşayan, daha doğrusu o gün de ayakta kalmayı başarabilen insanlarla dolu bir roman. Evsiz insanların yaşantısını ve psikolojisini merak edenler için gerçek bir kaynak. Benim ilgimi çeken bir çok nokta oldu kitapta ama en ilginçleri berduşlar sanırım. İyiliğe iyilikle karşılık veren insanlar değiller. Türkiye de pek karşılaşmadığımız bir şey bu sanırım. Bu insanlar onlara herhangi bir biçimde yardım eden insanla ra minnet duymuyorlar hatta sinirlenip nefret ediyorlar. Sanırım burada biraz kıskançlık devreye giriyor. ''Senin sahip oldukların benim olmalıydı veya eskiden bende senin gibiydim'' gibi bir düşüncede olabilirler bana göre. Tabi berduşların açısından bakınca haksızlar mı emin olamıyorum çünkü bana karşı sahte ve gereksiz biçimde şefkat gösteren biri olsa benimde hoşuma gitmez ve sinirlenirdim sanırım. Teşekkür beklemeden ve sahte gülümsemeler olmadan yapılan yardımlar daha gerçekçi gözüküyor. Bence iyi örnek ismini belirterek para bağışlamak, ismini açıkça belirten insanlarla buna en sokakta abartı biçimde berduşlara ilgi gösteren ve teşekkür bekleyerek iyilik yapan kişiler aynı yapıdaki insanlar. Aslında Bilkent'e ki ilk yılımda tam olarak berduş aşağı yukarı ona benzer bir yaşantısı olan biriyle tanışmıştım. Bilkent'e olmasa da kapsamlı burslu olarak girmişti derslere pek girmiyor onun yerine sokakta yatarak, otostop çekerek ülkeyi geziyordu parçalar halinde. Gerçekten değişik ve anlaşılmaz bir yaşantı bana göre. Hippileri sevmediğim gibi bu tarz bir şey de garip geliyor. Okulda yurdunda kalmak ve dersleriyle ilgilemek varken sokakta yatarak bir ülkeyi gezmeye çalışmak ne derece mantıklı ki. Yaşadığın yeri ve hatta farklı ülkeleri ama yapılış biçimi de dikkate alınmalı. Küçük bir gezmek bana göre çok önemli öğrenci bütçesiyle de yurtta kalarak veya ''work and travel'' gibi bir seçenekle de gezilebilir. Bu yaşantı biçimi daha sonrasında hazırlığı geçememesine okulu bırakmasına neden olmuştu. En son öğrendiğim bir yerde çalışıp hayatını idame ettirmeye çalışıyormuş. Aslında tam da kitapta bahsedildiği gibi gün içinde sadece 5 saat uyuyacağı evine(eğer varsa) gitmek için çabaladığı insanı tüketen bir 4- yaşantı. Sanırım ülkeden ülkeye değişmeyen tek şey sokakta iy i ve ya kötü bir sürü hikayesi olan bir sürü insan var kimisi belki orada olmayı hakketti belki bazısı da üzücü nedenlerden sokaklarda yaşamak zorunda kaldı ama her halükarda onlarda bizim gibi insanlar. Bana göre kibarca yardım etmekte ve hikayelerini din lemekte hiçbir sakınca yok belki tam tersine bu onlar içinde iyi olabilir. Ama bahsettiğim kişiler bizim ülkemizdeki gibi dilenciler değil tabiiki onlar daha çok sokaktan geçen insanları sömürmeye çalışıyorlar. Evsizler veya berduşlar her ne dersek diyelim parasızlığın dibine vurmuş kişiler.
Yalnızlık, insanın hayatında en az bir kere tecrübe ettiği bir olgu. Bazen içimizde, bazen ise dışımızda. Kimi zaman tercih ediyoruz onu. Kimi zamansa, bizi ondan başka tercih eden olmadığı için yalnız kalıyoruz. Yine de yalnızlığın aslında ne olduğu, ne anlam ifade ettiği üzerine pek düşünmüyoruz. Sanki orada değilmiş gibi yapıyoruz. Yokmuş gibi davranıyoruz. Sanki böyle yapmamız, onu gerçekten yok edecekmiş gibi... Ne kadar da safız aslında! Gözünü kapatınca gerçek ortadan kaybolacak zanneden küçük çocuklar kadar hem de. Oysa yalnızlığın bir yere gittiği yok. Hep orada. Hep bizimle. Yatağın altındaki sinsi ve korkunç canavarın ta kendisi, yalnızlık. Peki yalnızlık aslında ne? Gündüz vakti çöken karanlık mı, zamansız gelen bir misafir mi? Sevildikçe giden, reddettikçe geri dönen vefasız bir sevgili mi? Zor sorular... Biliyorum. Hem sorması, hem de cevaplaması zor. Ama belli ki Caroline Kepnes'in bu soruları cevaplayacak cesareti varmış. Sen adlı kitabında dökmüş ortaya bütün cevapları. Kitap bitince anladım ki yalnızlık, insanın kendisini anlayacak kimsesi olmamasıymış. Bir dolu insanın ortasında, kalabalıklar içinde bir başına kalmasıymış. Çünkü aslında yalnızlık neymiş biliyor musunuz? Yalnızlık, kişinin hayatının anlamını aramak için çıktığı bu yolculukta yanında ona eşlik edecek kimsesinin olmamasıymış. Kulağa çok acımasız geldiğinin farkındayım ama gerçek bu. Gerçek, yalnız kalmanın, yalnız olmakla aynı şey olmadığı. Kendinizi anlattığınızda anlayacak birileri olmadığını bilmek yalnızlık. Pek menem bir şey değil yani. Bazıları yalnızlığın tercih edilebilecek bir şey olduğunu söylüyor. İstediği için yalnız kalanlar varmış güya. Palavra bu bence. Kimse isteyerek yalnız kalmaz. Doğru; etrafına duvar örenler, kendini kalelerin ardına kapatanlar var. Kendisini erişilmez kapıların ardına saklayanlar var. Ama hiç kimse yalnız kalmak, kendini izole etmek için örmez o duvarları. O duvarları aşacak cesareti olan birileri var mı diye görmek için örer. Yalnızlık tercih falan değildir yani. Yalnızlık bazen kader, bazen de kaçınılmazdır. Kimileri için kaderdir çünkü öyle bir zihniyet, öyle bir karakterle doğar ki o kişiler, onları anlayacak insan sayısı yok denecek kadar azdır. Milyarlarca insanın bulunduğu bu dünyada da onları anlayabilecek olan o tek tük insanları da bulamazlar. Kaderi yalnızlıktır bunların anlayacağınız. Bir de yalnız kalması kaçınılmaz olanlar vardır. Onlar için yalnız olmak kader değil de zorunluluktur. Anlatamazlar kendilerini. Sırları vardır. Derin ve karanlık sırlar... Paylaşamazlar kimseyle. Korkarlar. Sevilmemekten, istenmemekten, beğenilmemekten korkarlar. Anlaşılmamak, yargılanmak ve dışlanmak, onların canavarlarıdır. Canavarlara olan korkuları, onların kaçınılmaz olarak yalnız kalmalarına sebep olur. İsteseler de alamazlar kimseyi hayatlarına. Suratlarında hep bir maske, hep bir yalan gülücük vardır onların. Ne yapsalar, ne etseler olmaz. Sonunda kendilerini karanlığın içine sinmiş, tek başlarına ağlarken bulurlar. Birisi de beni anlasın derler. Sadece anlasın. Sevmesin, kıskanmasın ama yargılamasın da. Sadece anlasın. Ama sırlarla dolu ruhlarını kimseye açamadıkları için bu sadece hayal olarak kalır onlar için. Ne acı değil mi? Yalnız kalmaya mahkum olmak yani... Bir hücreye kapatılmak gibi... Kimsede anahtarı olmayan bir hücrede sonsuzluğa mahkum olmak... Çok zor ve çok acı. En kötüsü de bununla bir ömür yaşamak zorunda olduğunuzu bilmek. Hiç bitmeyecek gibi görünen bir hayatı, yalnızlıkla birlikte üstünüzde taşımak. Dilerim kimse bununla sınanmaz. Sevmek ve sevilmek varken, bu yükü taşımak zorunda kalmaz insanlar. Hayatı yaşanmaz kılıyor bu yük çünkü ve hayat, yaşamak istemediğinizde çekilmiyor.
Bir günde bitirdim Yekta Kopan'ın Aile Çay Bahçesi'ni. Uzun bir kitap değil zaten; yüz kırk iki sayfa. Hani biriyle oturursunuz, hatta hiç tanımadığınız biriyle, size tek oturuşta bütün hikayesini anlatır ya... Bu kitap da bana biraz öyle geldi. Anlatılmak istenen fazla dolandırılmamış. Yazar anlattı, ben dinledim sanki. Dil de yalın. Kitabı ana karakterden dinliyoruz: Müzeyyen. Bana her zaman erkek bir yazarın ana karakteri, hatta hikayeyi anlatan karakteri, dişi seçmesi ilginç gelmiştir. Bunu seviyorum da galiba. Bir erkeğin kaleminde, bir kadının kendini anlatması... Murathan Mungan'ın ustalığıdır bu aslında. Neyse yazarımız Yekta Kopan, ona ihanet etmiş gibi olmayayım şimdi. Ana karakterimiz Müzeyyen. Onun hayat hikayesini içeriyor kitap. Tabii objektif değil. Müzeyyen'in perspektifinden bakıyoruz. Müzeyyen, mükemmel bir kız çocuğuyken (kendince), altı yaşındayken bir kardeşi olacağını öğrenir ve hayatı alt üst olur. Kardeşi olsun istemez. Bir de kız. Onu hep kendine rakip görür içten içe. Aslında bu herkeste vardır. Yani kimileri belli bir yaşa kadar, kimileri hayatı boyunca kardeşlerini rakip olarak görürler. Hele ki hemcinsse... Peki, gerçekten hayattaki en büyük rakiplerimiz kardeşlerimiz midir? Bir bakıma çok da yanlış bir söylem değil bu. Sonuçta hayatta sahip olduğumuz ilk şeyler ebeveynlerimiz. Ve kardeş dediğimiz kişilerle onları paylaşıyoruz. Ne kadar sevsek de kardeşlerimizi, bilinçaltında bir yarış olur mutlaka. Küçük çocuklarda gayet açık bir şekilde görülür zaten bu yarış. İşte kitapta da, kardeşinin doğmasıyla Müzeyyen'in hayatı kötüleşmeye başlar. Yani Müzeyyen hayatında ters giden her şeyden kardeşini sorumlu tutar. En başta da annesinin ölümü için. Annesi doğumda ölmez, daha farklı bir ölüm bu ama küçük Müzeyyen'in yarattığı dünyasında bu ölümün sebebi kardeşidir. Ben burada, insanların her şeyi bir nedene bağlama çabasını gördüm. Çünkü eğer Müzeyyen annesinin ölümünün nedenini çözemeseydi içi rahat etmeyecekti. Ve en kolay yoldan, zaten sevmediği kardeşini günah keçisi yaptı. Çok severiz birilerini suçlamayı, onları günaha boğmayı. Sanki günahı başkasına yükleyince biz hafifleriz. Müzeyyen'in bir de babası var. O da iki numaralı günahkar. Karısına ve çocuklarına gün yüzü göstermeyen; ne doğru düzgün kocalık ne de babalık yapabilen bir adam... Müzeyyen babasını da hiç sevmez. Kendi dediğine göre, Müzeyyen insanları sevmez. Zaten en yakınındakileri sevmezsen, biraz uzağındakini nasıl seversin? Anneleri ölünce, bu iki kardeşe, hatta babalarına da babaanne Fatma bakar. Müzeyyen, babaannesini sevse de, babasına, yani Fatma'nın oğluna olan şefkatini hep suçlar. Çünkü annesi öldükten sonra babası birçok kadın getirmiştir annesinin yerine ki zaten annesi ölmeden önce, annesini birçok kez aldatmış. İşte böyle bir babayı sevmez Müzeyyen. Babaannesi, babasını sokağa atamadığı için kızar falan filan. Peki, ne kadar haklı Müzeyyen? Bütün bir hayat, sürekli insanları suçlayarak geçer mi? Böyle bir aile içince büyüyünce, Müzeyyen, hayatına giren tüm insanlardan medet umar hale gelir. Onlara gereksiz anlamlar yükler. Mesela bakkalın karısı vefat edince, sanki tüm dünyası yıkılır. Halbuki Müzeyyen insanları sevmediğini iddia etmişti. Benim kitaptan anladığım ki bu bir bölümde sıkça geçiyor: Müzeyyen en çok kendiyle yüzleşmekten korkuyor. Aslında insanları seviyor, ama sevmediğini söylüyor. Kardeşini seviyor ama suçlayacak bir günahkara ihtiyacı var hayatında. Babası için bir şey söyleyemeyeceğim, o konuda haklı gibi. Müzeyyen adını sevmez, anlamını kendine yakıştırmaz. Birlikte olduğu erkeklerle uyuyamaz. İyi resim yapar, ama hiçbir zaman bir ressam olamamıştır. Kardeşiyle kıyaslar hep kendini; kardeşi daha güzeldir, daha alımlıdır. Kardeşinin güler yüzlü olmasını bile çekemez. Cesur insanlara hayrandır; çünkü yapmak istediklerini yapamaz, söylemek istediklerini söyleyemez. Müzeyyen kendinde hep eksileri görür. Bu yüzden hayatı da eksilerle doludur. Dolduramadığı boşluklar yaratır kendine. Bence insan kendi yaratır hayatındaki boşlukları. Kimsenin boşluğu değildir onlar. Kendi boşluklarımızdır. Hayatı kendi kafamızda yarattığımız şekilde yaşadığımıza inanıyorum. Evet, her zaman beklediğimizi bulamıyoruz ama beklentilerimizi değiştirmek de bizim ellerimizde. Söyleyeceğim şu ki; Müzeyyen kendi kendini mutsuz etmiş bir kadın. İsteseydi daha mutlu bir hayat yaşayabilirdi. Ama o kolay olanı seçip başkalarının onun hayatını mahvettiğini düşünerek yaşadı. Gerçi kitabın sonlarına doğru biraz girdiği atmosferden çıkar gibi oluyor ama yine de bir sonuca bağlanmıyor. Ben kadere inanmıyorum. Hayatımızda bin bir türlü olumsuzluk yok değil. Fakat yine de, hayata ne verirsek onu aldığımızı düşünüyorum. Bence herkes kendi yaşam öyküsünün birer mimarı.
İçimizde yaşattığımız -bizi biz yapan duygularımız- hislerimiz, isteklerimiz ve en önemlisi de arzularımız acaba sahip olduğumuz bedenlerde hayata gelmek ister miydi? Nasıl bilebilirlerdi ki dış görünüşümüzle uyuşmadıkları için onları baskılayacağımızı, göz ardı edip kimse anlamasın diye iç dünyamızın en derinlerinde bir yerlere gömeceğimizi. Eminim, onlar da yanlış bedenlerde hayat bulmak istemediler. İster miydi her hücremize işleyen arzularımız ömrümüz boyunca bir mücadelenin parçası olmayı, yıpranmayı ve ortaya çıkabilecekleri anı beklemeyi ya da içimizdeki çelik kapıları aşamayıp vücudumuzla birlikte sonsuza dek toprağın altında kalmayı? Einar Wegener'in (Lili Elbe'nin) içindeki kadını dışa vurana kadar tam olarak yaptığı da buydu ancak onun içindeki arzular dışarı çıkmayı başarmıştı ve çelik kapısının kilidi giydiği kadın elbisesiydi kanımca. Einar geç olsa da başarmıştı. Bu yüzden onun hayatı herkese ışık olan bir başarı hikayesiydi. Danimarkalı Kız filmini izlerken en çok dikkatimi çeken şey aslında hepimizin Einar Wegener'e çok benzediğiydi ve filmde "bugünü" bulabilmemdi. Bu yaşantının üstünden seksen beş yıl geçmiş olsa bile film bazı şeylerin hiç değişmediğini bütün çıplaklığıyla gözlerimin önüne serdi. Einar'a nasıl mı benziyoruz, anlatayım. Bizler değil miyiz kendi istediğimiz gibi değil de başkalarının istediği gibi yaşayanlar. Daha anne karnında bir cenin iken kadın ve erkek arasındaki tek fark olan bir organımızdan dolayı ne renk giyeceğimiz veya odamızın ne renk olacağı gibi birçok şey çoktan seçiliyor. Erkeksen her şeyin mavisinden, kız isen bizim için pembeden başka bir renk yokmuş gibi adeta. Büyüyüp de erkek "adam" pembeyi sevince türlü türlü hakaretlere ve hatta cinsel istismarlara maruz kaldı, peki ama pembe de mavi gibi bir renk değil miydi? Yo hayır elbette değildi, çünkü bizim için renklerin bile cinsiyeti vardı! Doğduğumuz andan itibaren kurallarını başkalarının yazdığı bir dünyaya adım atmış oluyoruz. Kimse sormadı ki bizim dünyamız nasıl! Kimse umursamadı ki biz ne istiyoruz. Onlar dışarıdan pembe ya da mavi olmasıyla ilgilendiler, başka ne olabilirdi ki zaten... Kimse anlamadı ki kimimiz mavi giyip içinde bir pembe barındırıyor. Aman erkeklerle oynama, aman onlarla arkadaşlık etme, aman kızlardan uzak dur diye tembihlendi bize hep. Karşı cinsle bütün bağlantıları kesip içimizde zaten var olan eşcinselliği iyice ortaya çıkardılar. Peki ya içimizdeki kuşu kafesinden çıkarıp özgür bıraktığımızda ne oldu? Ne mi oldu, ben anlatayım. Başkalarının hoşuna gitmedi, hor gördüler, dışladılar, ötekileştirdiler ve yaşatmadılar. Evet, yaşatmadılar! Tecavüz ettiler, öldürdüler, yaktılar, gömdüler... Bir can, bir yaşam bu kadar ucuzlaşmıştı. Niye? Çünkü eşcinseldi, o pembe olan eski bir maviydi! Halbuki farklı olmak bizim seçimimiz değildi, bir yönelimdi; anlamadılar, anlatamadık... Ayrıca daha sonrasında da yine bizler değil miyiz başkalarına güzel ve kadınsı görünmek için topuklu ayakkabı giyip acı çekenler, okullarda bile erkek çocuğuna benzemeyelim diye etek giydirilenler ya da kız gibi olmasın diye saçı kestirilen erkekler? Ailemiz onaylamaz diye sevdiğimizi kalbimize gömüp orada sessizce onu büyütmedik mi, sonra da sırf onlar istedi diye tanımadığımız adamla bir ömrü paylaşmadık mı? "Paylaşmak" pek iyimser oldu sanki biz ona "ömrü ziyan etmek" diyelim, sırf "onlar" istedi diye... Belki de Einar'ın evliliği de böyleydi, belki sadece başkalarının ağzını kapamak içindi. Her şeye rağmen Einar çok güçlüydü, belli ki çok savaşmıştı içinde yaşayan kadını (Lili'yi) öldürmek için ta ki Lili onun bedenini de işgal edene kadar. Tek bir hakikat var ki, Einar olmak istediği bedende ebediyete kavuştu. Einar bir umut oldu diğerleri için, onun gibiler için, gelecek için, bugün için. Ve... Hep hayallerini süsleyen bedende -bir kadın olarak- sonsuzluğa uzandı.
"Godot'yu beklemek" dilimize yerleşen, sıkça duyduğumuz bir söz. İlk kez lise yıllarında duyduğum bu sözün kaynağını araştırdığımda İrlandalı yazar Samuel Beckett'in Godot'yu Beklerken adlı tiyatro oyunuyla ilişkili olduğunu öğrendim. Oyunu izlemek için Ankara'daki tiyatroların repertuvarlarını araştırdım fakat hiçbirinde oyunun oynandığına rastlamadım. Sonuçta merakımı gidermek için oyun metnini okumaya karar verdim. Godot'yu Beklerken, Samuel Beckett'in en bilinen eseridir. İlk olarak Fransızca yazılmış ve Paris'te sahnelenmiş olan oyun, sonrasında diğer dillere de çevrilip başka ülkelerde de oynanmış. Oyunun çok ses getirmesinde türü etkili olmuştur. Absürt tiyatro (uyumsuz, saçma tiyatro türü) olarak nitelenen, alışılmamış biçime sahip olan bir tiyatro eseri Godot'yu Beklerken. Türünden dolayı eserde belirgin bir olaya yer verilmemiş, oyun fazla aksiyon içermiyor. Olay örgüsü ön planda olmadığı için uzam ve zaman kavramları da pek net bir şekilde belirtilmiyor. Eser, varoluş felsefesi ve bu konudaki düşünceler üzerine kurulmuş. Oyunda, hayatları bekleyiş içinde geçip giden iki dost vardır: Vladimir ve Estragon. Bu iki figür, karakter özellikleri bakımından zıt düşüyorlar. Estragon maddiyatçı ve cahil bir figürdür. Fiziksel olaylar ve özellikler onun için daha önemlidir. Onun için insanın güdüsel yanının simgesi diyebiliriz. Vladimir ise bilge, düşünen bir figür olarak sergilenmekte. Manevi değerler onun için daha önemli. İnsan onuruna değer veriyor, soyut bir şekilde düşünüyor. Vladimir ile Estragon arasında geçen şu diyalog bu belirlememin en tipik örneğidir: "Estragon: Bir onluk bile makbule geçer./ Vladimir: Dilenci değiliz biz."(s. 49) Bu iki dost, oyunda "Godot" adında birini bekliyorlar, bekleyerek geçiriyorlar hayatlarını. Bu sırada ne birbirlerinden kopabiliyorlar ne de beklemekten vazgeçebiliyorlar. Oyunda sergilenen bu bekleyiş sıkıcı, boş ve amaçsızcadır. Vladimir ve Estragon'un Godot'yu beklemesi gibi insan da hayatı boyunca hep bir bekleyiş içindedir. Hayatın vazgeçilemez bir parçasıdır beklemek. Önce dünyaya gelmek için bekleriz, sonrasında ömrümüz bir şeyleri beklemek ile geçer. Her insan için beklenen şey farklı olsa da bekleme eylemi ortaktır. Kimi insan iyi hayat koşullarına sahip olmayı, kimi hayatının aşkını bulmayı, kimi de torunlarını kucağına almayı hayal eder ve bekler. Yaşadığımız hayatla aramızdaki bağı oluşturan Tezerişener, 2 bu bekleyişlerin her biri bizim amacımız, gerçekleştirmeyi istediğimiz hayallerimizdir. Samuel Beckett'in oyunu da bekleyiş kavramı üzerine kurulu. Oyundaki Godot, hayattaki beklentileri simgeliyor. Eserde iki figür kendi Godot'larını bir şey yapmadan edilgen şekilde bekliyorlar. Biz de bazen aynısını yapıyoruz aslında. Hayattan çok şey bekliyoruz, hem de çaba göstermeden, yorulmadan, hiçbir şey vermeden. Fakat yapılması gereken "Godot"u oturduğumuz yerden beklemek değil, onun için çalışıp emek sarf etmektir. Hiçbir şey birden ayağımıza gelmez ya da beklenmedik bir şekilde gerçekleşmez. Bir şey yapmadan beklemek, sahip olduğumuz hayatı boşa geçirmek, elimizde olan zamanı kötüye kullanmaktır. Hayatı ertelemektir aslında boş boş beklemek. Kendimizi kandırmak, kendimize yalan söylemektir. İnsan, hedefi doğrultusunda kendini geliştirmediği takdirde tekrara düşer. Yaşadığı hayat tekdüzeleşir, sürekli fakat farkında olmadan aynı bekleyişi yaşar durur. Amaçsızlığı seçen, bir süre sonra kendini unutur, benliğini kaybeder. Bir başka deyişle tükenmeyi bekler. Bitmek bilmeyen bekleyişte insan hiç mi bir şey yapamaz? Yapabilir tabii ki. Bu bekleyiş sürecinde takınacağı tutum geleceğini belirler insanın. Ya kolaya kaçacak, ben böyle rahatım, ne olacaksa zaten olur deyip kendi köşesine çekilecek ya da çağına ve kendine yaraşır bir "Godot" belirleyip onun doğrultusunda çalışacak. Engeller ve zorluklarla karşılaşılsa da yapılması gereken de budur. Madem yaşıyoruz, bir amaç için yaşamalıyız. Kendimize hedefler koyup onlara ulaşmak için çaba göstermeliyiz. Amacımıza bizim gitmemiz gerekir, onun bize gelmesini beklememeliyiz. Vladimir'in de dediği gibi "Burada vaktimizi ziyan etmeyelim. Fırsat çıkmışken bir şeyler yapalım!" (s. 103) Sahip olunan amaç, insanı insan yapar. Yaşama tutunmak ve devam etmek için bir sebep sunar.
Her tarafımız kötülük dolu artık. Cinayetler, tecavüzler, bombalı saldırılar, tacizler... Çoğumuz alıştı belki de bunlara. Çünkü kendileri yaşamıyorlar bu olayları. Televizyondan görüyor ya da radyodan duyuyorlar. Her gün aynı tarz farklı olaylar duyunca da alışkanlık yapıyor tabii(!). Herhangi bir tepki göstermiyorlar artık. Eğer vicdanları varsa belki sadece on dakika kadar üzülüyorlar ya da küfrediyorlar yapanlara ve yaptıranlara. Ancak on dakikadan sonra bir şey kalmıyor kimsenin aklında. Herkesin ağzında aynı laf almış başını gidiyor: "Hayat devam ediyor". Peki, bu hayat kime devam ediyor? Herhangi bir olayda hayatını kaybedenler için bu laf hiçbir anlam ifade etmiyor. Aileleri ve arkadaşları için de pek bir anlamı yok artık hayatın. En azından bir süre onlara da devam etmiyor hayat. Peki, tecavüze, tacize, psikolojik şiddete uğramış insanlar için devam ediyor mu? Ya da cinayete şahit olmuş biri için? Onlar için de devam ettiğini sanmıyorum. Hayatlarının geri kalan kısmını o olayların bıraktığı yaraları iyileştirmeye çalışarak geçirecekler. Psikolojik destek alacaklar. Bazı şeyleri o olayla bağdaştıracak veya herhangi bir suçları olmadığı halde sorunu kendilerinde arayacaklar. Bu durumda hayat yine onlara devam etmeyecek. Bizler de yine sessiz kalmaya devam edeceğiz. Ne herhangi birini sorumlu tutacağız ne de bu durumu değiştirmek için bir şeyler yapacağız. O olayları yaşamış insanları anlamaya çalışıp, empati kurup, hayata bakış açımızda bir değişikliğe de gitmeyeceğiz büyük ihtimalle. Arkadaşlarımızla birlikte otururken bu olayların sebebini konuşacağız belki. Yine "eğitimsizlik, cahillik, nefsine hakim olamama" sonucunu çıkaracağız. Ertesi gün yine her şey kaldığı yerden devam edecek. Bu durumu nasıl yok edebiliriz ya da en azından azaltabiliriz diye sorguluyorum Dexter'ın herhangi bir bölümünü seyrettiğimde. Geçmişten günümüze kadar gelen "çivi çiviyi söker" deyişini düşünüyorum. Gerçekten öyleyse kötülük kötülüğü yok eder mi diyorum kendi kendime. Bu kötülüğü yapan veya yayan insanları ya da nesneleri, Dexter Morgan'ın yaptığı gibi etkisiz hale getirmek ya da ortadan kaldırmak bunun bir çözümü olabilir mi diye sorguluyorum. Onlarca insanın, çocuğun hayatını almış birinin ortadan kaldırılması bir çözüm mü? Dosyası yüzlerce tecavüz, taciz, gasp olaylarıyla dolu olan birinin hayatını almak bu durumu iyileştirir mi? Eğer çözüm buysa, Dexter Morgan cinayet işlemiş olur mu? Böyle sorular sorulduğunda hiç düşünmeden cevap olarak "Her varlığın canı kutsaldır" derdim. Hala daha bu görüşü savunurum ancak Dexter'ı seyrettikten sonra bir duraksama geliyor böyle sorularda artık. Bir düşünce döngüsünün içinde kalıyorum. Önce, aklıma para, otorite, saygınlık ya da fikir dayatmak için hayatı alınan masum insanlar geliyor. Sebepsiz yere öldürülen onca insan... Küçücük yaşta annesini, babasını kaybetmiş çocuklar geliyor ya da çocuğunu kaybetmiş ebeveynler. Kardeşini, aşık olduğu insanı, dedesini, yıllardır öz kardeşi gibi gördüğü arkadaşını kaybedenler geliyor aklıma. Sonrasında da "başkasının canını alan bir can kutsal olabilir mi artık?" diye soruyorum kendi kendime. "Nedeni ne olursa olsun, bir çocuğun hayatını almak; kardeşleri, akrabaları, dostları ayırmak kabul edilebilir bir şey mi?", "Başka bir canı alma hakkını kim verdi?" diye sorular geliyor aklıma ardı ardına. "Para, pul, otorite ya da fikir için öldüren bir varlık bahsettiğim kutsallığa dahil olabilir mi?" diye sorguluyorum sonrasında. En son bir ses yükseliyor vicdanımdan. Bana dünyadaki adalet sisteminin varlığını hatırlatıyor. İyi çalışan bir adalet sisteminde, hapsetmek, ıslah etmek ya da sosyal bir hizmet için çalıştırmak varken neden hayatını sonlandıralım ki? Nihayetinde canı alma hakkı da verilmedi hiçbirimize. En sonunda da yine başa dönüyorum: "Her can kutsaldır." İHSAN UMAY DURUR
Her insanın tanıdıkları hakkında kafasında oluşturdukları belli başlı düşünceleri bulunur. Bu düşünceler genellikle birlikte geçirilen zaman içinde davranışların incelenmesi, bir duruma verilen tepkiler ve bir olay hakkında o insanın sahip olduğu fikirleri öğrenme yollarıyla edinilir. Yani çoğunlukla insanlar bir başkasını tanırken onda ne gördüklerini umursarlar. Fakat birinin aslında kim olduğu sorgulandığında üç açıdan bu soruya cevap bulunması mümkündür. İnsan, evet, göründüğü gibi algılanabilir; ama herkes dışarıya sunduğu haliyle kendisi olmayabilir de. Ya da insanın nasıl biri olduğunu çok iyi bilmesine karşın aynaya baktığında kendisini farklı biri olarak görmek istemesi de olağan. Bu durumlarda insanı; nasıl göründüğü, aslında kim olduğu ve olmak istediği kişi olarak üç parçaya bölebiliriz. Hangisi olursa olsun insanın kendisini bunlardan biriyle açıklayabilmesi, kendine tamamen yabancılaşmış olmasından elbette daha iyi değil midir? Üç farklı durumdan herhangi biri resme bakıldığında hissedilebilir; ancak resimde kitabın aynadaki görüntüsü doğru şekilde yansıtılmışken, ayna karşısında duran adamın yüzünü ne kendisinin ne de resme bakan kişilerin görememesi oldukça ilginç. Bu resmi gördüğümde düşündüğüm ilk şey kimi durumlarda insanın kendisinin bile kendisini tanıyamaması, kendi benliğinden uzaklaşıp en sonunda kaybolabileceğiydi. Bir sanat eserinden herkes farklı birer anlam çıkarabilir. Ben bu resmi incelediğimde yukarıda bahsettiğim üç kavram ve yabancılaşma durumunu, ressamın anlatmak istediği olarak düşündüm. Resim: La Reproduction Interdite (1937) Rene Magritte Bu düşüncelerden en önemlisi, belki bazen en ürkütücü olanı, insanın kendine yabancılaşmasıdır. Kendine yabancılaşma, kimlik kaybı veya insanların kişiliksiz oluşu ya da aidiyet yoksunluğu şeklinde açıklanabilir. Bu aidiyet yoksunluğu çoğunlukla uzaktan baktığını fark ettirir insanların yaşadıkları hayata. Bir noktaya gelip gözlerini açar ve fark ederler o ana kadar yaşadıkları şeylerden de aslında sorumlu olduklarını. Yaptıklarından keyif alamamakla yüzleşirler, bir nevi hisleri uyuşur. Bazen kahkahalarla gülseler de gözlerinin içindeki gülümsemenin gri bir perdeden ileri gidememesidir insanın kendisine yabancılaşması. Hayatlarına sanki bir vitrin camındaki manken gibi bakarlar. Yabancılaşan birey, neredeyse kendi varlığını bile hissetmeyecek ya da hissedemeyecek bir hale dönüşür. Yabancılaşmış insan, yaşadığının bile sanki farkında değildir ve günlük aktivitelerini bir robotmuş gibi yapar. Bu durum, hayatı tamamı ile tatsız bir hale getirir o insan için. Çünkü kendinden uzaklaşmak, kendine yabancılaşmak başka birinin düşünceleriyle hareket etmeye başlamakla doğar. Bir başkasının aklını kendisininkinin yerine koyan insan, eninde sonunda kendi fikirlerini üretemeyecek hale gelir. İşte bu sebeple tatsızlaşır yaşamı. Çevresindekilere, topluma ve kendisine yabancılaşan kişi, artık neredeyse hayattaki amacını da bilmeyecek hale gelir. Yabancılaşma, bir başkasının düşüncelerini benimsemek, genel anlamda da kendine ait olmayıp sisteme ait olmak demektir. Dış bir zihniyetin ona yapması ve yapmaması gerekenleri söylemesiyle insan, yavaş yavaş birey olma bilincini kaybedip yaşamındaki amacını unutur hale gelir. İnsan haklarının önemini unutur, birbirine saygı duymayı ve sevgi göstermeyi unutur, duyarsızlıklara tepki vermenin en doğal hakkı olduğunu unutur. Yani kendine yabancılaşmak, insanın sadece kendisine verdiği bir zarar değildir. Geniş çerçeveden bakıldığında tüm topluma zarar verebilme yetkinliği olan ürkütücü bir durumdur. Resimden etkilenen yazar Leopold von Sacher-Masoch resimle aynı adı taşıyan bir şiir yazmıştır. Şiirdeki iki dize şu şekilde çevrilebilir. Yalnızlığım öyle bir tablo çizer ki bu gece, Aynadaki yansımam bile bana sırtını döndü.
Gözlerinizi kapatın ve bir yol hayal edin. Orman içinden geçen ağaçlar ile çevrili bir yol. Sonra da bu yol üstünde küçük bir kız ve bozuk olan beline yardım etmesi için ayaklarına demir takılmış olan bir erkek çocuk olduğunu. Onlar yolda otururken arkadan üç bisikletli çocuğun erkek çocuğa taşlar attığını ve bu atılan taşlardan kaçmak için ayağında o demirlerle koştuğunu hayal edin. Arkadan küçük kız "Koş Forrest, koş!" diye bağırıyor. Ve son olarak bu çocuğun koşarken ayağındaki demirlerden kurtulmasını ve inanılmaz bir hızda koşuşunu düşünün. Forrest Gump filmindeki bu sahne bana hiçbir zaman pes etmememi hatırlatır her izlediğimde ve her izledikten sonra geleceğe biraz daha olumlu bakarım. Bu son ay benim için zor bir ay oldu. Yeni bir şehir, yeni insanlar, yeni bir okul. Her zamanki gelecek kaygılarım omuzlarım üstünde daha da fazla ağırlık yapmaya başlamıştı. O yüzden ben de bir daha Forrest Gump'ın öyküsünü izlemek ve biraz hayatım için ilham almak istedim. Forrest Gump' ı ilk defa ailemle birlikte baya küçükken izlemiştim. O zaman hayatın bana neler getireceği hakkında pek bir fikrim yoktu, Gump ile aynı masumlukta izliyordum filmi. O zaman tam olarak anlamamıştım filmde değinilen konuları, yaklaşık 9-10 yaşlarındaydım. Benim için ne kadar önemli olacağını ve ilerde bana ne kadar yardım edebileceğini bilmiyordum. Bana farklı insanların çok şey yapabileceğini öğretti ve bu yüzden filmin ana konusunun farklılık olduğunu düşünüyorum. Bunu Forrest'ın kendisinde de görebiliyoruz. Normal olarak tanımlayacağımız biri değil ama bu filmi özel kılan da bu değil mi, ana karakterin çevresindekilerden farklı olması? Hiçbir zaman o normal çocuk figürü olamadım. Çoğu insan da zaten garip olduğumu söyler, ama ben bunu kötü bir şey olarak algılamıyorum. Hatta bence beni ben yapan özelliklerden biri de bu. Fakat şu an kendim hakkında çok beğendiğim bir özellik olsa da ilkokuldayken insanlardan bu yüzden çok da güzel laflar işitmedim. Bugüne kadar da hala düşünürüm: neden insanlar farklı olan insanlar karşısında böyle tepkiler verirler? Neden insanların dış görünüşleri normalde gördüğümüzden farklı, bir insan çoğunluktan biraz daha saf veya çoğunluktan farklı bir düşüncede olunca bir tepki verme gereği duyuyoruz? Herkesin belirli bir kutuya sığması mı gerekiyor ki? Bence hayır. Ben farklılığımızın bizi diğer herkesten ayıran özellik olduğunu düşünüyorum. Maalesef ki herkes böyle düşünmüyor ve aynı filmde olduğu gibi farklı bir insanı "taşlıyorlar". Benim de kendimi böyle durumlarda bulduğum oldu, tabi ki sözcüğün gerçek anlamıyla taşlanmadım fakat üzücü durumlar yaşadım. Çocuklar Forrest'ı kovalarken o pes etmemişti ve koşmaya devam etmişti. İşte ben de böyle durumlarda Forrest'ı örnek almaya ve pes etmemeye çalıştım. Forrest film boyunca hiç pes etmiyor. Evet belki bazen hayatın onun için ne kadar zor olduğunu hissettiriyor izleyiciye fakat gene de ilerlediği yolda durmadan devam ediyor. Sinemanın beğendim bir özelliği de işte bu. Bize, bizim hayatımızdan başka birinin hayatını gösterebilmesi ve yaşatabilmesi. Mesela filmi izlerken Forrest'ın hayatını yaşıyor izleyici. Böylelikle görebiliyoruz ki bu hayatta mutluluk veya zorluk yaşayan tek insan biz değiliz, bu da bence bizim diğer insanların hayatlarına daha geniş bakmamıza ve biraz daha düşünceli olmamıza sebep oluyor. Sinema sayesinde başkalarının hayatlarında yaşadıkları durumları ve bu durumlara verdikleri tepkileri görebiliyoruz. Filmde de Forrest'ın yaşadığı zorluklara verdiği tepki, bir yumruk veya söz değildi. O onunla dalga geçenlerle savaşmıyordu. O hayat ile savaşıyordu ve bu yüzden pes etmiyordu. Ben de bu filmin en sevdiğim yanının bu olduğunu düşünüyorum: pes etmemek. Ve bu filmi çok sevmemin ve bana çok yardımının dokunmasının sebebi de bu. Bana pes etmememi hatırlatıyor ve ne olursa olsun ileride olabilecek bir mutlu gün için bile hayatla savaşmamı sağlıyor. Aynı Forrest'ın annesinin dediği gibi "hayat bir çikolata kutusundan ibarettir, içinden ne çıkacağını asla bilemezsin...". Bu hayata nasıl geldiğimizi, ne kadar akıllı olduğumuzu, ne kadar "normal" olduğumuzu veya hayatımızın nasıl olacağını biz seçmiyoruz. Fakat bu belirlemediğimiz özelliklerden dolayı yargılanıyoruz ve üzülüyoruz. Umuyorum ki bu farklılıklarımız ilerideki günlerimizde birbirimizi yücelttiğimiz sebeplerden biri olur çünkü bizi birimizden ayıran ve güzel kılan nokta bu: farklılıklarımız.
Bana öyle geliyor ki hayatımız boyunca bir şeyleri bekliyoruz. Açıkçası bu bekleyiş benim kendimi bildim bileli çözmeye çalıştığım bir sorun. Nedeni ise hayattan çalıyor olması. Okul evreleri mi tetikliyor bu durumu bilemiyorum fakat ben altı yaşımdayken anaokulunun bitip ilkokulun başlamasını beklediğimi çok net hatırlıyorum. Sonra ilkokul bitsin ortaokula geçeyim diye bekledim. Sonra lise, lisedeyken de üniversite... Hani liseyi nasıl geçirdin diye sorsanız neredeyse bitkisel hayatta diyeceğim, o kadar az hatıra kalmış ki daha dört beş sene öncesinden belleğimde. Üniversiteyi beklerken yaşamayı unutmuşum. Beklemişim de beklemişim. Hala da bekliyorum fakat bu bekleyiş yaş arttıkça daha da stresli hale geliyor. Daha üniversitenin birinci sınıfındayken okul bittikten sonra yapmayı planladıklarınız hakkında konuşmak o kadar kolay ki. "E ben sadece bir iç mimar olarak kalmak istemiyorum, akustik üzerine yüksek lisans yapmayı planlıyorum." "Bu diplomayı alıp da üstünü tamamlamamak büyük haksızlık olur, ben aydınlatma ve ışık üzerine yoğunlaşacağım." Fakat son sınıfa geçtiğinizde o işin o kadar kolay olmadığını, fark etmediğiniz bir vitrin camına bodoslamak gibi ansızın ve bir hayli acılı şekilde idrak ediyorsunuz. Önce ben bu işin yükseğini okuyacağım dediğiniz bütün konuları toparlayıp önünüze koyuyorsunuz. Geleceğinizi torbalayıp kurayla karar verecek değilsiniz ya, oturup tek tek artılarını eksilerini yazıyorsunuz, yani en azından ben öyle yapıyorum. Bölümü seçerken avantaj olarak algıladığım geniş çalışma alanı gerçekliği de benim için bir dezavantaj olarak görünmeye başlıyor tabii. Ha bir de bir bölüm okumaya karar verdikten sonra üniversitelerin sunduğu yüksek lisans programlarını ve bu programların giriş koşullarını araştırmak var. Sonra yavaş yavaş rüyalarda bile on beş üniversitenin yirmi beş programı arasında koşturur hale gelmek... Üstüne üstlük bu sene daha önce yaşamadığım bir sorun daha yaşıyorum. Bu belki de şimdiye kadar başarılı olduğunu düşündüğüm bir sistemin son ayağı. Üniversitenin o ilk yılında hırslı ve stresli bir öğrenci olarak verdiğim o zor kararın; yani dönemlik ders yükümün bir fazlası ders almamın ironik bir sonucu bu sorun. Şimdi "Ee, adam gibi dersin de kalmamış işte, okula misafir gibi gidip geliyorsun, daha ne için hayıflanıyorsun?" Diyebilirsiniz. Açıkçası ben de geçen sene altı stüdyonun altında, boyası çıksın diye taşın altında ezilmiş ortanca çiçeği gibi kıvranırken aynı sizin gibi düşünüyordum. Fakat şimdi geriye kalan iki üç dersimin bir öncekilerin farklı ölçekli tekrarları olduğunu görüp diyorum ki "Ya galiba benim bu okuldan alabileceğim bir şey kalmadı artık. Bu okul bana ne sunduysa öyle veya böyle bitti, kalmadı, ben hepsini tükettim." Tabii durum böyle olunca bu son mimari stüdyoların gereksizliğini sorgulayıp yapacağım kat kat maketleri, onlar için uyumayacağım saatleri, günleri, haftaları düşündükçe daha da kahroluyorum. Ha bir de sekiz dokuz yaşlarından beri hayali kurulan İskandinav sevgilinin yanına gitme telaşı var. Açıkçası Bilkent Üniversitesi gibi itibarı sağlam, sıralaması da Türkiye'nin ilk beşinde olan bir üniversiteyi 4 üzerinden 3, 5 üstü bir ortalamayla tamamlamak, Türkiye'deki hemen hemen bütün üniversitelerde yüksek lisans eğitimini garantileyen bir anahtar. Benim de not ortalamamı yüksek tutmaya çalışmaktaki birinci amacım buydu. Fakat sonra hayatın onunla beraber daha tatlı olduğunu fark ettiğim bir adamla tanıştım. E o da çocukluğumdan beri hayalini kurduğum bir İskandinav erkeği oldu diye kadere de isyan edemem ki, değil mi? Sonuç olarak yurtiçindeki tüm o okul alternatifleri birer birer aklımdan silinmeye başladı. Gözümü İsveç'teki Danimarka'daki okullara dikmeye başladım. Tabii bu durumun bir sonucu olarak da özgüven yetersizlikleri çıkmaya başladı ortaya. Yani ben kendi okulumda, hatta belki Türkiye'de iyiyim, tamam, peki ya Avrupalı, Amerikalı, Uzak Doğu Asyalı meslektaşlarımla karşılaştırıldığımda neredeyim, kaçıncı sıradayım? Şimdi o hayalini kurduğum üniversiteye kabul edildim belki, ama ya okul ücreti? Bakalım Bilkent'ten aldığım gibi oradan da tam burs alabilecek miyim? Kabul alıp da burs alamadığım için o okullarda okuyamamak da var. Sizi bilemiyorum ama ben hala bu sancılı bekleyiş sürecine bir türlü çözüm bulamadım. Yani yüksek lisansa başladığımda da sanki bitirip de çalışmayı bekleyecekmişim gibi hissediyorum ve bu durum beni hakikaten korkutuyor. Fakat düzeltmek için uğraşmadığımı söylemek de kendime haksızlık olur. Gerçekten bu kısır döngüyü kırıp aşmaya uğraşıyorum. İnanıyorum, illa bir gün iliklerime kadar yaşadığımı hissedeceğim, sadece henüz o günün ne zaman geleceğini bilemiyorum. Bilge DOĞMAZ
Durup, İnce Şeyleri Anlamaya Vakti Olmayan İnsanlar Bayan denilmesinden hoşlanmayan kadınlardanım. Kadın-kız ayrımının da toplumun bilinçaltındaki cinsellik merakından kaynaklandığını düşünürüm. Kadın kelimesi, erkek kelimesinin zıttıdır ve erkek denildiği yerde karşı cinse bayan denmez, abla denmez, kız denmez veya bacı denmez, kadın denir. Düğünlerde çalan tek tip şarkılar beni ayrıca sinir eder. Rock seviyor olabilirsiniz ama düğününüzde Candan Erçetin çalmadan gerçekten evlenmiş kabul edilmezsiniz. Akrabanızın düğününe ceket veya kravatsız katılırsanız ayıplarlar. Bu ne angarya yahu? Facebook'tan tanıştığınız kadın eşiniz çıkarsa veya mekanik bir kalabalığın yarattığı trafikte sıkışıp kalırsanız ne olur peki? Yukarıda saydığım günlük hayattan, ilgi çekici ve bir o kadar da şaşırtıcı olaylar Hakan Bıçakçı'nın Hikayede Büyük Boşluklar Var adlı hikaye kitabında yer verdiği olaylardan sadece birkaçı. Toplum eleştirisi yapan, distopyalar kuran ve kahkahalarla bu distopyaları yıkan bir yazar olarak aklımda kalacak Hakan Bıçakçı. Toplumun normları hepimizin sınırlarını zorlamıştır zaman zaman. Akrabaların tutuculuğundan, toplumun eleştirel bakışlarına, ailelerin mükemmeliyetçiliğine... Hepimiz hayatımızın bir evresinde "Toplum ne der?" diye düşünmüş, kimi zaman adımlarımızı buna göre atmış, kimi zaman bu soruyu görmezden gelmişizdir. Hakan Bıçakçı görmezden gelinemeyen normların yarattığı distopyayı, belki biraz mübalağa ile sunarken biz farkında olmaksızın bizi çepeçevre saran normları görmeye başlayacaksınız. Bıçakçı'nın toplumsal baskıdan sonra katlanamayacağı bir başka şey varsa o da çağdaş yaşam standartları olabilir. Metropoller, yüksek katlı beton yığınları, kalabalıklar, trafik ve modern hayatın bize kattığı daha nice eziyet Hakan Bıçakçı'nın hikayelerinde yer verdiği unsurlardan. İşe gitmek için harcağınız iki saat sizin için sıradanlaşmışsa ve bu zamanı gözünüzde büyütmüyorsanız bir daha düşünün. Mekanik insanlar, onların yarattığı mekanik trafik ve monotonluk her tarafınızda. Etrafta naturel tek bir renk tonu kalmamış. İnsanların gülümsemeye vakti yok. Bir metro istasyona yaklaşıyor, kapılar açılıyor. İnsan seli. Hepsi birbirine benzeyen, hepsi ifadesiz onlarca insan boşalıyor metrodan. Bir o kadarı da biniyor. Bu döngü 6-7 dakikada bir, günde on iki saat haftada yedi gün devam ediyor. Bu karamsar tonda, histerik gülüşlerle süslenmiş sayısız hikayeden oluşan bu eser sizi kaygı içinde bırakmayacak yalnız. Eserde karşılaşabileceğiniz bazı hikayeler de size toplumun aksak ama komik yönlerini gösterecek ve hatırladıkça yüzünüzde gülümsemeye sebep olacak. Bilirsiniz, toplumumuz kadın deme özürlüdür. Örnek verelim, x-ray cihazından geçeceksiniz; kadınları ve erkekleri farklı güvenlik görevlileri arayacak. bu senaryoda duymanız en olası cümle: "Erkekleri sağ taraftan alalım, bayan arkadaşlar bu taraftan ilerlesin" olabilir. Tabii bayan yerine bacı, teyze kızı, ablacığım gibi samimiyete dayalı sözcükler de kullanılmış olabilir. Ama asla kadın denmez çünkü kadın cinselliği çağrıştırır. Erkek cinselliği çağrıştırmazken, kadın nasıl çağrıştırır derseniz verecek cevabım yok. Hakan Bıçakçı'nın da yok. Bakın, Bıçakçı'yla ortak düşündüğümüz bir alan daha. Toplum yaşantınızda neden rahatsız olduğunuzu çözemediğiniz ama bir şekilde rahatsız olduğunuz bir şey olursa bu kitabı okuyun. Yazar sizin için nedenlerini detaylarıyla ortaya dökecek, sizi bile ikna edecektir. Monotonluk, sıradanlık zor geldiğinde, gözünüz bir parça yeşil aradığında, gülen insanlar görmek istediğinizde de okuyabilirsiniz. Başka bir şehirde, belki deniz kıyısında belki yemyeşil bir çimenlikte bu kitabı okuyup, sizin gibi düşünen insanların var olduğuna inanın. Güzel insanların, Gülten Akın'ın dediği gibi, durup ince şeyleri anlamaya vakti olan insanların var olduğuna inanın. Eğer inanırsanız dünya daha güzel gözükecek size ve bu dünyanın güzel olmayan hallerini güzelleştirme arzunuz filizlenmiş olacak.
Kaçmak sizce nedir? Neden kaçılır? Niçin kaçılır? Belki bu soruların hepimize göre farklı anlamları ve cevapları var ama ben sizlere kendi düşüncelerime göre yani, çevremde gözlemlemiş olduğum hayatları ve bu hayatların getirmiş olduğu yaşantılar ile hayatımızda yer alan "kaçmak" terimini anlatmak istiyorum. Evet, kendimi iyi bir gözlemci ve kirlerimi de kaliteli buluyor olabilirim ama bu demek değildir ki, insanların yaşantılarını direkt kendim üzerimden sizlere anlatayım. Onları kendi kirlerim ile harmanlayıp ya da bütün bunları yaparak kendimi de bir rutinin içinden yani, kendi yaratmış olduğum hayatın içinde kaçmak için kullanmak istiyorum. Kim bilir? Belki de anlatacağım olaylar ve yaşantılar tamamen beni ve benim gibilerin hayatlarını anlatıyordur çünkü bana göre insanlar ne zaman başka insanlar üzerinde yazıp çizmeye başlasa, kendi hayatlarını o insanların hayatlarını kullanarak anlatmış ve aynı zamanda da eleştirmiş oluyor. İlk olarak hepimizin bildiği ve her gün karşı karşıya kalmak zorunda olduğumuz "stres" denen o illetten söz etmek istiyorum. Stres neredeyse hayatımızın her anında karşımıza çıkıyor. Bazen yapılması gereken bir iş, ödev ya da başkaları tarafından yapmamız için verilmiş herhangi bir şey olarak karşımıza çıkıyor ama işin ilginç tarafı ise, biz insanların bu verilmiş olan görevlerden mümkün olan en kısa zamanda kurtulmak istiyor oluşu olsa gerek. Bu duruma sürekli içimizde büyüyen stresi kaynak olarak gösterebiliriz. Bir adam düşünün, kimsesi yok, işi yok, ailesi yok daha da önemlisi parası yok ve bir gün bu adam hayattan kaçmak, getirmiş olduğu ağır yükten kurtulmak istiyor. Sizce bunu nasıl başarabilir? Tabii, günlük hayatımızın getirmiş olduğu bu tarz sorunları çözmek için yine bu modern çağın getirmiş olduğu banka kredilerini ya da hayat koçlarını çare olarak gösterebiliriz fakat gerçek kurtuluş yolunun ne olduğunu siz de benim kadar iyi biliyorsunuz. Çaresizliğin insan beyninde şekil bulmuş hali olsa gerek kendi hayatımızı sonlandırmak yoksa bu kadar çok alternatif varken kendi canını hiçe saymak mantıksız bir şeymiş gibi geliyor bana. Şahsen, eğer bir iş veya olay yolunda gitmiyorsa yapılacak en doğru haraket tarzının işlerin rayına oturmasını beklemek olduğunu düşünüyorum. Birçoğunuza göre bu saçma ve yanlış bir düşünce gibi gelebilir ama olaylara geniş bir pencereden baktığınız anda aslında olan biten her şeyin tamamen sizin kontrolünüzün dışında geliştiğini görecek ve anlayacaksınız. Şimdi size anlatacaklarım ise ilk başta bahsettiğim konuya birazcık zıt gibi gözükebilir. Genelde çoğumuz günlük hayatlarımızda bazı olayların olmaması durumda şu cümleyi kullanıyoruz: "Boşver ya! olacağı yokmuş" ya da "Kaderde bu yokmuş, zorlama artık!" gibi cümleler bu tarz konuşmalara örnek olarak verilebilir. Ben ise yukarda söylediğimin haraket tarzının aksine bu türlü cümlelere zıt bağlamış durumdayım. Neden mi? İnsan istediği şeyin sonuna kadar gitmeli ve o isteği başarmak için de sonuna kadar gayret göstermeli. Çünkü zaten olaylar ve onların sonuçları bizden bağımsız bir şekilde gelişmekte yani, ne yaptığımızın aslında pek bir önemi yok. Önemli olan nokta bizim bu durumu kendi bilinç altımızda kendimize söylememiz ya da çevremizdekilerin bize söylemesi. Kendimizi işe yaramaz hissettiğimiz an bu duygulardan uzaklaşmak ve yaptığımız işe dört elle sarılmak doğru bir davranış gibi geliyor bana. Basitçe söylemek gerekirse, yağmasakta kükremek bu türlü durumlarda kendi kendimize hayı anmaktansa yapılması gereken bir şey gibi gözüküyor bana. Bu dediklerimi yapmadığımız anda muhtemelen kendimizi işe yaramaz bir ruh halinde bulabiliriz. Keşke dememek ve kendimizi depresyona sokup hayattan kaçmaya çalışmamak bu olsa gerek. En azından denedim ve elimdem geleni yaptım demek kendimizi domuz bağında bulmaktan daha iyi bir seçenek gibi gözüküyor. Sonuç olarak söylemek gerekirse, insanlar kendi hayatlarında yarattıkları kurgu ve hayal ürünü olan şeylerin yolunda gitmemesi durumunda kendilerini umutsuzlukla çevrelenmiş derin bir çukurun içinde buluyorlar. Belki de bu insanlar için olağan ve olması gereken bir şey ama maalesef benim için bu düşünce tamamen yanlış bir hareket. Evet, bazen bu durum bizim lehimize olabilir ama genel olarak baktığımız zaman bunun gereksiz ve kendimizi küçülten bir hareketten başka bir şey olmadığını anlayacak ve kendi hayatımızı daha düzgün bir çizgi üzerinden gitmesi için var gücümüzle çalışımaya başlayacağımıza eminim. Bu kre hala katılmıyor olabilirsiniz ama gerçek şu ki; kendimize eziyet etmeye devam ettiğimiz sürece ileride daha kötü bir durumun içinde olmamız kaçınılmaz ve tahmin ediceğiniz üzere bu gerçekleştiği zaman geri dönmek için çok geç kalmış olucağız. Oytun Ege Aytaç
Turk 101 dersi bloğu için okumayı seçtiğim kitap Stephen Zweig'den Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat'tir. Önceden seçilmiş kitaplar listesinde arkadaşım bu kitabı seçtiğini ve kitabın kısa olmasına rağmen anlatamın oldukça yoğun olduğundan bahsetmişti. Ben de kitabı arkadaşımdan ödünç istemeye ve bloğumu bu kitap ile ilgili hazırlamaya karar verdim. Her zaman bir kitaba başlamadan önce yaptığım gibi kitabın yazarı ile ilgili küçük bir araştırma yaptım. Yazarımız Stephan Zweig ile ilgili biraz bilgi edindikten sonra Kitabı bir an önce bitirmek için hemencecik kitaba başladım. Kitabın başları oldukça hoş ilerledi, betimlemeleri oldukça detaylıydı. Kahramanlarımızın konakladıkları pansiyona kadar her dekor oldukça iyi işlenmişti. Fakat "Kadın" hayatı boyunca unutmadığı o yirmi dört saati anlatmaya başlayınca kitap benim için sıkıcı bir hal almaya başladı. Özellikle kumarhane masasında gördüğü yirmili yaşlardaki gencin el hareketlerini izlerken aktardığı izlenimler bana göre fazlasıyla uzundu ve birbirini tekrarlar niteliğindeydi. gencin elinin titreyişini yaklaşık beş yüz kelime ile anlatması beni daralttı. Aynı kelimelerin yerleri ile oynanarak yeni cümleler oluşturulmuştu. Belki de orijinal dili olan Almancadan çevirilirken böyle bir hal almıştır. Ama bu durum benim okumamı oldukça sekteye uğrattı. Aynı satırı tekrar tekrar okuyormuşum hissi yarattı bende. Hatta bir ara kitabı okumayı bırakmayı bile düşündüm. Ama kitabın sayfalarında kendimi kaybolmaya zorladıkça bu sıkıcı ve uzun anlatımın sadece o bölüme özgü olduğunu anlayınca okumaya devam etmişim. Zaten yaklaşık otuz beş sayfam kalmıştı bu yüzden başlamışken bitireyim diyerek okumaya devam ettim. Kitabın sayfalarında gezindikçe kitapta yer yer sürükleyici, yer yer ise kadının o yirmi dört saatini anlatmaya başlamasında olduğu gibi hız kesici yerler olduğunu fark ettim. Bazı bölümlerde deyim yerindeyse o sahneyi yaşarken, bazı bölümlerde ise sadece yerleri ile oynanarak kurulmuş cümlecikler kitabı sıradanlaştırıyordu. Otelde başlarından geçen olay anlatılırken kitap, ilgi çekici ve sürükleyici iken kumar masasındaki eller son derece sıradan ve sıkıcıydı. Bu kitabı bana öneren arkadaşım kitabın çerez gibi hemen anlaşılıp, bitirebilecek bir kitap olduğunu söylemişti. Kitabı okuduktan sonra o arkadaşıma oldukça hak verdim. Kitap bana da oldukça basit ve hemen tüketilebilecek gibi geldi. Bana kalırsa üstüne düşünülecek bir kitaptan çok kısa hoş öyküydü. Yazarın üslubundan içeriğine geçecek olursam, kitabın krinin hoş olduğunu söyleyebilirim. Ama yine de çok etkileyici olduğunu düşünmüyorum. Yaşlı, görmüş geçirmiş bir kadının hayatını değiştiren o yirmi dört saati, yaşandıktan sonra ilk defa yirmi dört sene sonra bir yabancıya yüksek sesle dile getirmesi, yaklaşık yetmiş sayfaya sığdırılarak anlatılsa da yeterli olduğunu düşünüyorum. Kitapta muallakta bırakacak boşluklar yoktu. Yaşlı kadının yani Bayan C'nin suskunluğunu bozmasının nedeni de kaldıkları pansiyonda yaşadıkları bir olaydır. Bayan C.'nin kahramanımıza açılmasının sebebi ise, kahramanımızın pansiyondaki olaya bakış açısı ve krini tüm karşı gelenlere karşı korkusuzca savunmasıdır. Kahramanımızın bu tavrı ve kadın ruhundan anlayışı Bayan C.'nin ona güvenmesini sağlamıştır. Bana göre olaylar ve bu olayların altında yatan nedenler birbirlerine özenli bir şekilde bağlanmış, ilgi mantıklı bir şekilde kurulmuş. Ama yine de ben kitabı biraz sığ buldum ve etkileyici bir anlatıma sahip olduğunu düşünmüyorum. Okurken beni sürüklediğini ve sayfaları değiştirmek için can attığımı söyleyemeyeceğim. Kitaba başlamadan önce yazarın yanı sıra okurların bu kitap için yaptığı yorumları da incelemiştim. Yorumlar genelde, tutkunun mantıklı bir kadına yaptırabileceklerinin etkileyici bir anlatımı ve başarılık psikolojik çözümlemeler barındırdığı üzerineydi. Bundan dolayı beklentilerim kitaba başlamadan önce oldukça yüksekti. Belki de beklentimi yüksek tuttuğum için okudum bu kitap beni yeterince tatmin etmedi. Zweig, Stefan. Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. 2016
İnsanlar küçük yaştan itibaren birilerini örnek alarak yetişirler. Bunlar genellikle bir çizgi film karakteri, tarihten bir lider, öğretmenler vb. gibi bireyler olurlar. En çok da örnek alınan bireyler babalar olur. Ben de hayatım boyunca babamı örnek alarak kararlar vermeye ya da yaptığım davranışlarda "babam olsa nasıl yapardı?" sorusunu kendimi sormaya dikkat ederek ilerledim. Tıpkı Cem'in ve eminim ki Cem gibi birçok çocuğun da yaptığı gibi. Babalar genelde çocuklarıyla annenin ilgilendiği kadar ilgilenmezler. Bu sadece toplumsal bir algı deyip geçemiyorum ne yazık ki çünkü bu durum bütün toplumlarda alışılmış bir gerçek. Bu gerçeğe dayanarak babayı örnek almanın buradan geldiğini düşünüyorum. Babaya ayrı bir ilgi duyuyorsun çünkü "kaçan kovalanır misali" o kaçıyor sen onu kovalıyorsun. Okuduğum romanda da bu olay benim bu konu üzerinde durmamı sağladı. Cem'in babasının bir örgüt yüzünden gözden uzak olması ve yazılar yazması; Cem'i okumaya iten ve ileride yazar olmaya sürükleyen bir durum olarak sergileniyor. Toplumumuzu incelediğimizde buna benzer birçok örnekle karşılaşıyoruz. Asker bir babanın evden uzun süre uzakta görev yapması çocuğun ideolojisinin babayı örnek olarak "ileride ne olmak istiyorsun?" sorusuna "ASKER" diye cevap vermesi, geceleri sabaha kadar nöbetlerde olan bir doktorun çocuğunun tıbbi alanlara yönelmesi gibi örnekleri çok görüyoruz ve duyuyoruz. Tabii ki bu durum kesinlikle bu şekilde oluyor demiyorum ancak belli bir gözleme dayalı genelleme yapıyorum. Peki çocuklar babalarının sadece mesleklerini mi örnek alıyorlar? Okuduğum roman benim bu soruyu irdelememi de sağladı. Cem'in, bir aralar babasının kaçamak olarak birliktelik yaşadığı kadına aşık olması aslında baba ile oğlu arasındaki ilgi benzerliğini de göz önüne serdi. Ancak bu durum bir örnek alma olarak görülebilir mi? Evet, belki babanın yaptığı yani bildiğin davranışlarını örnek alabilirsin ama bilmediğin bir durumda karşına gelen durumda gösterdiğin tepki de aslında babanın ki ile aynı ise bu aradaki içgüdüsel benzerliğin bir göstergesidir. Bu noktada aslında çocukların sadece babalarını örnek alarak yetiştiğini değil içgüdüsel olarak baba ile benzerlik göstererek yetiştiğini de söyleyebiliriz. Hatta romanda ki görüşe dayanarak çocukların babasını veya babası gibi gördüğü insanları fiziksel ve toplumsal rolde örnek aldığını ancak kişisel özelliklerini öz babalarından aldığını söyleye biliriz. Nasıl mı? Cem'in babası gittikten sonra Mahmut ustasının yanında kuyu kazmaya gitmesi ve bir süre sonra onu "babası" gibi görmeye başlaması ileride Jeoloji okumasında bir etkendi (öz babasını örnek almasının aksine); ancak öz babası ile aynı kadına aşık olmaları kişisel yani içgüdüsel bir örnekti. Bu romanda en çok baba ile çocuk arasındaki etkileşim dikkatimi çekti ve beni kısa bir düşünme sürecine soktu. Yaptığım toplumsal ve kişisel gözlemlerin ardından düşüncelerimi şekillendirdim ve çocukların gerçekten babalarını nasıl örnek aldıklarını, hangi noktalarda örnek aldıklarını irdeledim. Ulaştığım sonuç yukarıda da belirttiğim gibi gelişim süreci size en yakın olanı örnek alarak değil uzaktakinin neler yaptığını kestirmeye çalışarak ilerliyor. Çocuğun arka planda yaşadığı olaylar çocuğu etkiliyor ve hayatı boyunca verdiği kararlarda gün yüzüne çıkıp onu etkiliyor. Verdiği kararlar her ne kadar gördüklerine ve duyduklarına dayanıp toplumsal statüsünü etkilese de duygusal hayatını şekillendirmeye yönelik verdiği fevri kararlar içgüdülerine dayanıyor. Yazının okunmasının üzerine daha ileri yazılarda okuyucular, çocuklar ile babaları arasındaki içgüdüsel benzerliklerin nereden geldiğine ve hangi boyutlara ulaştığına yönelik düşünce yazıları yazabilirler.
"... bir ev kasvetli bir yerde bulunuyorsa veya eski romantik usulde inşa edilmişse yahut da içinde cinayet, ani ölüm ve buna benzer istisnai bir olay meydana geldiyse o ev muhakkak ki mimlenir ve de daha sonraki vakitlerde buraları hayaletlerin mesken tutacağına inanılırdı" -Bourne'un Tarihi (Irving, 75) Lanetli veya hayaletli olarak tanımlanan evler... İnsanların yaklaşmaktan korktuğu ve zarar vermeye çalıştığı, üstüne üstlük verebildiği bu zarardan içten içe zevk aldığı mekanlar... Diğerlerinden farklı olması onu lanetli diye tanımlamaya iter insanları çünkü çoğu insan değişiklikten haz etmez. Geneli değişime ve bunun sonucunda doğan farklılığa karşıdır. Yaşlılar mesela sürekli gençlere laf etmez mi "Ah bizim zamanımızda şöyle idi, vah bizim zamanımızda böyle idi" diye ya da "Şimdiki gençler ..."le başlayan yüzlerce cümle kurmazlar mı yaşlılıkları boyunca? Bu lanetli ev gibi diğer dışlanmış nesneler bana göre hayattaki farklıları gösteren belli başlı semboller. Daha doğrusu farklılıkları değil de farklı insanları diyebilirim. Farklılıklar ve değişiklikler... İnsanın adapte olması gereken şeyler olduğundan, insanlar genellikle uğraşmak istemiyor sanırım. Perili bir ev düşünürsek mesela, çocuklar ilginç bulacak ağır bir korku duysa da içine girip keşfetmeye çalışacaktır. Lakin bir yaşlı o eve ne kadar yaklaşabilir ki? Herhangi bir yaşlıdan bahsetmiyorum, bu tip paranormal olaylara inanan bir yaşlıdan bahsediyorum. "Ben güvende olayım, başıma bir şey gelmesin" diye o eve yaklaşmaz bile. Yaklaşmayı hatta bakmayı aklından bile geçirmez muhtemelen. Çünkü ona göre bu ev korkutucu ve günlük yaşamının çok dışındadır. Her gün karşılaşmak isteyeceği, hayatına dahil etmek isteyeceği bir varlık değildir. Şöyle bir düşününce bu ülkede yaşayan ve genellikle eğitim görmemiş, kendini geliştirmek için bir çaba sarf etmemiş kesim her yeniliğe, değişikliğe bu gözle bakıyor. Misal, benim mavi saçlarım Ulus'ta ne kadar dikkat çekip ayıplanıyorsa Bahçelievler'de o kadar seviliyor. "Neden?" diye soruyorum kendime, aynı şehirde ve sadece birkaç kilometre uzaklıktaki semtlerde değişiklik bu kadar farklı karşılanmamalı bana göre. Bahçelievler çocuk ise Ulus yaşlı kesimi simgelemekte benim gözümde. Kendimi biraz daha lanetli ev gibi betimlemeye devam edeceğim. Küçükler şaşkınlıkla tepki verseler de şu güne kadar hiçbiri bir zarar vermedi. Lakin iki dakika ulustan geçmek zorunda kaldığımda omuz atmalar mı dersiniz, küçümseyici bakışlar mı dersiniz... Fiziksel ve psikolojik olarak zarar vermek değişikliği sevmeyenlerin hoşuna gidiyor anladığım kadarıyla. Onlara göre herkes normal olmak zorunda, sıradışı olmaya asla yer yok. Bu değişikliklere benim mavi saçlarım dışında bir sürü örnek verilebilir. Kızların saçlarını kısacık kestirmesi, erkeklerin küpe takması veya paçalarını kıvırması... "Biz ne yapıyorsak beğendiğimiz için yapıyoruz, size farklı geldi diye hakaret edip aşağılamak gibi bir hakkınız yok" diye bağırmıyorsam saygımdan bağırmıyorum, emin olun. Lanetli bir ev olsaydım gerçekten siz insanları uzun süre önce lanetlemiştim ama maalesef değilim. İnsanların bu derece aynı düşünmesi, değişikliklere ve farklılıklara bu derece karşı çıkması... Bu kadar gerici insan varken nasıl gelişebiliriz ki? Bu herhangi bir alanda bir gelişim olabilir. Politikadır, eğitimdir, sanattır... Hiçbir şeyi kabul etmeyen bu toplum karşısında ne kadar yenilik yaratabiliriz. Kendini eskiye ve köklerine bu kadar bağlamış bir toplum olması, bu toplumu gerileten yegane sebeplerden bence. Bir saç konusunda bile bu kadar tepki verilmesi... "Neden insanlar bu kadar bağlı eskiye?" diye sormama sebep oluyor. Gelişime kapalı bir toplumuz sanırım. İnsanlar tuhaf, herkesin aynı şeyi düşünüp benimsemediğini anlamaları da gerek. Yenilik istiyoruz işte anlamıyor musunuz? 1900'leri geçeli çok oldu, biz büyüdük, siz her ne kadar eskiye takılıp kalsanız da. Sizin ön yargılarınız ve bundan doğan yıkıcı eleştirileriniz, bizi yıkmaya çalışmanız... Bunun size ne yararı var? Kendinize gelin ve ayak uydurun artık. Değişik, farklı ne varsa bu hayatta aynı muameleyi görüyor. Fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalıyor eninde sonunda. Adapte olmuyor ve hatta olmak de istemiyor, hayatında yeri olamayacağına inanıyor.
Umut nedir sizin için? Tutulur ya da görülür bir şey mi umut? İçinizde bir yerlerde dolaşan bir şey mi umut yoksa baktığınız manzarada da görüyor musunuz onu? Kaybettiğiniz küpenizi aramaktan vazgeçmemek mi mesela, ya da aşık olduğunuz adamı beklemek mi bir gün size siz gibi bakacak diye? Kalıplara sığdırılır, şekle sokulur bir cevabı yok şüphesiz. Bambaşka hayatlar ve bambaşka bakışlar var o hayatlara. Gökkuşağına bakarken örneğin, o düşünce denizinden siz tek bir rengi ve yakıştırdığınız insanı çekip çıkarırken; şehrin başka bir yerinde bir diğeri belki kaybettiği annesinin gülümsemesini görüyor. Umudun tanımını onlarca dilde, onlarca sözlükte bulursunuz muhakkak. Sözcüklere sığdırmaya çalışanlar her zaman olacaktır ancak bana sorarsanız, umut her dilde arayıştır. Belki de istemediğimden bilmiyorum, tekdüze bir hayatım olmadı hiç. Gözümü aynı şekilde açtığım, aşağı yukarı aynı şeyleri yaptığım, yastığa başımı koyarken yine "o" şeyleri düşündüğüm bir dönemim hiç olmadı. Kimisi ya mutludur çoğunlukla, ya daha mutsuz. Ya güleçtir ya da daha çok asar suratını. Bir günümün diğerini tutmadığı, iyisini de kötüsünü de uçlarda yaşadığım her dönemimde varmaya çalıştığım nokta hep umut oldu. Umudu aradım hep. Tarif etmeye çalıştığım şekliyle umudun kendisine değil, umudu bulmak fikrine tutundum. Kimisi kolay pes eder umut edecek gücü bile bulamaz kendisinde. En sade şekliyle, umut etmek güçlünün işidir aslında. Korkak olan umut etmekten bile çekinendir. Umut etmek beklemektir acıyı, acı çekmeyi ve gözlerden damlayacak o onlarca yaşın tuzlu tadını kaldırabilmektir. İnsana güç veren de umuttur, güçlü olmayı öğreten de. Hayal kurmak bile öyle kolay bir iş değildir eğer umut etmeyi bilmiyor ya da umut etmekten bile kaçınıyorsanız. Geleceğinizi düşünürken; nerede, nasıl, kimle olacağınızı hayal ederken bile aslında umut ederek yapıyorsunuz bunu. Umut bizim bir noktaya varmak için dayandığımız, ondan destek aldığımız bir baston değil; varmak istediğimiz o noktaya ulaşmamızı sağlayacak olan pusulanın ta kendisidir. Ellerinizden kum taneleri gibi kayıp giden mutluluklarınızı bir düşünün, umut etmek kadar güç verebilecek bir duygu olmasaydı içimizde çoktan her şeyden vazgeçmez miydik? Her düştüğümüzde yerden kaldıran o el, içimize mutluluk saçan o ışık demeti umut değil midir? Bir an düşünün. Umut etmek duygusunun, böyle bir hissin içimizde hiç olmadığını varsayın. Düşüncesi bile nefesinizi daralttı değil mi? Sizi en bunaldığınız, artık yaşamdan tat almadığınız anda o derin, karanlık ve sessiz boşluktan çıkarabilecek duygunun yokluk hissi bu. Çünkü annesini kaybedip gülümsemesini o gökkuşağında gören başkasının şehrin öbür ucunda hissettiği de; dört duvar arasında belki pişman, belki masum o mahkumun hava almasına izin verilen birkaç dakikada oksijeni içine çekip o mavi gökyüzüne bakarken yaşadığını hissettiren de umudun ta kendisidir. O zor şartları göğüslemesini sağlayan işte o umuttur, dışarı çıktığında neler yapabileceğine dair hayaller kurduran o umuttur. İşte ismini okuduğunuz o şarkıyı dinlerken, bu yazdıklarımı ve daha nicesini düşünürüm hep. Güneşin doğmayacağından en emin olduğunuz anda bile, o ışık süzmesini ararsanız çıkarsınız ancak işin içinden. Umuda varmaya çalışarak çıkarsınız. Ancak umudu aramak gayesindeyseniz anlamlanır her şey. İster bir mahkum olun, ister annesini kaybeden bir çocuk; ister hayatınızın en karanlık gününde olun, ister yıllarca hayalini kurduğunuz o en güzel gününüzde, size eşlik eden ve gününüzü kurtaran her zaman umudu bulmaya attığınız adımdır. Bu arayış her ruh için aynı ve değişmez olandır.
Günümüzde dünyanın engellenemez bir hızla yükselen ve hayatımızdan soyutlanamayacak birçok trendi var. Bunlardan en etkilisi olarak teknolojiyi ele alabiliriz. Artık yaşadığımız çağa bile adını veren teknoloji furyası kimi zaman kaçınılmaz bir sonuç kimi zamansa yadsınamaz bir gerçek bizler için. Elbette her konuda olduğu gibi bunda da farklı görüşler ve eleştiriler mevcut... Ne olursa olsun hayatımızın her anında bizimle olan bu teknoloji bizi gerçekten daha iyiye ulaştırıyor mu yoksa tüm bunlar süslenmiş bir yalan, karşı konulamaz bir illüzyon mu? İşte tam bu noktada dikkatli olmak, teknolojiye karşı yaklaşımımızı gözden geçirmek gerekiyor zira teknoloji olumsuz yönüyle hayatımızda birçok sorun teşkil ediyor. Modern insanın en büyük sorunlarından biri iletişim bozukluğu bana kalırsa. Gerçek anlamda iletişim kurmayı, ilişkilerimizi sağlam temeller üzerine inşa etmeyi unutalı çok oldu. Derinliğimizi, içtenliğimizi korkunç bir hızla kaybetmeye başladığımızı düşünüyorum. Bunun temel sebeplerinden birinin teknoloji olduğu aşikar. Birbirimizi anlamaktan, anlama istemekten oldukça uzağız. Hayatlarımız birkaç inçlik telefon ekranlarına sıkışmış durumda. Bütün gün sürekli sosyal medya hesaplarımızı kontrol ediyoruz, en fazla bir saat bile çevrimdışı kalsak kendimizi rahatsız hissediyoruz. Öyle ki artık uyandığımızda bile ilk yaptığımız şey telefonlarımıza bakmak oluyor. Yalan mı? Kabul edelim, değil. Teknolojiye karşı kendimizi kontrol edemiyoruz başka bir ifadeyle otokontrolümüzü yitiriyoruz... Örneğin arkadaşlarımızla görüşmeye karar veriyoruz, bir kafeye giriyoruz girer girmez internet şifresini soruyoruz. İletişim kurmak için girdiğimiz ortamda iletişim halinde kalabilmek adına tekrar gerçek hayattan kopuyor, ilişkilerimizi sınırlandırıyoruz. Bu örneği sizin de yaşadığınıza adım gibi eminim. Hayatlarımızın geldiği nokta gerçekten bundan ibaret. Elimizden düşmeyen telefonlarla, sürekli gelen bildirimlerle, hayatımızın fonunu oluşturan açık televizyonlarla uçurumun kenarına doğru gidiyoruz. Asıl sosyalliğimizi kaybediyoruz ve ne yazık ki farkında değiliz. Farkında olanlarımız ise bu duruma karşı çaresiz çünkü artık bu durum bir bağımlılık halini almış, kurtulması oldukça güç görünüyor. Elbette teknolojinin yararlarını göz ardı etmiyorum, hayatıma kattığı yenilik ve kolaylıklardan faydalanıyorum ancak soyut bir terazi de tartarsak teknolojinin getiri ve götürülerini, hayatımızdan çalınan şeyler ciddi ölçülerle ağır basacaktır. Tüm bunlara rağmen teknoloji devleri diye nitelendirebileceğimiz şirketler, borsalar, holdingler insanları teknoloji bağımlılığın da daha da berbat hale getirecek reklamlar yayınlayıp onları manipüle etmeye çalışıyorlar. Bu politikada oldukça başarılı oldukları yadsınamaz bir gerçek. Artık yeni aldığımız bir ürünün üst modeli çıkar çıkmaz ona saldırıyor, almak için elimizden geleni yapıyoruz. Çünkü firmalar, reklam politikaları bizi yeni çıkanın illaki daha iyi olduğuna inandırıyorlar. Teknoloji konusunda dikkatli olmamız gerekiyor daha önce de dediğim gibi... Teknoloji çok geniş ve tehlikelerle dolu bir alan kendimizi olumsuz yanlarına karşı izole edip mümkün olduğunca bilinçli ve kontrollü bir yaklaşım edinmeliyiz zira toplum olarak gidişatımızı endişe verici buluyorum. RESBER2 Bu korkunç gidişatın farkında olmayan birçok insan var hala etrafımızda. Kendimizi, varlığımızı yok etmek üzere olan, bizi bir robota çevirmekte kararlı gözüken teknolojiyi gerçek anlamda tanımayan insanlarla dolu toplum. Belki daha geniş ve realist bir perspektif sağlar umuduyla sizlere İngiltere'de çekilen 2011 yapımı Black Mirror isimli televizyon dizisini tavsiye edebilirim. Senarist koltuğunda Charlie Brooker bulunan dizi teknolojinin korkutucu realitesini gözlerinizin önüne tüm çıplaklığıyla serecektir. Kimilerinin abartı olarak nitelendirebileceği bu televizyon serisinde bizi bekleyen kötü senaryoyu görebilir, kendinizi tüyler ürperten bir distopyanın tam ortasında bulabilirsiniz. İşte tam o zaman ciddi bir farkındalık kazanacağınıza, teknolojiye olan bakış açınızın çok farklı boyutlara taşınacağına dair hiç şüphem yok. Koray Berker REŞBER
Şu sıralar en çok duyduğum şeydi sanırım "Kendi dünyanda yaşıyorsun." cümlesi. Benim dünyam. Geçmişi tufan, geleceği kıyamet olan dünyam. Ben gibi... Ben de geleceğin bir cesedi değil miyim? Belki yarının belki üç ay sonranın belki de elli sene sonrasının. Zaman içinde yaşadığımız bir akarsudur. Bizi alıp ya ileriye doğru götürür ya da boğup öldürür. Şayet beni boğsa, bilebilir miyim hangi damlaya verdiğimi son nefesimi? Bir şey ifade eder mi benim için zamanın hangi damlası, hangi anı olduğu? Birilerine göre daha yolun başında bile sayılamayacağım şu ömrümde ne fark ettim biliyor musun? Boğulmak için suya gerek yokmuş. Düşünceler, insanın içindekiler yetiyormuş boğulmaya. Buna rağmen hep bir gelecek var tabi. Hep bekliyorum. Bir olayı, bir gideni belki de hiç gelmeyecek olanı bekledim hep. Dünün geçtiği ve belki de yarının hiç gelmeyeceği ihtimalini bilmeme rağmen bekliyorum. Geçmişin ve mevcut zamanın yalnızlığı, acısı ve tecrübesi arasında, geleceği düşünüp tebessüm etmemi sağlayan içimdeki umut sayesinde. Veya sayesindeydi. Söz konusu insanın içindeki umut olduğunda benim umudumun içimdeki yeri belli gerçi. Genelde kursağımda kalır kendileri. Hayal etmek bir nevi umut etmektir bana göre. İçimdeki umudu filizlendiren kurduğum hayallerdi hep, bundan bu düşüncem. Ben her gece kafamı yastığa koyduğum anda, uykuya dalmadan önce hayaller kurdum hep. Ama artık gözlerimi kapattığımda hiçbir şey düşünmüyorum bile. Çünkü canımı en çok acıtanın, beni en çok kıranın, gerçekleşmediğinde parçalanıp ve her parçasını yüreğimin ayrı bir yerine saplayan umutlarım olduğunu fark ettim. Tam da şuanda, akrep ve yelkovan 03:40 ı gösterirken, yola bakan bir pencere kenarında farkına vardım bunun. Aslında beni başkalarının üzmediğini, o başkalarının üzerine kurduğum hayaller yıkıldığı, onlardan beklediklerimin gerçekleşmediği, bırakın gerçeklemesini kıyısından bile geçmediği zaman acıyor canım en çok. Ne güzel demiş adını hatırlamadığım bir filmde, pek de önemli olmayan bir sahnedeki yan karakter; en çok beklentiler yorar insanı diye. Sokak lambasının ışığından seçebildiğim yağan yağmur damlaları da aynı fikirde olmalı. Aklımdan bunlar geçerken birden hızlanmaya başladıklarına göre. Elimdekiler, sahip olduklarım mutlu olmama elbet yeterdi ama ben yetinmeyi bilemedim. Oysa hayatta ilk öğrendiklerimdendi şükretmek. Ayrıca en çabuk unuttuklarımdan da. Hep bir koşul-şart kip eki kattım yaşamıma. "Bu olur-sa mulu olurum. O gelir-se sevinirim." Ne beklediğim geldi, ne de istediğim oldu. Sevdiğimin gidişi acıtmadı canımı, yakmadı yüreğimi dönüşüne dair kurduğum hayaller, geri gelişine dair beslediğim umutlar kadar. Son kez baktım camdan dışarıya, içlendim gerçekleşmeyen hayallerime, beklentilerime, mesafelere. O mesafelere rağmen unutmadıklarım, unutamadıklarım ve son nefesime kadar unutmayı istemediklerim var benim. Anıları hafızaya değil de kalbe yazınca, nefes almadan yaşamaktan bir farkı kalmıyor unutmanın çünkü. Ve ben iyi kötü her ne yaşadıysam O'nunla beraber yüreğime yazdım. Sanki benim için söylemiş Canan Tan; "o yürek şimdi talan, şimdi yangın yeri." Her zorluğa göğüs gerebilirim gibi geliyor. Tabi işin içine, artık sadece ağırlık yapmaya yarayan yüreğim dahil olmasa. O dahil olmasa yaşadıklarıma, mantığım ve ben gül gibi geçinip gideceğiz belki de. Hem mantığımla birini özleyemem ki. Bir daha gelmeyecek olanın gidenin yokluğuna üzülemem. Belki de en güzeli umut edemem. Bu sayede, o geminin bir gün geleceğine inanan İsmail abiden bir farkım olur. Umut etmek zaten en son nokta değil miydi? Bırakalım öyle kalsın. Biz de varsın olduğumuz kadar güzel olalım. Sonrası olmasın. Gecenin dördünde gözlerim artık uyku için sızlarken, birkaç saat sonra güneşin yeniden doğacağını bilmek bize yetsin. Kendimizden başka, yeni günden bile bir şey beklemeyelim. Çünkü bekleyen her şey bir gün soluyor. Bu bir papatya da olabilir umut da. Bırakalım biz beklemeden çiçek versin bazı şeyler. Yaşanılası her şey er ya da geç bir şekilde yaşanır zaten. Giden geminin ardında kalıp, limanda el sallayan, dönüş yolu gözleyen olmak kime ne kazandırdı ki şimdiye kadar? İnsanoğlunun bir türlü vazgeçemediği illüzyon olan umuttan benim vazgeçme zamanım gelmiş de geçiyor sanırım. Belki de bu yazıya başlamadan vazgeçmiştim ama farkında değildim. Demek ki benim zaman makinemde geçmişe götüren yüreğime kazıdığım anılarım olsa da geleceğe götüren umutlarım değilmiş. Şimdi uyumalıyım. En azından uyumaya çalışmalıyım. Başta bir dergideki röportajından etkilenerek bunları düşünmeme sebep olan Mahir Ünsal Eriş'e, sonra Leyla ile Mecnun'un İsmail abisine son olarak da sizlere iyi geceler. Güneş doğuyor.
Hayatınızda ne kadar çaresiz kaldınız? Bir kış akşamında soğuktan yakalarınızı kaldırıp ceketinize sımsıkı sarıldınız. Hızlı adımlarla evinizin yolunu tutarken gidecek yerinizin olmadığını aklınıza getirdiniz ve bu bile kanınızı dondurmaya yetti. Peki ya, hiç yanından geçip gittiğiniz hayatları gözünüzün önüne getirdiniz mi? Gidecek bir eviniz, yiyecek yemeğiniz yoksa ve yalnızca yasal olmayan yollarla, çalıp çırpma gibi, var olabiliyorsanız, tam olarak sistemin yuttuğu yerdesiniz demektir ve çaresizliği iliklerinize kadar hissedeceğinize bahse girerim. Günümüzün "gelişmiş" modern dünyasında insan haklarının öneminden bahsedilirken, adeta vahşi doğa metaforuyla geri getirilen köle sisteminden bir haber yaşayan orta sınıfın bitmeyen dertlerinin aksine, ortada yüzyıllardır şekil değiştiren kölelik sistemini ele aldığımızda refah düzeyinin yanından bile geçmeyen milyonlarca yaşamın yanından biz geçip gidiyoruz her gün. George Orwell hayatının sadece bir dönemini betimleyerek bunu tüm çıplaklığıyla önümüze koyuyor. Etrafımızdan duyduğumuz şehir hikayeleriyle yüzleşip yakınında olduğumuz uzak yaşamların kapısını aralıyoruz. Karın tokluğuna 17 saat çalışılan mahzenlerin yemek yediğimiz lüks restoranların altında olması belki de tüm hikayeyi baştan sona özetliyor. Ya da bir dilenciye bozuk para verdiğimizde neden beklediğimiz o minnettar bakışı almadığımızı ve bozukluklarla kendimizi nasıl tanrılaştırdığımızı aslında bizim olanın sistemde nasıl kaybolup bize geri döndüğünü ya da zorla alındığını dibe çöküp tekrar dipten çıkarak tecrübe ediyoruz. Sefalet düzenli hale geldiğinde çaresizlik azalır, bir süre sonra yok olur. Somutlaştırdığımız her şey anlamını yitirir soyut somuta, somut soyuta karışır. Dibe çöktükten sonra hiçbir şey yokmuşçasına normale dönülebilir mi peki? Mutfakların arkasındaki pisliği, saf çaresizliği, sistem atığı olarak görülmekten dolayı herkesin maskesiz ifadesini, gerçek duygularını gördükten sonra büyük oyuna tekrar dahil olup topluma karışılabilir mi? Belki sefalet çoğuna müstahak görülebilir sınıf farkına, çabalayan çabalamayan arasındaki farkın adaletli olacağına inanılabilir ama insanın insan olarak yaşamasına izin verilmeyen bir modern dünyada bunun ırkçılıktan farksız olduğu söylenemez. Herkesin baştan aynı şartlarda doğmadığı aşikar olan bir düzende hayatı boyunca bunu eşitleyemeyecek olmak bizi barbarlıktan öteye götürmez. Biz bunun için pişman değilsek bizden para isteyen dilenci de bize minnettar olmayacaktır. Yokluğu kabullenemediğimiz bu hayatta her şeyin kıtlığından söz ederiz. Kıtlık her daim hayatın içindedir sevgi kıtlığı kırık kalplerin, merhamet kıtlığı gaddarlığın, adalet kıtlığı yoksulluğun sebebidir. Ama her kıtlık başkasının zenginliğine sebep olduğu için buna karşı koyacak güç hiçbir zaman bulunmaz. Unutmamak gerekir ki: bir yerlerde kıtlık varsa mutlaka başka bir yerin zenginliğine sebep olmak içindir. Semtler bölümlere ayrılmış, merdiven usulüyle yaşanan bir sistem var olduğu sürece, yukarıdan bakan aşağıdakini görmediği sürece insanların niteliği söz konusu olmayacaktır. Eğitimli kişiler bile sokakta dilenebilir ya da kalacak yer bulmak için şehri günde iki kere baştan sona yürüyebilir. Ya da ucuz restoranlarda garson olabilirler. Hayatı boyunca bir kitap açmamış olan, restoranından iki kilometre uzaklaşmamış cahil birinin ona emir vermesi de yanlış değil bu durumda. Sistem tarafından bir kere sindirildikten sonra tekrar kimlik kazanmak biraz şansınız yaver gitmesine bağlı kalır. Elbet bu çaresizlik sonsuz değildir, en azından anlatılan hikayeye göre eşsiz bir deneyim olsa da bize hep haberdar olduğumuz ama farkında olmadığımız dünyanın kapılarını açar. Saf çaresizliği, beş parasızlığı önümüze koyarak küçük hayatlarımızın neyin parçası olduğunu ve bazı hayatlar karşısında ne kadar büyük olduğunu önümüze koyar. Bizden daha büyük şeylerin varlığının farkına varmamıza yardımcı olur belki de. Var ve yokun arasındaki ince Emin Bahadır Türker çiziği de duran büyük yaşamların, kaybolan insanların, yutulan hayatların hikayesini öğrenmek gözümüzü açabilir. Kurulmuş koca sistemin neresinde olduğumuzu fark edip yolumuza devam edebiliriz.
Hayatta sahip olduğun tüm mal varlığını kaybettiğinde ne yapardın? Pes etmeyip, sorunlarla mücadele mi ederdin? Yoksa hayatın içinde kaybolup, kendine acımayı mı seçerdin? Cevap vermesi çok zor bir soru bana göre çünkü her iki durumda da sıkıntı çekileceği çok net bir şekilde görülüyor. Peki, bu kaybettiğin paralarla birlikte mutluluğunu da kaybetme olasılığın var mıydı? Bu senin için olası bir durumsa eğer, hayattaki mutluluk kaynağının sadece maddiyat olduğu açıkça anlaşılıyor. Hayatı boyunca çocuğu ve eşinin mutluluğu için çalışmış bir baba hayal edelim... Hiçbir zorluğa boyun eğmeyen, her sorunun üstesinden gelmeye çalışan bir baba... İş hayatında yaşadığı başarısızlıklar sebebiyle eşi tarafından terk edilmiş olması ve maddi sıkıntılar yaşaması, onun çocuğuyla birlikteyken mutlu olmasına hiçbir zaman engel değildi. Çünkü hayatta daha önemli şeyler vardı mutlu olmak için... İşte filmin konusu tam olarak da burada başlıyor. Will Smith'in başrolünde olduğu The Pursuit Of Happiness filmi, hayata olan bakış açımı ve mutluluğun tanımını bende tamamı ile değiştirdi. Hayata nasıl pozitif yönünden bakılması gerektiğini, hayatta en önemli olan şeyin para olmadığını çok güzel bir şekilde işlemişti. Filmin gerçek hayattan alınmış olması bendeki bu büyük etkinin sebebi sanırım. Gelelim mutluluk konusuna... Mutluluk nedir? Daha doğrusu size göre ne demektir? Mutluluk dediğimiz sadece sekiz harften oluşan ancak hayatımızın asıl amacını oluşturan şey değil midir sizce? Kişiden kişiye göre değişebilen ama aslında aynı temele dayanan bir duygudur bana göre. Günümüzde, insanlar bu duyguyu biraz farklı yorumluyor sanırım. Mutluluğun sadece parayla gelebileceğini düşünüyorlar ve hayatlarının merkezine parayı koyuyorlar. Ne kadar çok para kazanırlarsa, o kadar çok mutlu olacaklarına inanıyorlar ve bir süre doyumsuz oluyorlar. Sahip olduklarının hep daha fazlasını istemekten, sahip olduklarından zevk alamaz hale geliyorlar. Kendilerini mutlu olduklarına inandırıp, sahte mutluluklar yaşamaya başlıyorlar ve bu mutlulukları sahip oldukları paraya göre ölçüyorlar. Zaman geçtikçe, manevi değerler önemini kaybediyor. Örneğin, arkadaşlarınla buluşacağın zaman oturduğun mekanın önemi artıyor ve lüks olmayan bir yere gittiğinde mutsuz oluyorsun, yanında en sevdiğin insanların olmasına rağmen... Oturulan mekanın, yenilen yemeğin hiçbir önemi yoktur aslında çünkü sen arkadaşlarınla birlikte yine aynı şeylere gülecek, aynı şeylere ağlayacaksın. Oturduğun lüks restoran, bu gerçeği asla değiştiremez. Arkadaşlarınla, ailenle birlikte oturduğun çok da pahalı olmayan bir yerde, gülüp eğlenmenin verdiği mutluluk paha biçilemez çünkü o gerçek mutluluktur ve sahip olduğun paranın çokluğuyla hiçbir ilgisi yoktur. Neden insanlar her şeyin iyi taraflarını görmezden gelip sadece kötü taraflarına odaklanırlar? Mutlu olmak varken neden mutsuz olmak için sebep ararlar? Karamsarlıktan kurtulup, hayata pozitif yönünden bakmak bu kadar zor mu? İşler sarpa sardığında bile güzel günlerin geleceğine inanmak düşünüldüğü kadar zor değil aslında. İnsanın hayattan kopmaması için iyi bir nedeni varsa eğer ona tutunup her şeyin üstesinden kolaylıkla gelebilir bana göre. Bunu The Pursuit Of Happiness filminde de çok açık bir şekilde görebiliyoruz. Chris'in hayatta sahip olduğu her şeyi kaybetmesine rağmen oğlu için hayata dört elle sarılışını ve umudunu asla kaybetmeyişi iyi bir örnek olarak verilebilir bu konu hakkında. Umut bizi hayata bağlayan en önemli şeydir. Biraz klişe olacak ama nefes almamız durduğunda değil, umudumuzu kaybettiğimizde ölürüz aslında... Çünkü bizi hayatta tutan, sorunlarla mücadele etmemizi sağlayan sahip olduğumuz umudumuzdur. Hayatta her ne yaşanırsa yaşansın, sonuçları kötü olsa bile umutsuzluğa kapılmamalıyız. İyi taraflarını görmeye çalışıp, daha güzel günlerin geleceğine inanmalıyız. Çünkü hayat sandığımızdan çok daha kısa...
Dibe batmak da, oradan çıkmak da ancak bizim elimizdedir. Öyle bir zaman gelebilir ki, hayatımızın kontrolü elimizden istemeden kayıp gidebilir. Kendimizi umduğumuz, tutkuyla arzuladığımız yerle alakası olmayan bir konumda buluruz. Farkında bile olmayız belki. Öyle ki yaptığımız işe ümitsizce tutunma çabalarımız, boş birer çırpınışı andırır. Nitekim bir yerden sonra gerçekten koparız. Zihnimiz ve egomuz el ele verir, o an olduğumuz acınası kişi yerine eski, güzel ve başarı, şan, şöhret dolu günlerimizi yüzümüze vurur adeta. Gerçek hayat ve aklımızda olan bitenler birbirine girer. Önümüzde sıra sıra duran engeller aşılmaz birer duvar gibi görünürken dostlarımız da, eğer kaldıysa, bize acıyarak bakarlar. Şöyle de bir durum var, ne kadar dibe batarsak çıkışımız da o kadar eşsiz ve görkemli olur. Doğru kararlarla ve biraz da cüretkar hamlelerle kendimizi olduğumuz yerden olmak istediğimiz yere taşıyabiliriz. Durum ne kadar zor, hatta imkansız görünse de... Tıpkı Birdman filminin başkahramanı, aktör ve eski sinema yıldızı Riggan Thomson gibi. Geçmişi bir türlü peşini bırakmayan, iç çatışmasız bir anı olmayan bitip gitmiş bir adam ve peşinden son bir umut kovaladığı başarılı bir Broadway sanatçısı olma düşü... Hayallerinde kaybolmuş milyonlarca insanı temsil eder bir açıdan. Bu filmin bana aşıladığı bir fikir varsa o da şudur: Hayatımızı bir başarı öyküsüne de, bir kara-mizaha da çeviren yalnızca bizizdir. Riggan da kendisini sürekli başarısız olarak addeden, Hollywood yıldızı olduğu yılları ve oynadığı, onu ünlü yapan karakteri, Birdman'i özleyen bir aktördür. Bana kalırsa bu bağlamda nasıl biri olmamamız gerektiğinin portresini çok iyi çizer: Bitap ve diplerde bir adam. Günümüzde eski başarısını kaybetmiş tüm insanların ortak bir betimlemesidir tıpatıp. Riggan'la ilgili en önemli ve anlamlı detay, kafasında ona ne kadar acınası ve eskiden ne kadar harika olduğunu söyleyen bir Birdman figürü olmasıdır: Kulağına devamlı, çıldırtırcasına fısıldar ve aşağılar. Tıpkı herhangi bir mutsuz insanın, başarılı geçmişine ve eskiden kim olduğuna olan takıntısı, kendine haksızlık yapması gibi. Oysa kendini şimdiki olduğu haliyle kabul edebilse... Kendileri budur, bu arada... Her ne kadar genellemelere karşı olsam da itiraf etmeliyim, insanlar olarak böyleyizdir çoğu zaman; geçmişlerimize takılır kalırız. Bir türlü bırakmayı beceremeyiz. Misal ben, bir hata yaptığımda günlerce, belki haftalarca kafaya takarım; "Ne yapsam daha iyi olabilirdi?" diye. Hatamın boyutuna göre de bir pişmanlık duygusu kaplar içimi. Bilakis burada göstermemiz gereken erdem, geçmişte neler yapabildiğimiz yerine şu anki potansiyelimize odaklanmamız. Filme dönersek, Riggan'ın da sonlarda da olsa bu erdemi gösterdiğini görebiliriz: (Cahilliğin Umulmayan Erdemi) adı ile kastedilen de budur. Nasıl yaptığından ve neler olduğundan bahsetmeyeyim çok; herkesin kendi yorumlaması gereken ve her saniyesi düşündüren bir yapıt. Ancak şu yorumu yapabilirim; hepimizin kafasının içinde, Riggan'ınki gibi, kulağımıza fısıldayıp duran bir Birdman vardır. Bu gıcık, susmak bilmeyen şahıs aslında bizim geçmiş özlemlerimiz, belki de pişmanlıklarımızdır. Geçmişe dair olumsuzluklarımızı simgeler. Biz ona artık susmasını söylemedikçe de hiçbir yere gitmeyecektir. Bu yüzden kendimizi gereksiz yere ezmek, geçmişe ikide bir bakmak yerine önümüze ve aslında neler yapabildiğimize bakmak en doğrusudur. Bunları yaptığımızda iç sesimizin bizi yermeyi bıraktığını da fark ederiz en sonunda. Kendi açımdan bakayım biraz da. Neyse ki henüz kafamı tırmalayan bir Birdman'im yok, hayatımın kontrolü de şimdilik benim elimde gözüküyor. Belli mi olur, belki de konuşmak için çok erkendir. Daha özlemle ve takıntıyla bakacağım bir geçmişim bile tam oluşmamışken hele... Riggan'ın orta yaşlarında olduğunu düşünürsek, o hale düşmek için önümde uzun yıllarım var. Daha ilerde özlem duyacağım bir başarım da yok. Ancak farkında olduğum gerçek, hayatımızın kontrolünü hep kendi elimizde tutmamız gerektiğidir. Hayaller ve Birdmanler peşimizi bırakmak istemese de arkamıza değil, önümüze bakmalıyız daima.
Trabzon'u ilk kez ziyaret ettiğimde o zamanlar hangi yaşta olduğumu hatırlamayacak kadar küçüktüm. Saatler süren yol boyunca arabanın içinde çok sıkıldığımı hatırlıyorum. Henüz okuma yazma bilmediğimden, annem ve babamdan sürekli şehre kaç kilometre kaldığını yazan tabelaları okumalarını istiyordum. Yolculuk sırasında dedemlerin evinin Trabzon'un Vakfıkebir ilçesinde olduğunu öğrenmiştim. İlçe Trabzon'un merkezinin dışındaymış. Bu beni mutlu etmişti çünkü yolun kısaldığı anlamına geliyordu. Tabelalarda yazan mesafeden Vakfıkebir'e olan uzaklığı çıkararak ne kadar yolumuzun kaldığını hesaplamaya çalıştığımı hatırlıyorum. Sanırım matematiği hayatımda ilk olarak o noktada kullandım. Henüz çok küçükken Trabzon'da kazandığım izlenimlerin hayatıma yön verdiğini düşünüyorum. Vakfıkebir'e varmıştık ancak bu yolculuğun sonuna geldiğimiz anlamına gelmiyordu. Dedemlerin evi merkezden uzak bir köyde bulunuyordu. Bizim köyümüz de Doğu Karadeniz bölgesinde bulunan köylerin çoğu gibi birbibrinden oldukça uzakta konumlanmış evlerden oluşuyordu. Çocukken kafamda oluşturduğum köy imgesiyle bizim Trabzon'daki köyümüzün tek bir ortak noktası bile yoktu. O zamanlar köy denince aklıma bir köy meydanının etrafında konuşlanmış evler, büyükbaş ve küçükbaş hayvanlardan oluşan bir ortam geliyordu. Ancak Trabzon'daki evler birbirinden uzakta olduğu gibi, hayvancılık namına hiçbir şey yoktu. O zamanlar anlam veremediğim bu durumun sebebini lise yıllarında gördüğüm coğrafya dersi sayesinde öğrendim. Vakfıkebir'in merkezinden köye çıkan yolu düşündüğümde hala tüylerim ürperiyor. Yolun büyük kısmını gözlerim kapalı bir şekilde arabanın arka koltuğuna kapanarak geçirmiştim. Köy dağın eteklerine değil, direkt olarak dağ sırtına kurulmuştu. Keskin dönüşlerle dağa tırmanan, hiçbir güvenlik önleminin olmadığı, insanda sürekli uçurumdan aşağı düşecekmiş hissi uyandıran bir yoldan köye gittiğimizi hatırlıyorum. Bugünlerde yaşadığım yükseklik korkusunun temelinin o gün atıldığını düşünüyorum. Bugün içimde olan klasik araç tutkusunun da ilk Trabzon ziyaretimde başladığına eminim. Zorlu arazi şartlarından dolayı neredeyse bütün köylüler ulaşım için jip kullanıyordu. Tabii bu jipler günümüzdeki lüks benzerlerinden ziyade, 1950'li yıllarda üretilmiş, güçlü motorları ve engebeli araziye uygun yürüyen aksamlarıyla öne çıkan modellerdi. O zaman bu araçlara hayran kalmıştım. Şimdilerde bu hayralık klasik araç tutkusu olarak devam ediyor. Babam geçen sene Trabzon'a gittiğinde ona bu araçlardan bir tane alması durumunda aracı restore edip çok yüksek bir meblaya satabileceğimizden bahsettim ancak ikna edemedim. Şimdi düşünüyorum da, bu yaptığım hareket klasik araç tutkusuyla zaten ters düşüyordu. Trabzon'da geçirdiğim günler boyunca fıkralara konu olan Karadenizli zekasının kullanıldığı alanları bizzat gözlemledim ve hayretler içinde kaldım. Köylüler sosyal hayatın birçok alanında kullanmak üzere bir çok teknik ve araç geliştirmişti. Tarlalar ve evler arasına kurdukları teleferik mantığıyla çalışan ulaşım sistemini hala unutamıyorum. O yaşta bu sistemin mühendisliği üzerinde düşünmek yerine onu bir oyuncak gibi kullanıp tadını çıkartmakla meşguldüm tabii ki. Gördüğüm buna benzer araçların ve oranın yerli insanlarıyla kurduğum diyalogların yaratıcılığıma çok büyük katkı sağladığına eminim. Hayatım geri kalan bölümünde birçok kez daha Trabzon'a gittim. Her ziyaret benim için ayrı bir heyecandı. Oraya her gidişimde keşfedilecek yeni şeyler buldum, yeni insanlarla tanıştım. Yaşımın da ilerlemesiyle her gidişimde etrafı daha farklı gözlemledim. Haliyle şehrin bana olan etkisi de arttı. Her yaptığım ziyaretin hayatıma yön verecek etkiye sahip olduğunu düşünüyorum. Oradaki büyüklerden öğrendiklerim, gözlemlediklerim ve yaşadığım olayların psikolojim üzerindeki etkisi direkt olarak hayatıma yön verdi. Bu yaşantılar kimi zaman hayatımı olumsuz etkilese de yükseklik korkusu gibi-, çoğu zaman bana yol gösterecek etkiye sahipti.
Hiç durup dururken, hayatınızın ve gündelik yaşantınız tam ortasında şöyle bir durup da yaptığınız veya etrafınızda olan biten hiçbir şeye bir anlam veremediğiniz oldu mu? Ya da yine her şeyin tam ortasında aklınıza o an gelebilecek her şeyden son derece sıkılmış bir halde olduğunuzu fark ettiniz mi? Yaklaşık bir ay önce bu bahsettiklerimin hepsi benim başıma geldi. Hayatımın fazlasıyla tekdüze olduğunun farkına vardım ve o andan itibaren hiçbir saniyesinden de keyif alamaz oldum. Olduğum kişiden, yaptığım işlerden, çevremden, kısacası hiçbir şeyden memnun değildim. İçimde bir şeyleri bırakıp gitme isteği oluştu, hem de öyle böyle değil, direnilecek gibi değil... Fakat bir yandan da biliyordum ki sıkıldığım ne varsa kendimdeydi, kafamın içindeydi. Ben nereye gidersem oraya geleceklerdi. Kendinden de kaçamazdı ya insan... Yapacak bir şey yoktu benim için, ta ki bir tesadüf eseri Pia Tafdrup ile tanışıp şiirlerini okuyana kadar. Özellikle Bulunduğun Yerde adlı kitabındaki her şiir, tabiri caizse ufkumu açtı ve beni bu büyük karanlık sıkıntıdan kurtarmayı başardı... Her şey okulun yoğun temposundan bunalmam ile başladı. Her gün eve onlarca ödevle dönüyor, bütün akşamlarımı akademik çalışmalara ayırıyordum hemen hemen. Geri kalan zamanımda ise vücudum adeta evden dışarı adım atmayı reddediyordu, "Yat dinlen!" diyordu bana. Sosyal yaşantım da böyle böyle sıfıra inmeye başladı. Aile ilişkilerim ise her zamankinden daha zayıftı. Belki de yaşımın getirdiği özgürlük aşkından, bağımsızlık arzusundan olacak sürekli didişiyordum ailemle. O kadar küçük şeyleri tartışma konusu haline getiriyordum ki çevremdeki herkesle, bir süre sonra ben bile rahatsız olmaya başlamıştım kendimden. Oysa kendimden asıl rahatsız oluşum, gerçekleri görüşümle başladı. Sadece kendimden değil, daha önce de bahsettiğim gibi, her şeyden ve herkesten rahatsız oluyordum artık. Ben dahil bütün insanlar üretim tarihleri farklı fakat tasarımları aynı robotlar gibi davranıyorlardı. Onlarca fabrikadan sürüyle aynı ürün çıkıyordu. Hep bir zorunluluk vardı üzerimizde, hep bir kendini adanmışlık. Okul, iş, aile, emeklilik... Döngü hiç şaşmıyordu neredeyse. Bir kitabın farklı sayfalarıydık fakat konu aynıydı. Değişen bir şey yoktu... Bu yüzden de değişmek istiyordum. Pia Tafdrup'un şiirlerinde gördüm yapabileceğimi. Gidebileceğimi, her gidişin bir kaçış olmayacağını, normlardan sıyrılıp kendim olabileceğimi gördüm. "Arada bir gereksinim duyuyorum geceye / Arada bir ödünç almam gerekiyor onun sessizliğini / Arada bir bırakıp gidiyorum içinde bulunduğum / Koşulları / Ve şu anda uzaklaşacaksam eğer / Kendimden / Gecenin sessizliği gerekli bana / Hemen şimdi bu gece." (Tafdrup, 2016, 16) diyordu bir şiirinde Tafdrup. Sözüne aynen uyup günlerce gecenin karanlık ve sessizliğinde kendimi bulmaya çalıştım. Gördüklerim ya da duyduklarım hiçbir şekilde engel olamıyordu bunu gece yaptığımda, işin püf noktası da buydu. Asıl isteklerim, asıl amaçlarım neydi? Ben kimdim? Daha da önemlisi, kim olmak istiyordum ve nasıl olacaktım? Cevap çok basitti... Kısacık bir şiirinde gizliydi Tafdrup'un. "Düşlerdekinden / Daha uzağa gitmek / Ve gelmek dünyaya / Bin kez doğarak." ( Tafdrup, 2016, 101) diyordu Tafdrup şiirde, kendimi bulabilmem ve bu sıkıntı dolu hallerimi arkamda bırakabilmem için her türlü olanağı sağlarcasına bana... Ben ne mi yapacağım? Gideceğim, gezeceğim... Zorunluluklarımdan bağımsız bir zaman geçireceğim. Her şeyden, herkesten, hatta kendimden bile uzak. Henüz iyileşmedim, henüz tertemiz çıkamadım etrafımı bir süredir sarmış olan bu toz bulutundan fakat artık ümidim ve geleceğe doğru ilermeye gücüm var. Benimle aynı tozları yutan herkese de önerim odur ki, bir şiir okuyun, bir şehirden gidin, bir ülkeyi gezin. Ancak kendinizden kaçınca kendinizi bulabileceksiniz, "kendinizden kaçtıkça kendinize döneceksiniz..."
Şu dünyaya bir daha gelsem tekrar kız olmak ister miydim? Büyük ihtimalle cevabım "evet" olurdu. Biz kızların omzunda erkeklerinkine göre daha fazla yük varmış, öyle diyorlar. Bazılarına göre de erkekler kızları taşırmış omuzlarında. Hayatta en nefret ettiğim şeylerden birisi iki cinsiyet arasındaki bu bitmeyen rekabettir. Halbuki hepimizin birbirinden farklı ama bir o kadar da aynı sorunları var ve bir şekilde kendi hayatlarımızı yaşayıp gidiyoruz. Fakat kız olmak biraz daha hassas bir konu, bunu kabul ediyorum. Toplumda cinsiyetimizden dolayı konumlandırıldığımız yerlerin bize sundukları bizleri erkekler ve kızlar diye ayırıyor ama bu yetmez. Biz kızlar öyle karmaşık canlılarız ki kendi içimizde de bir ispat yarışına girdik. Lena Dunham da bana bununla ilgili bir şeyler düşünmemde yardımcı oldu Bildiğin Kızlardan Değil adlı kitabında. Kimdi bu bildiğimiz kızlar? Bu sıfatlandırmada o kadar büyük bir anlam yatıyor ki üzerine biraz düşününce benim bile ağzım açık kaldı. Sanırım bu bildiğimiz kızlar "kız" kelimesini duyduğumuzda aklımıza ilk gelen kız modelini temsil ediyorlar. Lena Dunham'ın da anlattığına göre bu kızları biz oldukça kıskanıyoruz ama aynı zamanda örnek alıyoruz. Biraz özelliklerinden bahsetmek gerekirse en güzel elbiseleri bu kızlar giyer mesela. Şüphesiz ki inceciktirler. Hiç imkansız bir aşka kafayı takıp üzmezler kendilerini çünkü en güzel ilişki de bunlardadır. Hayat ne kadar pembeyse onlar için notları da o kadar yüksektir. Peki üzülmezler mi bu kızlar? Üzülürler ve ağlarlar tabii ki ama rimelleri akmaz hiçbir zaman. Nil Karaibrahimgil'in de dediği gibi "Hayat bazen birini seçer, biz "pas!" deriz söz Pelin'e geçer.". Buradaki Pelin bizim namıdiğer bildiğimiz kızlarımız. İşin aslı bir yol çizilmiş bu bildiğimiz kızlara ve biz bütün kızlar öyle olmak istiyoruz elimize ilk oyuncak bebeğimizi aldığımızdan beri. İncecik belli oyuncak bebeklerimizin parlak saçları gibi bir hayat hedefleyerek açıyoruz gözümüzü dünyaya. Üzgünüm ama ben sizin bildiğiniz kızlardan değilim. Hatta size bir sır vereyim: Kimse o kızlardan değil. Elbette içimizde yatan bu kızlardan olma hevesi bizi bırakmıyor ve bir bakıma onlara da benzeyen yanlarımız yok değil. Fakat unuttuğumuz bir şey var ki ben sadece benim. Sen de sensin. Kimse bir kalıp altına girip hayatını mükemmel kız olma peşinde koşarak tüketmek zorunda değil. İncecik bir belim yok ama ince düşünceli bir insanım. Son moda elbiseler bende değil ama son derece kıvrak bir zekam var. Parlak ve uzun saçlarım yok ama parlayan gözlerim var bu hayatta. Sizin bildiğiniz kızlarda var mı bu özellikler? Bilemezsiniz ki. Kimse bilemez. Kimse karşısındakini tek seferde "bildiğimiz kız" kalıbına sokma cesaretine giremez. Küçüklükten beri hayalini kurduğumuz o mükemmel kız profilini kafamızda şekillendirenlerin günahı boyunlarına ama sanırım ben sizin bildiğiniz kızlardan olmak için uğraşmayı bıraktım. İçimdeki kızı dinledim ve o bana çok daha ilgi çekici şeyler sunuyor. Biz kızlar kendimizi hiç önemsemiyoruz ama önemsediğimizi sanıyoruz. Biz başkalarının gözlerini kendi gözlerimizden daha çok düşünüyoruz bu hayatta. Kısacık hayatımızda birileri tarafından yazılıp çizilmiş bir kızın rolünü oynamak bana hiç akıllıca gelmedi. İşin aslı ben sizin ne bildiğiniz kızlardanım ne de bilmediğiniz. Ben sadece bu hayatta her nefesimi kendim gibi almaya çalışan bir kızım. Hatta ben aslında bu hayatta bir eşi daha bulunmayan ama çok fazla ortak nokta bulabileceğiniz bir insanım. Sadece kendimden de bahsetmiyorum, ben aslında sizim.
Bir insanın kendisinin seçimi olmayıp başına gelebilecek en güzel şey ne olabilir? Ben bu soruya hiç tereddüt etmeden aile cevabını verebilecek şanslı bir birey olarak dünyaya geldim. Kimisi ise başına gelebilecek en kötü şey olduğunu düşünüp kendi seçimleri olmadığını da belirterek isyan eder bu konuda. Oysa herkesin ailesine bağlılığı aradaki kan bağından çok daha fazlasıdır. Kimisi bunu nefretiyle dile getirir kimisi de sevgisiyle ama o bağı açığa çıkaran bir duygu her zaman vardır. Beni hayata bağlayan ve bu hayatımı değerli kılan en büyük etken ailem olduğu içindi kendimi şanslı hissetmem. Bu yüzden ailem benim hep hassas noktam olmuştur. Benim üzülmeme değebilecek tek insanlar olmasının yanı sıra en büyük sevinçlerimin de kaynağı oldular. Ne zaman canımı sıkacak bir durumla karşılaşsam onların desteğinin daima benle olduğunu ve olacağını bilir böylece anında bir rahatlama hissine kavuşurum. Mesela, ne zaman arkadaşlarımla tartışıp canım sıkılsa ya da derslerim istediğim gibi gitmese ailemin varlığını ve desteğini hatırlayarak kendimi iyi hissederim. Kerem Görkem'in Aile Fotoğrafı adlı kitabını okumamın da sebebi benzer bir nedenden kaynaklanıyordu. Bilkent'te derslerimin yoğunlaşıp bir karabasan misali üstüme geldiğini ve elimi kolumu bağladığını hissettiğimde kitabı elime alıp okumaya başlayarak bir an da olsa bu yoğunluktan kurtulduğumu hissedebiliyordum. Her ne kadar Aile Fotoğrafı'nda bir ailenin dağılışından bahsediyor olsa da bu ailenin bir o kadar da birbirlerine olan bağlılığı görüp kendi ailemi anımsıyordum. Ben aileme çok bağlı birisiyim, kimi zaman bunu yengeç burcu olmama bağlar kimi zaman da ailemin bu bağlılığı hak ettiği için öyle olduğumu düşünürüm. Aileme olan bu düşkünlüğümün aşırılığını geçen sene üniversite dolayısıyla şehir değiştirdiğimde fark ettim. Eskiden, yengeç burcunun duygusal olma ve aileye düşkünlük gibi özelliklerini aslında pek de taşımadığımı düşünürdüm. Lakin eğitim dolayısıyla şehir değiştirip yanlarından ayrılınca onlara ne kadar da bağlı olduğumu fark ettim. Belki bu biraz da insan kaybettiği şeyin değerini daha iyi anlıyor tarzında bir şeydi. Neyse ki kaybettiğim tek şey ailemle aramdaki yakın mesafe yani onlarla birlikte yaşıyor oluşumdu çünkü aramıza giren mesafeler ailemin bendeki değeriyle ilgili en ufak bir kayba sebep olmadı. Hatta bu ayrılık ile aileme daha çok bağlanıp aile kavramına da daha çok değer biçmeme neden oldu. Kendimi çevremdeki insanlarla kıyaslayıp evlenip çocuk sahibi olmayı bir zorunluluk olarak görmeyen nadir insanlardan olduğumu fark ettiğimde de aile kavramının bendeki değerini tekrar tekrar anlıyordum. Hele ki konu çocuk sahibi olmak olduğunda düşüncelerimiz bu insanlarla tam olarak çelişiyordu. Onlar kendi kariyerlerinin hayalini kurup şu konuma gelmeden ölmek istemem gibi cümleler kurduklarında bense annelik duygusunu yaşamadan ölmek istemiyorum diyorum. Bu isteğimin en büyük nedeninin annelik kavramını bana en güzel şekilde temsil eden annem olduğunu düşünüyorum. Her zaman kendisinden önce çocuklarını düşünen ve çocukları için en iyisi neyse onu yapan bir anne. Annemin bendeki değerinin yoğunluğu bendeki anne olma isteğini tetikliyordu çünkü anneliğin ne kadar kutsal olduğunu kendisinden görebiliyordum. Normalde, yine yengeç burçlularının aksine, duygularını açığa vurmayan ve yoğun duygular yaşamayan biri olmama rağmen; ailemden ayrılmak zorunda kalmam, benim aileme karşı içimde barındırdığım en derin duygularımın bile açığa çıkmasının sebebi oldu. Bu duygu patlamalarını en net yaşadığım anlardan birisi de geçen senenin Anneler Günü'ydü. Annemi öpmeden, sarılmadan kutladığım ilk Anneler Günü idi. Sabah uyanır uyanmaz kutlamak için annemi aradığımda onsuz geçirdiğim ilk Anneler Günü olması dolasıyla hüzünlendim. Annemin durumu fark edip üzülmemesi için annemle konuştuğum süre zarfında ağlamamak için kendimi zor tuttum ve ona seni seviyorum anneciğim derken boğazım düğümlendi. Telefonu kapattığımdaysa hıçkırarak ağlamaya başladım. İşte o zaman, aileme aslında ne kadar da çok bağlı olduğumu ve de bunun değerini anladım. Beğensek de beğenmesek de ya da ne kadar bağlı olduğumuzu hissetsek de hissetmesek de hepimiz bir ailenin bireyi olarak dünyaya geldik. Kimimiz kendimizin seçimi olmayan, kendi aile kavramından memnun olup ailesine daha da bağlanırken kimimiz de kendi durumundan şikayetçi olup ailesinden bağlarını koparmaya çalışır. Ben kendi durumumdan memnun olacak bir ailede doğduğum için kendimi dünyanın en şanslı insanı olarak görüyorum. Bu yüzden de hep onlara layık bir evlat olmaya çalıştım ve hep de öyle olacağıma inanıyorum.
"AŞK'ın hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır AŞK, Ya tam ortasındadır merkezinde, Ya da dışındasındır hasretinde..." Bu dizelere vuruldum kitabı ilk elime aldığımda. Herkes pembe kapaklı ortasında kocaman yaprağa benzeyen bir kalp, adı da "Aşk" olan bir romanı görünce ellerimde, okusa da anlamaz dercesine bakıyorlardı gözlerime. Hatta bazı büyüklerim "Kitap okuyacaksan işe yarar bir şeyler oku, aşk da neymiş?" dediler. Tabiki aldırmadım onlara... Çünkü günümüzde kitapları; ismine, kapağının tasarımına ve yazarlarının ünlü olup olmamasına göre değerlendiren ve kitapların içeriği hakkında en ufak bir fikri olmadan yorum yapan insanların sayısı oldukça fazla. Bu durum, yazarları içi dolu bir kitap yazmak yerine kapağı havalı, ismi popüler gözüken kitaplar yazmaya itiyor. Gün geçtikçe sadece kapak tasarımından dolayı alınan fakat içlerinde anlatılanların hiçbir şey ifade etmediği kitaplar raflarda yerlerini almaya devam ediyor. Elif Şafak ise sanki bu duruma bir tepki gösterirmişçesine Aşk'ın rengini pembe yapmış. Bilirsiniz, Türk erkekleri kapak rengi pembe ve içeriği aşk ile ilgili bir kitabı okumaz. Okuyan erkekler de, kendini eleştirmen sanan insanlar tarafından biraz farklı görülebilir. Ama ortaya çıkan sonuçlar Aşk'ın kadınlar kadar erkeklerin de okuduğu bir kitap olduğunu göstermiştir ve toplumumuzun önyargısını yıkmıştır. Büyük bir iştahla okudum çağımızda yaşayan Ella ile asırlar öncesinde birbirleriyle yolları çakışmış olan Mevlana ve Şems-i Tebrizi'yi. Sanki farklı çağlarda yaşanmış ortak hayatlar birbiriyle bağdaşıyordu. Elif Şafak, Aşk'ı ibretlik hayat hikayeleriyle süslemiş. Bazen kocaman bir kilit vurmuş anılara bazen de tek tek anlatarak şeylerin anlamlarını ihtiva etmiş. Bazı yerlerde yazarın fazla ileri gittiğini, Tebrizli Şems'in Kırk Kuralı'nda bazı konuları abarttığını -hatta direkt absürtçe olduğunu- düşünsem de roman büyüleyici ölçüde günümüz insanının suratına aşkın ne olduğunu tokatla vuruyor sanki... İki günlük sevgiler, yapmacık seni seviyorumlar, aşkımlar, canımlar, cicimler... Mesela "Altıncı Kural: Şu dünyada çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol kelimelere fazla takılma. Aşk diyarında dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur." Diyor. Aşk nasıl olur gerçekten? Dilin hükmü nedir sahi? Aslında ne ağır şeymiş aşk denen duygu; insanın beyninde değil kalbinde yaşadığı bir metamorfoz, sırtında taşıdığı kocaman bir yük ya da aksine bizleri bu alemden alıp başka diyarlara götürecek, sırtındaki yükü hafifletecek bir his. Dudaklardan dökülen değil yürekten gelen bir senfoni gibi... Yazar bu senfoniyi bizlere aktarabilmek için farklı dönemlerde yaşanmış hayatları birbiriyle bağdaştırıp, sanki kitap içinde başka bir kitap okuyormuş hissini tattırıyor. İki farklı dünyanın kapılarını aralıyor ve diğer her şeyden farklı olarak; ilahi ve dünyevi aşkı yansıtıyor. Bir nevi iki dünya arasındaki perdeleri kaldırıp, gerçek aşk ve gerçek hissiyat arasında bir köprü kuruyor. Bu köprüyü düşmeden geçmek de okuyucuya kalıyor. İki farklı duygu arasındaki bağlantıyı yaparken de çoğu yazar gibi sürekli aynı şeyleri deklare etmiyor Elif Şafak. Elif Şafak bu kitabında gerçek aşkı tüm saflığıyla betimlemiştir ve çok derin bir duygu bütünlüğüne yer vermiştir. Sanki ilahi ve dünyevi aşk arasında bir kapı açıp ve bizleri davet etmiştir. Günümüzde yaşanan değil de gerçek saf olan aşkın ne olduğunu tam anlamıyla öğrenebileceğimiz bir kitap Aşk... Kitapta yer alan kahramanlar çok farklı olmasına rağmen, yazar çok sade bir dile yer vererek bu farklılığın hissedilmesini engellemiştir. Elif Şafak çoktan aşkın merkezinden geçmiş ve bu duyguyu insanlara nasıl anlatabileceğini çözmüş bir kadın... Hayatım boyunca çok roman okudum fakat Elif Şafak her romanında bambaşka şeyler öğretiyor bana ve "Aşk"ta öğrendiğim ve aklıma kazınan en büyük şey: "Ne pahasına olursa olsun; kalpten gelen, dudaktan dökülen, içimi kemiren, beynimi kurcalayan ne olursa olsun; hayat kısa önemli olan mutluluğumuz!"
Her yerdeler... Her tarafta başka bir düşünce... Beynimin içerisinde bir gürültü... Her şey başka bir tarafa doğru gidiyor... Hiçbirini seçemiyorum, hepsi benden kaçıyor! Ne yapmalıyım; kafamın içindeki bu düşünceleri nasıl ayırt etmeliyim, nasıl dışarı atmalıyım? Bilmiyorum; çaresizim ve öylece yatağıma uzanmış düşünmeye, bir çıkış yolu aramaya çalışıyorum. Sanırım bulamayacağım! Çıkışı olmayan bir labirente düşmüş gibi hissediyorum! Çaresizlik, korku, hüzün ve birçok duyguyu aynı anda yaşıyorum. Birazcık ümidim olsa birinin elimden tutup çıkaracağına inanırım ama ümidimi dahi kaybetmiş durumdayım, ne yapacağımı bilemiyorum. Bildiğim tek şey, bu çıkmazdan bir an önce çıkmam gerektiği... Daha önce bu yaşadıklarımı yaşayıp elimden tutabilecek birisi var mı? Karanlık bir odada, yatağa uzanıp derin derin düşüncelere daldınız mı daha önce hiç? Birbirini kovalayan düşünceleri yakalamaya çalışmanın ne olduğunu bilir misiniz? Bilmiyormuşsunuz gibi davranıp biraz anlatayım o halde. Bir gün içerisinde yüzlerce insanla karşılaşıp binlerce farklı duygu ve düşünce içerisine giriyoruz. Aşk, sevgi, nefret, mutluluk, hüzün ve bunun gibi birçok duyguyu birkaç dakika içerisinde yaşayabiliyoruz. Gün bittiğinde, evinize gelip odanıza girdiğinizde, ışığı kapatıp yatağa girdiğiniz anda tüm bu duygular bir anda koşuşturma içerisine giriyor. Adeta zihni bir labirent gibi sararak sizi içine alıyor. Aşk ve nefret gibi zıt duygular bir anda sizi çıkmaza sokuyor ve bir çıkış yolu aramaya başlıyorsunuz. Mesela, bir tarafta hoşlandığım kız varken öteki tarafta ondan nefret eden en yakın arkadaşımın olduğu durumu yaşadım daha önce. Aşk ve dostluk bir anda karşı karşıya geldi ve çıkışsız labirentin içine düştüm. Zihnimdeki bu iki duygu ve hayatımda büyük bir öneme sahip olan iki kişi bir anda karşı karşıya geldi ve aralarında kalan, bu zıtlığı bir şekilde ortadan kaldırmak zorunda olan kişi oldum. Haftalarca hatta aylarca zihnimi kurcalayan bu zıtlığı hala daha çözmüş değilim ve hala daha Muhammed Fatih ÖZCAN 21601777 geceleri yatağa uzandığım zaman bu çıkmazla karşı karşıya kalıyorum. Düşünceler üst üste geliyor ve bir türlü bir sonuca varamıyorum, arkadaşımı mı yoksa hoşlandığım kızı mı seçeceğime karar veremiyorum, orta yol dahi bulamıyorum. Düşünceler, tarifi kolay olmayan şeylerdir. Ne kimseye tam anlamıyla anlatabilirsin, ne de kendi başına bir sonuca varabilirsin. Sokaklarda, caddelerde, kalabalıklarda kaybolursun. Daha sonra kendini de kaybedersin. Sonunda anlamadığın bir şey olup çıkarsın. Tek anlayamadığın sen olunca tekrar başa sararsın. Kendini miyop gözlerle sokakta bir yeri arıyormuşsun gibi hissedersin düşünürken. Her taraf sisli, bulanık ve karanlıktır; gideceğin yeri bir türlü bulamazsın. Bulanık olan yalnızca çevren değil aynı zamanda zihnindir. Böyle bir durumda ben hep şarkılara sığınırım, onlarda bir çare bulmaya çalışırım. Benim dışa aktaramadığım, bir çözüm bulamadığım karmaşık düşüncelerimi şarkılarda anlatılmış gibi hisseder, kafamdaki düşüncelere en yakın olan şarkıyı açıp defalarca kez dinlerim. Çoğu zaman dinlediğim şarkılar zihnimi iyice bulanıklaştırsa da kısa süreli bir kurtuluş yolu olarak dinlemeye devam ederim. Zaten kafamda bir sürü düşünce varken bir de şarkılar yeni düşünceleri kafama sokar ve döngü içine girerim. Ama yine de böyle bir ruh halinde şarkılarda çare aramanızı tavsiye ederim, emin olun sizi, zihninizi biraz olsun rahatlatacaktır. Düşüncelerinizin bir şarkıda toplandığını ve zihninizdeki koşuşturmanın bir süreliğine sona erdiğini hissedeceksiniz. Bu tam anlamıyla bir rahatlama, bir çözüm olmayacak; fakat içinizin rahatlamasına yardımcı olacak. Sonrası... Sonrasında yeniden labirente girecek ve sonsuz bir çıkmazın içinde yaşamaya devam edeceksiniz... Düşünceler... Sonu olmayan, bitmeyen, tükenmeyen fikir yığıntıları... Zihninizi kurcalayan, bir türlü sonuca varamadığınız birtakım "kuru kalabalık". Gürültüler artıyor... Sanırım yine geliyorlar... Evet, evet; geliyorlar... Her yerdeler... Boğuluyorum... Tutacak biri var mı elimden?
Lise yıllarıma denk gelen, eğitim hayatımın ve geleceğimin şekillenmesinde önemli bir rolü olan Ethem Baran öğretmenimin kitaplarını okumak her zaman güzel olmuştur benim için. Onun kitaplarından çıkardığım anlamlar beni alıp uzak diyarlara, çocukluğuma, hayallerime götürür. Onun edebi tarzı, etkili anlatımı en önemli özellikleri benim için. Hocamın sekizinci kitabı olan "Zira"'yı okuduktan sonra uzaklara gitmedim, çocukluğuma dönemedim, hayallerime gidemedim. Daha farklı bir mekan olan köyüme gittim. Oranın havasını, suyunu, toprağını hissettim. Oraya gittiğimde ikindi vakti evimizin önünden geçen koyunların zil seslerini, çeşmeden su doldururken kavak ağaçlarının çıkardığı o hışırtılı sesleri, gece vakti öten böceklerin sesini özledim. Daha doğrusu Rehberlik ve Danışmanlık öğretmenim bana bunu bu kitabında hissettirdi, özlettirdi. Dedim ya köyüme gittim diye... Bunu içimde hep tuttuğum, biriktirdiğim, umudunu taşıdığım bir özlem içerisinde söylüyorum. Dönüp o yıllarıma baktığımda güneşli günler, kavak ağaçları, hayvanlar, dalından koparıp yediğim çeşitli meyveler aklıma geliyor. Dertlerimi, üzüntülerimi, kaygılarımı hatta ve hatta en basit örnek olarak sınav stresini bile unutuyorum ve tüm bunlar sadece hayal ederek oluyor. Hayal etmek demişken... Ne geniş bir kavramdır hayal etmek... Alır götürür insanı uzaklara, derinlere... Ben köyümü hayal ettiğim zaman nedendir bilemiyorum ama üzüntü içerisinde oluyorum. Duygusallık, hayal ederken yaşayabileceğim, en baskın his olarak karşıma çıkıyor. Galiba o günlerimi özlüyorum. Bir daha yaşayamayacağımı bildiğim için, o günleri geri getiremeyeceğim için üzülüyorum. Yaşadığım anılar güzel, aklıma geldikçe yüzümde tatlı bir gülümseme olur ama güzel olan şeylerin beni hüzünlü etmesi de ayrıca bir ironi. En çok neyi özlüyorum biliyor musunuz? Üzüm salkımlarının altında oturduğum o günleri... Bahçemizde bir baştan bir başa uzanır giderdi üzümler, kara kara, irice üzümler... Herhangi birisinde bir salkım görsem hemen koşar ve salkımını koparırdım. Sonra da uzanırdım boylu boyuna, engin masmavi gökyüzü ve güneşin o salkımların arasından sızan ışınları eşliğinde yerdim bir güzel... Sonra da dedem görürdü ve kaçacak delik arardım. Kızardı genellikle rahmetli... Olmamış meyveyi neden koparıyorsun diye? Aslında meyveyi koparmama veya onu yememe kızmazdı. O dalını kıracağımdan korktuğu için kızardı, zarar vereceğimden kızardı. Meyve onun sadece bahanesiydi. Ben dedemi de çok özledim. Bir de çeşmemizi özledim... Küçükçe bir çeşme, ucu havuza bağlı... İnsanın küçük parmağı kalınlığında suyu akardı. Az akardı ama o çeşmeden bir yudum alan bir daha hasta olmazdı. "İçene şifa, yaptırana dua!" yazardı çünkü duvarında... Gariptir ki kışın ılık, yazın soğuk akardı suyu... Hele ki yazın, o incecik akan suyun giderini kapatırdım ve küçük çaplı bir su birikintisi oluştururdum. Sonra da ayaklarımı içine sokar ve serinlerdim. Benim en çok özlemini duyduğum, hasretini çektiğim ve en çokta hayalini kurduğum iki basit örnek budur. Belki siz okuyuculara çok basit veya sıradan gelebilir ve elbette sizlerin daha iyi hayalleri olabilir. Herkesin hayali kendine özgüdür zaten. Sonuç olarak, hep "Anılar güzel de olsa kötü de olsa insana acı verir." Derdim. Bunu söylememin sebebi hayal kurmaktan korktuğum içindir, üzülmekten korktuğum için. Anılar kişiye özeldir. Bir gün birisi "Hadi bir anını anlat" derse anlatmak istemediğim için hep o cümleyi kurardım. Ben Ethem hocama çok teşekkür etmek istiyorum çünkü bana hayal kurmaktan korkmamayı öğretti. Öyle ki; yaşadığım anıları düşündükçe üzülen birisiydim. Fakat kitabını okuduktan sonra bundan vazgeçtim. Şimdi ise iyi ki vazgeçmişim diyorum.
Ben Aşk-ı Memnu'nun ilk dizisini izleyip sonra kitabını okuyanlardanım. Her kitap uyarlamasında olduğu gibi dizi ile kitap arasında bazı farklılıklar var tabii ki ama bana pek de farklı gelmedi ikisi. Sanırım en büyük fark dizide Behlül'ün de Bihter'e aşık olmasıydı. Oysaki kitapta Bihter'in diğer kadınlardan farkı yok Behlül için. Açıkcası kitabı okurken kendimi Bihter'in yerine koydum çoğu zaman. Onun yerinde olsaydım ne yapardım, nasıl davranırdım diye düşündüm. Zaten Adnan Bey'le evlenmesi hiç mantıklı bir şey değildi her ne kadar adına mantık evliliği dense de. Kendinden yaşça çok büyük birisiyle evlenmesi, tek ihtiyacının para olabileceğini düşünmesi aslında Bihter'in nasıl bir psikolojide olduğunu çok rahat bir şekilde gösteriyor. Firdevs Hanım'ın da Adnan Bey'e ilgi göstermesi cabası. Firdevs Hanım'ın o kızlarını kıskanan, onlar gibi genç ve güzel olmak isteyen tavrı Bihter'in canını daha da sıkıyor haliyle. Annenizin kocanıza ilgi duyduğunu düşünsenize. Bu, Bihter'in Adnan Bey'i aldatmasını tetikleyen en önemli sebep bence. İkinci sebep olarak da paranın onu mutlu edebileceğini sanması. Ama evlilikte işlerin sadece parayla yürümediğini anladığında Bihter'in gözleri açıldı ve farkında olmadan Behlül'e yani en yakınında olan gence ilgi duymaya başladı. Behlül zaten dünden razıydı böyle bir şeye. Zaman içinde aşık oldu Behlül'e Bihter. Aynı duyguları Behlül'ün de hissettiğini sandı belki de. Ama Behlül ve Nihal'in evleneceğini duyunca kıskançlığından deliye döndü demek ki. Firdevs Hanım'a anlatıp yardım istemesi daha da onur kırıcı bir şey bana göre. Çünkü annesini sevmeyen, onun gibi biri olmak istemeyen bir kadın bunu yapmamalı bence. Sonuç olarak Firdevs Hanım'ın kızı olduğunu kocasını aldatarak ve bunun üstüne de sevgilisini kıskanıp evlenmesine mani olmaya çalışarak kanıtladı. Zaten Behlül ve Nihal'in evlendirilmesi işinin Firdevs Hanım'ın marifeti olması da ayrı bir muamma. Nihal'in de bu 'Aşk-ı Memnu' yu öğrenmesiyle işler iyice sarpa sarıyor tabii. Her şeyin bittiği, Adnan Bey'in de bu ilişkiden haberi olacağı belli artık. Bihter'in panik olması, ne yapacağını bilememesi gayet normal bir durum. Behlül'ün de ondan artık hevesini almış olması genç kızı iyice depresyona itiyor. Bütün o toy duyguları ile Adnan Bey'le evlenen ve sonra onu yeğeniyle aldatan Bihter, artık ölümü düşünmeye başlıyor. Bunun Adnan Bey'in, kapısına dayandığı anda aldığı bir karar olduğunu düşünmüyorum. Saatlerce hatta belki de günlerce düşünmüştür intihar etmeyi Bihter. Ben olsam Bihter'in yerinde aynı tepkileri vereceğime eminim. Adnan Bey'den özür dilese, evliliğini kurtarmak istese aylarca arkasından iş çevirdiği, aldattığı adama bakacak yüzü yok artık. Hem bakalım Adnan Bey onu affedecek mi ki? Behlül'le kaçsa, yeni bir hayata başlasalar beraber? Behlül zaten kendi dalgasında. Hevesini aldı bir kere. Artık Bihter'in hiçbir önemi yok onun için. Kısacası geriye hiçbir çıkar yol kalmıyor, intihar etmekten başka. Ve kitabın en sevdiğim kısmı... Beşir'in her şeyi anlatması üzerine hasta kızını bırakıp hiddetle yerinden kalkan Adnan Bey, Bihter'e hesap sormak için yatak odalarının kapısında belirdi. Kapıyı açması için her ne kadar bağırıp kapıya vursa da o kilitin açılırken çıkardığı ses hiç duyulmadı. Onun yerine ufacık minicik bir silahın çıkarttığı o karanlığı bile delen patlama sesi... Gencecik bir kadının hayatının sonu... Olmak istemediği bir insana dönüşmüş, kendini içine attığı durumdan çıkar yol bulamamış bir kadının son anı... Ne kadar da dramatik ve acı bir son! Bu kitabı ve dizisini çok sevmemin bir nedeni de son sayfaları. Tabii dizi için de son sahneler0. Ben, Bihter'in yaptığı gibi, kendimi çıkmaza sürükleneceğim durumlara sokmak istemiyorum. Mantıklı düşünmek ve duygularıma hakim olmak istediğimi anlamama yardımcı oldu bu kitap o küçücük yaşımda. Tabii ne kadar olabildiğim ise ayrı bir mevzu...
Bugünü anlamak için başucu kitaplarından biri olan 1984, George Orwell asıl adı ile Eric Arthur Blair- tarafından 1949 yılında yazılmıştır. Kitap; zıt düşünceleri olan insanların düşünce polisleri olarak adlandırılan devlet görevlilerince silindiği, sanki hiç var olmamış gibi gösterildiği bir distopik dünyada geçiyor. Her anın, her düşüncenin, her hareketin tele ekran denilen kameralar tarafından izlendiği ve kayıt altına alındığı bir dünya. İnsanların özgürlüklerini kısıtlayan, onları makineleştiren bu sisteme dayanmak elbette mümkün değil. Bu yüzden, bir makine olmaya karşı çıkan ana karakter Winston da, insanın doğası gereği, özgür olmak istiyor. Romanın odağındaki isim olan Winston Smith, Düşünce Bakanlığı adlı bir devlet dairesinde çalışmaktadır. Halk; sokakta, işinde, evinde ve hatta banyosunda bile tele ekranlarca izlenmektedir. Bu durum haliyle insanların elini kolunu bağlamıştır sisteme karşı. Winston, bir parçası olduğu sistemin kurallarına içten içe karşı çıkarak ''düşünce suçu'' işler. Diğer insanların da kendisiyle paralel düşüncelere sahip olduğuna inanmaktadır. Bundan dolayı, düşünce suçu işlediği için bunu birilerine anlatma isteği duyar ama cesaret edemez ve sonunda çok tehlikeli olmasına rağmen içindekileri kağıda döker ama yazdıklarından dolayı ileride çok pişman olacaktır. Sonrasında cinsellik karşıtı bir örgüte üye olan Julia, Winston ile temasa geçer ve bu ikilinin kaderi tamamıyla değişir. Romanın ilerleyen olay örgüsü içerisinde düşünce polisinin onları yakalayacak mı diye, için için merak ederken kitabın akışına kapılıyorsunuz. Kitabı akıcı kılan Orwell'ın fikirlerini anlaşır bir şekilde okuyucuya aktarması ve geleceğe ışık tutabilmesidir. Basıldığı dönemi başarıyla yansıtmış olmasına rağmen günümüz totaliter rejimlerini de eleştirir nitelikte. Bunun gibi ideolojilerin hakim olduğu devletlerde halkın çektiği eziyetler, kısıtlamalar, bilimin hiçe sayılması yani cehaletin işlendiği bir kitap. Her ne kadar kapitalistler tarafından, komünistleri eleştirdiği için methedilse de aslında tüm kapalı düşünce yapılarının sert bir eleştirisidir 1984. Kısacası George Orwell'ın ileri görüşlülüğü ve tümevarımsal anlatımı saygıyı hak ediyor. Kitaba hakim olan tema ''nefret''tir. Tüm ülke ''nefret yayını'' denilen ve her gün gerçekleşen bir uygulamaya maruz bırakılır. Bu öyle bir uygulamadır ki, vatandaşların bütün nefretlerini iki dakika boyunca parti karşıtlarına ve düşman devletlere kusması beklenir. Winston'ın düşünceleri kitapta şu şekilde belirtilmiştir: ''İki Dakika Nefret'in en korkunç yanı, insanın katılmak zorunda olması değil, katılmaktan kendini alamamasıydı.'' Eli mahkum, Büyük Birader seni izliyor. Bu nefretin, her fırsatta birbirini kötüleyen ve birbirine diş bileyen partilerin, Orwell'ın distopik Parti'sinden aşağı kalır yanı yok. Bu romanı okuduktan sonra insan medya, devlet gibi bir parçası olduğu tüm kavramlara kuşkuyla bakmaya başlıyor. Onlardan soğuyor, çünkü yazılalı yıllar olmuş olsa da her dönemin kitabı ve bu yüzden okurun kendi içinde bulunduğu dönemi de sorgulamasını sağlıyor. Ben de okurken zaman zaman sıkıldığımı ve kitabı bırakmak istediğimi söyleyebilirim; çünkü içinde bulunduğum ve kurallarına uymak zorunda olduğum sistemin yanlışlarıyla örtüşüyor Büyük Birader'in Devleti. Bu bıkkınlık aslında tam da kitabın eleştirdiği fikir, farkında olduğumuz ama dile getir(e)mediğimiz bir şey: ''Hepimiz sistemin yarattığı birer makineyiz.'' Haber kaynakları kısıtlı, var olanlar ise kontrol altında, insanların ne görmesi gerektiği, neye inanması gerektiği bile programlı. Asıl istenilen düşünmemek ve söylenenleri harfiyen yerine getirmek. Bu düşüncelere karşı bir tavrı vardı Winston ve Julia'ın da. Belki de ikisini bir arada tutan bağ aşk değil de aynı düşünceye inanmalarıydı, ama nasıl olursa olsun sonuçta suç işliyorlardı. Eğer ilişkileri açığa çıkarsa, birbirlerini ele vermeyeceklerini konusunda söz verdiler fakat Büyük Birader'in yapabileceklerini küçümsüyorlardı. Yakalandıktan sonra, gücünü kaybetmemek ve ilkelerinden asla ödün vermemek için her şeyi yapabilecek olan devletin uyguladığı işkenceler o kadar ağırdı ki, bırakın aşkı, geriye ''düşünce'' bile kalmadı. Romanın sonunda Winston ve Julia her ne kadar ''düşünmeyen'' varlıklara dönüşseler de önemli olan kitabın mutlu sonla bitip bitmemesi değil. George Orwell'ın asıl vurgulamak istediği, ulusların yozlaşmışlıktan arındırmanın yolu onları bilinçlendirmektir. Kitapta geçtiği gibi: ''Bilinçleninceye dek başkaldıramayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler.''
Hissettiklerimi her zaman genel bir mantık çerçevesine oturtmaya çalışmak artık eskisi kadar doğru gelmiyor. Hep bir uyum yakalamaya çalışmak ve çevremin etkisinde kalıp gerçek özgürlüğümden ayrı kalmakla eş değermiş gibi geliyor gözüme. Çünkü bence çevre faktörünü baz alarak hayatını sürdüren biri toplum baskısına göre hayatına şekil verir. İster istemez herkesin karakterine yansımıştır bu durum. Nefes alıp verme şeklimiz bile bundan nasibini almış hatta. Fakat bunu en aza indirgemek ve kendini ön plana koyabilmek bence her bireyin kendi açısından vermesi gereken en önemli karardır. Çünkü benim gözümde toplum baskısını yenip, özgürlükçü ve bireysel düşünce sistemini geliştirebilmiş her toplum, fikirlere ve değişime en açık ortamı sağlar. Bu durum aynı zamanda hislerimizle hareket edebilmemiz için güzel bir alan sağlar. Fakat özgürlüğüne bu kadar düşkün olduğunu iddia eden toplumumuz, aslına bakarsak bireysel değil toplumsal açıdan özgür olmayı diliyor. Atladıkları kritik nokta ise bireysel olarak özgür olmadığımız bir yaşam alanında toplumsal özgürlüğün bir anlamı olmayışıdır. Kanaatimce, bireysel anlamda özgür olmayışımız aynı zamanda hissiyatımızla değil de, tamamen toplumsal baskının yarattığı düşünce ve mantık sistemiyle hareket etmemize sebep oluyor. Ama bir yandan da bu eksilerden kurtulup hayatımızın kontrolünün tamamen elimizde olduğu umuduyla yaşamak zorundayım. Kendime olan inanıcımı asla yitiremem. Bunun çok önemli iki sebebi var. Birincisi özgür düşünce sistemini içimde geliştirmem için çok uygun olan bu üniversite hayatımı değerlendirip değerlendirmemek benim elimde. Bu durumu değerlendirmemek bana sağlanan bu imkanlara yapılabilecek en büyük ihanet. İkincisi ise bu düşünce sistemini geliştirebilirsem benim gibi hisleriyle hareket etmek isteyip her zaman mantığıyla karar almak zorunda kalanlara emsal olabilirim. Kendim dahil etrafımdaki insanlara baktığımda şunu görüyorum: Kimse ne düşündüğünü açıkça dile getiremiyor. Bunun en büyük sebebinin ise birbirimiz üstünde kurduğumuz bu baskıdan dolayı olduğunu düşünüyorum. Bazen isteyerek bazense istemeden bunu ben de çok yapıyorum. Çünkü kim ne zaman farklı ve kendiminkiyle uyuşmayan bir düşünceyi istediği gibi dile getirmeye çalışsa, ilk yaptığım şey, toplum tarafından onaylanmış genel geçer doğruları kullanarak onu haksız çıkarmaya çalışmak oluyor. Bunu yaparak çoğu zaman haklı çıkmış gibi gözüküp karşımdakinin düşüncelerini hiçe saymış oluyorum. Fakat bu özelliğimden son derece rahatsızım. Bu rahatsızlığımın sebebi ise çok basit. Çünkü benim de aklıma farklı duygu ve düşünceler geliyor. Ne yazık ki ben de aynı toplum baskısına maruz kalıyorum ve çoğu zaman karşımdaki tarafından anlaşılamadan düşüncelerim çürütülmeye çalışılıyor. Peki herkes aynı durumdan müzdarip ise ne yapmak gerekiyor? Bence empati yapmak ve yeni fikirlere açık olabilmek bu durumun üstesinden gelir. Çünkü anlaşıldığını hissetmek insan için, özellikle kendi adıma, çok mutluluk ve haz vericidir. Bu hazzı ve mutluluğu yaşamak içinse karşımızdakine de bu mutluluğu ve hazzı yaşatmamız gerekir. Böylelikle bu üstün anlayış biçimi bizlere özgürce istediklerimizi, fikir, duygu ve düşüncelerimiz rahatça birbirimize anlatma olanağı tanır. En büyük getirisi ise başta bahsettiğim gibi hislerimizi ve asıl söylemek istediklerimizi toplum baskısı altında kalmadan, rahat ve özgürce ile getirebilme olanağı sunmaktadır. Benim kendi içimde yaratmaya çalıştığım bu algı toplumun değil bireyin ön plana çıkmasını hedefliyor. Çünkü insan sadece mantığıyla hareket edebilmeye uyum sağlayabilecek bir varlık değildir diye düşünüyorum. Eğer öyle olsaydı kimseyi karakter bazında ele alamayıp, sadece tip bazında değerlendirebilirdik. Fakat duygu ve düşüncelerimi, hissiyatım ile şekillendirdikçe artık daha fazla kendim gibi hissediyor ve hissettiriyorum.
Gündelik koşturmacaların arasında, aniden bir köşeye sessizce çekilip bütün bu çabaları ne uğruna gösterdiğini sorgulamayan bir insan dahi yoktur herhalde. İnsan, "Neyin var, ne oldu?" gibi sorulara maruz kalırken gözünü uzaklara dikip boşluğa düşmez mi, o an her şeyi geride bırakıp kaçma ihtiyacı duymaz mı hiç? Tatsız, hüzünlü ve uzun geçen bir gecenin ertesinde yataktan kalkamadığında, yaşam mücadelesine devam etme arzusunun zerresini bulamadığı olmaz mı? Belki de sizde hiç olmuyordur, bilemem. Yine de bütün bu ruhsal çöküntülerin, içinde ömrümüzü tükettiğimiz güzel makyajlı ama içi kokuşmuş düzen var olduğu sürece peşimizi bırakmayacağını düşünüyorum. Bazıları bunun ergenlikle ya da yeterince olgunlaşmamış olmakla bağlantılı olduğunu söylese de ben depresyonun yaşa bağlı gelişen bir durum olduğunu düşünmüyorum. Bu çöküntüler, sürekli çaba göstererek arayışında olduğumuz şeylere aslında hiç yaklaşamadığımızı fark ettiğimizde başımıza geliyor. En makul, en mütevazı arzularımızın bile gerçekleşmemesinin yıkıcılığı karşısında öylece boşluğa düşüyoruz işte, kendimizi umutsuz bir vaka olarak tanımlıyoruz. Böyle bir çöküşle karşılaşınca, sahip olduğumuz mutluluklarla, başarılarla, kazanımlarla da tatmin olamıyoruz ve mücadeleye devam etmek için kendimizde bir ümit, bir inanç göremiyoruz. Sürekli arzulayıp da bir türlü erişemediğimiz şey nedir peki, neden bu kadar önemlidir? Elbette bu soruya genel bir cevap vermek olanaksız. Nihayetinde hepimizin farklı özlemleri, arzuları, doldurulacak boşlukları var ve hepimiz eşsiz yaşam öykülerine sahibiz. Benim en fazla içime işleyen ve kendimi en yakın hissettiğim öykülerden biri ise kesinlikle Yurttaş Kane'in öyküsü. Evet, yaşam koşulları ve maddi varlık bakımından kendisiyle en ufak bir ortak noktam olmayabilir fakat mevzu bu değil ki! Sahip olduklarımız üzerinden kendimizi başkalarıyla özdeşleştirmeyiz zaten; eksikliğini çektiğimiz şeylerin, dolduramadığımız boşlukların benzeşmesiyle bu bağı kurabiliriz. Bu sebeple Yurttaş Kane, uzaktan baktığımda kendi hayatımla çok alakasızmış gibi duran bir öyküye sahip olsa da yoksun kaldığı ve arayışında olduğu şeyler bakımından da bir o kadar yakınımda duruyor. Orson Welles'in yazdığı, yönettiği ve başrolünde oynadığı bu film, sonsuz bir servetin maliki olan Kane'in, çocukluğundan beri yoksun olduğu gerçek sevgiyi güçle, parayla kazanmaya çalışmasına değiniyor. İnatla herkesin sevgisini kazanmaya çalışan Kane, bunu gerçek sevgiye çok değer verdiği için değil, sevgiye olan açlığını bu yolla tatmin etmek istediği için yapıyor. Bu kadar çabaya rağmen istediğine ulaşabiliyor mu peki, hayır, o da arzularına ulaşabilme konusunda bizden iyi durumda değil. Kader ortaklığımız da tam olarak bu noktada başlıyor işte, yoksunluğunu yaşadığımız ve o kadar çabaya rağmen sahip olamadığımız şeylerin sebep olduğu ruhsal çöküntü bizi yakınlaştırıyor. Ruhsal çöküntülere maruz kalıyoruz, bir şekilde bunların da üstesinden geliyoruz -ya da halının altına süpürerek üstesinden geldiğimizi sanıyoruz- fakat kafamızı sürekli kurcalayan bir sorudan kaçamıyoruz. O soru da şu: Umutsuz hissediyorsam, boşa kürek çektiğimi düşünüyorsam ve bir şeyleri elde etmeye çalıştıkça tatminsizliğimin bitmeyeceğini, aksine daha da artacağını biliyorsam, cidden yaşamaya ve mücadele etmeye değer mi? Doğruya doğru, bütün çabalara ve arzulara rağmen bu öykünün bir yerlerinde yolumuz nihai tatmin ve mutluluk duygularıyla kesişmiyorsa, bu çabayı sürdürmenin de pek bir anlamı kalmıyor. İşin tuhafı, her ne kadar yaşama motivasyonumuzun devamlılığını sağlayacak olumlu gelişmelerle karşılaşmakta güçlük çeksek de hayat her an sürprizlerle karşımıza çıkabiliyor. Sonuç olarak da bizi hayata bağlayan şeyler bu küçük sürprizler, tebessümler, mutlu anlar oluyor. Yaşadığımız müddetçe kendini sıkça tekrarlamaya devam edecek olan tatminsizlik ve düş kırıklıklarıyla uğraşacağımızı bilsek de arada kalan olumlu ve güzel sürprizleri kaybetmeye korkuyoruz. Bana göre hayat, mutsuzluğa ve umutsuzluğa doğru giden yolda karşılaştığımız olumlu parçalardan ibaret ve bize yaşama isteğini sağlayan şeyler de bu olumlu parçalar oluyor. Arayışlarımız ve tatminsizliklerimiz bitmiyor ve bitmeyecek, bu doğru. Yine de hayat, bütün yılgınlığımıza rağmen mücadeleyi terk etmemize bir şekilde engel olacak ve aslına bakarsanız çok da iyi yapmış olacak.
Gök, olan biteni anlarmış gibi kızıl. Buna rağmen kelimeleri toplayamamam benim nazarımda utanç verici olandır. Bugün, geçip giden gecelerin aksine gözlerimi griye açmaya ihtiyaç duydum, Kirpinin Zarafeti sayesinde. Zihnimin gerisine fırlattığım, "Hayat bu, düzeni bunu gerektirir ve sürdürür." dediğim her şey, usta bir poker oyuncusunun rakibinin masaya serdiği kartlar gibi önüme serildi, üstelik poker oyuncusu bendim yenilgiye alışkın değildim. Nefret ettiğim, nadiren olmuş durum vuku buldu, gardım düştü, yenildim. Ölümü düşünmek, beyanlara dökmek, anlamlandırmak zorundaydım, ne kadar kaçsam da bunları yapmaktan. Fiil olarak geçiştirmek değildir düşünmek, herkesin gördüğünün aksine. Düşünmek inşa edeceğiniz düşünceyi anlamlandırmaktır. Ölümü düşünmek, anlamlandırmaya çalışmak ise griliğin arasında çiçekler açtırma çabasıdır. Ankara'nın anlamına eşdeğer olan. Ankara'da doğmuş büyümüş biri için dünyada buradan güzel yer bir elin parmağını aşmayacak denli azdır. Biz burayı griliği, monotonluğu için bile yüceltebiliriz. Çoğu insan bunu "taşralılık" olarak yorumlayacaktır. Öyle değil. En azından ben ömrümün uzunca bir süreci boyunca böyle düşündüm. Beni bundan ne mi vazgeçirdi dersiniz? Şehirleri içinde olan insanlar yüzünden severmişiz, öyle derler. Ben buna da inanmazdım çünkü ruhu var sanırdım şehirlerin. Öyle değilmiş. Ankara'dan soğuduğum an, içinde ölümü barındırdığını anladığım zaman oldu. Ölümlerin de cinsi vardır bana soracak olursanız. Evet, hak edilmiş ömür, hakkı ile tüketilmiş hayatlar vardır, Kirpinin Zerafeti, benim yıllar boyunca sayıkladığım bu anafikir üzerine inşa edilmiştir. Ölüm fiilinin gerçekleşmesinden çok, ne yaparken öldüğünüz, ölüm fiilinin anlamı önemlidir. Mesela, bir çocuğu korumaya çalışırken sadece onu korumayı amaçlarken ölmek şüphesiz çeşitli intihar fikirlerinden daha kutsal olandır. Herkesin dünyanın geniş coğrafyalarına atmak istediği imza, fiilleriyle değil amaçlarıyla mürekkep bulacaktır kendisine. Tüm bu fikirlerin aksine Ankara, haksız ölümler içeriyordu. Dağılmış bozuk imzalar, çoğuna mürekkep yetmemiş. Diğer tüm şehirler gibi, tarih gibi. Buralıysanız, insanların yaşamlarına son verdikleri yerler, Boğaziçi Köprüsü kadar romantik mekanlar değildir. Nereden atlarsanız atlayın griliğe çakılırsınız, taptığım griliğin sevdiğim insanların toprağı olduğunu anladığım gün, Ankara'dan soğudum ben. Griliğinden kaçtım, özür dilerim Ankara. Bu kaçışta en ironik şey, senden yüzlerce kilometre ötede Ankara Otel'de kalmam oldu. Asla kaçamadığım Ankara, asla kaçamadığım ölüm düşüncesine hiç bu denli benzememişti o güne dek. Belki de Ankara kelimesinin herhangi bir dilde anlamı budur. Ankara ilk ölüm siftahını birkaç sene önce yaptı, benim çevremden başlattığı. Günler geçti sonra, insanlar bana geçmişe bağlı kaldığımı ve bundan bıktıklarını açıkça belirtecek yüzü bulacakları kadar zaman geçti. Büyümem gerektiğini söylediler, büyükler yüzlerce ölüme tanık etmişlerdir çünkü. Bu zamanla ilgilidir, herkesin hassas milimetrelik cetvellerle ölçülmüş kum saatleri vardır, kum taneleri insanın ömründeki her bir anı temsil eder ve son kum tanesi pek tabii rasyoneldir, son tanenin akıp gitmesine gözyaşı dökülmez, kabullenilir. Üstelik yetişkinler kelimelerin anlamlarına çok da takılmazlar. Fiiller olur ve biter, sorgulamak zaman kaybı değil mi? Biraz daha kahve içip çalışıyor gibi görünerek mesai bitmesini beklemek, zaman kaybını önleyecektir, düşünmek yerine. Hem son kum tanesinin akıp gidişi önceki tüm tanelerden neden farklı olsun, neden abartılıp düşünülmeyi hak etsin ki? Belki de Ankara tüm bu beyannamelerle yoğurduğu için asırlık benliğini, iticidir. Anlamları görmemezlikten gelmemizi/gelmelerini sağlayan da Ankara'dır, hiç şüphesiz. Keşke insanlar fiilleri yalın kelimelerden ibaret görmek yerine, düşünse, düşünmek istese, anlamlandırsa çevresini ve ona getirdiklerini. Çehreler iyi hatırlanmalıdır, gökdelende gerçekleşen bir intihardan arta kalanlar olmamalıdır çehreler. Karları delen kardelenler vardır elbet, arkasında gülümsemeler de bırakabilir ölümler.
Bir temel sorudan başlar aslında bütün kuşkular. Bir insan aldatıldığını düşünüyorsa, "Benden başkası var mıdır?" sorusunun kafasında fazlaca tekrar etmesi bu düşünceleri alevlendirir. Bir insan uzaylılardan korkuyorsa da aynı şekilde; "Bu evrende bizden başkaları da var mı?" sorusu, zihni meşgul eden soru olacaktır. Bu kuşkular tek başına çok kuvvetli olmakla beraber, başka duygularla da karışınca içinden çıkılmaz hale gelirler. Okulumuzda sahnelenen "Böcek" isimli tiyatro da bu temel sorular üzerine kurulmuştu aslında. Kuşkuyu yaratan sorunun "Bu denli teknolojik, yapay böcekler var mı?" olması ve bunun iki kişinin aşkı ile harmanlanması, başrolleri içinden çıkılmaz bir duruma sokuyordu. Her şeyin bir tesadüf olabileceği, yanılıyor olabilecekleri ya da başka bir olasılık akıllarının ucundan bile geçmedi. Birbirlerine duydukları aşırı güven onların mantıklı düşünmesini engelliyordu. Bir yerde okumuştum; insanlar doğada gördüğü binlerce ipucunun sadece %5-10'unu zihin süzgeçlerinden geçirebilirlermiş. Süzgeçten geçenler ise genellikle kendilerini haklı çıkaracak ya da inançları ve düşünceleriyle ters düşmeyecek durumda olanlar olurmuş. Onlar da bu şekilde, beyinlerine yenik düşmüş olsalar gerek. Belki bütün düşünceleri ve teorileri doğruydu, ancak her zaman genişçe düşünmelidir insan. Bir konuda haklı olduğumuza (1) "Böcek" emin olsak bile; diğer tüm fikirlerin haksız olduğunu mantıksal ve deneysel bir şekilde test edip haklı olduğumuzu ispatlamalıyız. Akıl sağlıklarını kaybedip, intihar etmeleri de; fikirlerine bu denli bağlanmalarından dolayı bence. Karakterlerin son sahnelerde duyduğu şüpheler, tüm hayatlarının başka birileri tarafından yönetildiği üzerineydi. Günümüzde bir sürü insan kayboluyor, kaçırılıyor, öldürülüyor. Bazıları bulunuyor, bazıları ise bir gizem olarak kalıyor. Gizem olarak kalan insanların yakınları devletler tarafından yeni bir hayata sürükleniyor olabilir mi? Kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış insanlar, gözü kara birer ajan mı olurlar? Devlet bu potansiyeli gördüğü insanların, sevdiklerini aramayı bırakıyor olabilir mi? Bunlar üzerinde çokça düşünülmesi gereken sorular, ancak insan düşündükçe içini yoğun bir paranoya da kaplayabilir. Dikkatli olmak lazım... Bu tartışmayı bir kenara bırakarak, tiyatro sayesinde kafama takılmış ve üzerinde düşünmeye başladığım bir konudan bahsetmek istiyorum. Bir ülke, kendi askerlerini; biyolojik silahlar için kobay olarak kullanabilir mi? Bana kalsa; hiçbir insan, hatta hiçbir hayvan bir deneyde kobay olarak kullanılmamalıdır. Bir mucize olduğunu ve insanların bu deneyler için kullanıldığını varsayalım; ben bir devlet başkanı olarak vatandaşlarımı oğlum/kızım bilir ve onların kıllarına zarar gelmesine razı olmazdım. Bırakın bir deneyle gençlerimi harcamak, başka bir ülkenin zarar vermesine de izin vermezdim. En azından bir savaş ya da operasyonda ele geçirdiğim rehineleri, ya da hafifletici opsiyonlar sunarak ülkemdeki mahkumları denek olarak kullanırdım. Oyunu izlemeye başladığımda çok ilginç bir şey daha keşfettim. Hayatım boyunca birkaç klasik dışında hiçbir oyuna gitmemiş olduğumu... Yani gerçek hayata daha yakın, gerilim temalı bir tiyatroyu bu oyunu izleyene kadar pek hayal edemiyordum. Oyuncuların ağızlarında sürekli bir küfür; gençlik havasını katmak için sürekli ortada olan sigara, uyuşturucu, cinsellik vb. öğeler oyunu daha gerçekçi yapmış. Büyük ihtimalle devlete bağlı olmayan bir tiyatro olduğu için bu kadar rahattı oyun. Bu zamanlarda kimse kötü bir durumda, Türkçe altyazılardaki gibi "Seni lanetliyorum!" demiyor. Ya da serseriler aralarında verdiği partilerde masa oyunları oynayıp sebze yemiyorlar. Durum böyle olunca; daha çok tiyatroya gitmeye, daha çok "güncel" ve özel tiyatrolara gitmeye karar verdim. En azından işlenen konulara biraz daha hakim olabiliyor insan, bir klasiğe göre. Sonuç olarak, gitmekten çok keyif aldığım bir oyun oldu "Böcek". Başlangıçtaki amacım GE250 etkinliğinden puan kazanmak iken, oyundan çıktığımda elimde kırk puandan çok daha fazlası olduğu için çok mutluyum. Yukarıda belirttiğim gibi, fırsat buldukça hem okulumda hem de dışarıda tiyatroya gitmeyi planlıyorum.
Yaşam... Aslında çok büyük bir kelime. Esrarengiz, büyülü ve süslü bir örtüymüş de altında çok şeyler gizliymiş gibi. "Yaşam" deyin ve şöyle bir düşünün. Ne demek, ne anlama geliyor, neden var ve neden bir gün bitiyor? Bu Dünya'da sonsuz tane yaşam varken neden ben sadece kendiminkini hissediyorum. Hiç siz de denediniz mi bilemeyeceğim ama ben bazen insanlara bakarım ve "Ne garip! O da yaşıyor, onun da hisleri var, o da içinden konuşuyor." diye düşünürüm. Ben de o olabilirdim ama olmamışım; Aslı olmuşum. Neden? Hiç var olmasaydım ne olurdu? Yok olsam ne olacak? Kainatta minicik bir yer işgal ederken, bu bendeki var olma arzusu neden? Ben kimim? Bir sebeple Dünya'ya gelmişiz. Nefes alıp veriyoruz. Yemek yiyoruz, ihtiyaçlarımızı gideriyoruz. Çalışıyoruz, uyuyoruz. Bir tek bu yaptıklarımıza uzaktan bakıldığında, hakikaten hayvanlardan farkımız olmadığını söyleyenler haklı gözüküyor. Ya da bir fabrikanın otomatik makineleri gibi hareket ettiğimizi söyleyenler... Ne var ki, biz sadece işlediklerimizden, söylediklerimizden ibaret değiliz. Hatta bunlar varlığımızın oldukça küçük bir kısmını teşkil ediyor. Benim aslım fikirlerimde, duygularımda, sezgilerimde, ruhumda... Eğer bunlar benim içimde bir yerlerdeyse; benim aslım içimde. Kainatta minicik bir yerim olsa da bütün kainata yetecek kadar yer var bende! Kendimi dünyalar kadar görmemin sebebi de bu belki. Bir yaprak yapraktır. Tabiri caizse kendi haddini biliyordur. Bilmem ki o hayatını hiç sorgulamış mıdır? Kedi, kendi kendine konuşuyor mudur? Kelebek mesela hiç hayal kuruyor mudur? Bir farkımız daha var ki biz bulunduğumuz Dünya'da görev yerine getirmekten çok orayı şekillendiriyoruz. Maddi ve manevi bir anlamda şekillendirme bu. Dünya'yı inşa ediyoruz. Fikirler, akımlar üretiyoruz. Bazen bütün insanları ve hayvanları etkileyecek kararlar veriyoruz. Üstelik sadece kendi çağdaşlarımızı değil asırlar sonrasının insanlarını bile etkileyecek kararlar... Bu bağlamda, artık yaptıklarımız da bir ruh kazanmış oluyor. Makineleşmekten kurtuluyoruz. Fikirlerimizi hayata geçiriyoruz. Daha ilginci ise kendi varlığımızı başka bir varlığa adayabiliyoruz. Yaşamın bununla daha manalı olduğunu düşünüyoruz. Bir gün buralardan gitsek bile yapacaklarımızın daha sonraki "misafirler" için işe yaracağı inancıyla bir nebze kendimizi rahatlatıyoruz. Yok olmak istemediğimizdendir belki en azından "Dostlar beni hatırlasın." diyoruz ve böylelikle esasında kendimize yeni bir varlık alemi yaratıyoruz. Bana kalırsa işte bu zaman insan oluyoruz. İki gün önce iki candan arkadaşımla beraber "The Suffragettes" filmine gittim. Londra'da, kadınların mevcut vaziyetlerinin iyileştirilmesine dair verilen mücadele ele alınıyordu. O zamanın toplumunda var olan kadınların saygınlık ve emeklerinin karşılığını almak bakımından erkeklere nazaran daha elverişsiz şartlara sahip olması eleştiriliyordu. Ancak, filmde kadınlar Dünya'yı şekillendirmenin en güzel örneklerinden birini sergilediler ve en azından kadınlara oy hakkının verilmesini sağladılar. Bu ise kadınların da artık kendilerini yönetecek hatta cezalandıracak kanunların yapımında payları olacağı anlamına geliyor. Eğer Maud ve arkadaşları düzenin kendilerine layık gördüğü duruma alışsalardı, üzerine düşünmeselerdi, hislerini dinlemeselerdi ve bir şeyleri değiştirebilme potansiyellerini Aslınur Karaca 21400913 keşfetmeselerdi bu tarz bir zafer kazanılamazdı. Öncekilerin bir çoğu gibi bir gün mutlaka ölürlerdi ve yeni gelenler için hiç var olmamış olurlardı. Bir bakıma hiçliğe mahkum olurlardı. Çok sevdiğim yazar Stefan Zweig'in bir sözü bu halin vehametini ortaya koyuyor ki: "Bu dünyada hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar insan ruhuna baskı kuramaz." O kadınlar insan olmanın gereğini yerine getirdiler ve yokluk kapanından zaferle kurtuldular. Öyleyse bir an düşündüm ki; insan olmak, içindeki koskoca alemi keşfedip bunu diğerlerine de yararı olacak şekilde dışarıya aksettirmek, bir şeyleri güzelleştirmek ve tükenmez arzumuz olan var olma arzusunu öldükten sonra da hatırlanarak tatmin edebilmek demek. İsmimizin hatırlanması şart değil, "birileri" kalıbına sokulsak bile bir yıldız göz kırpar herhalde bize. Hasılı dostlar, ben varım ve yok olmak istemiyorum. Çünkü ben insanım!
Hayatımıza giren herkesin bizde bıraktığı bir iz vardır. Sizin de çok kez deneyelimlediğiniz üzere insanlar hayatımıza girer, hayatımızı etkiler ve zamanı geldiğinde hayatımızdan çıkarlar. Ne kadar bu döngüye karşı gelmeye çalışsak, insanların kalıcılığını sağlamak için uğraşsak da hayatın değişkenliğinin getirdiği bir zorunluluktur bu. Eminim bu zorunluluk sizi de zaman zaman yoruyordur. Ne var ki insan için en somut gerçekliklerden biri hayatın değişim içinde olduğudur. Böyle bir durumda bireylerin bu değişimden etkilenmeyip aynı kalmasının imkansız olması gibi, insan ilişkilerinin aynı kalması da olanaksızdır. Her insandan bize geriye kalan ise anılar ve hislerdir. İnsanlara tutunmak için ne kadar çaba sarf etsek de, hayatımızdaki insanların geçici olduğunu fark etmekten aciziz. Bununla birlikte, insanlar hayatımızdan gittiklerinde ve artık onlara tutunamadığımızda onlardan geriye kalan anılarımıza tutunmayı tercih ediyoruz. Her ne kadar insanlar kalıcı olmasalar da onlarla yarattığımız anıların öyle olduğunu düşünüyoruz. Bazen de bizi yaralayan, üzen bir olaydan sonra acımızın hafifleyeceği umuduyla zamanın kollarına bırakıyoruz kendimizi, anılarımızı, acılarımızı... Zamanın her şeyi iyileştirdiği düşüncesiyle izlerimizin de geçeceğini düşünüyoruz. Oysaki izin sözlük anlamı yaranınkinden çok daha farklıdır. Bir yara iyileşir fakat gerisinde iz bırakır ve bu iz kalıcıdır. Eğer insanların bizde bıraktıkları izlerin kalıcı olduğu düşüncesindeysek, zamanla her anımızın silikleşmesi bu düşünceyle çatışmaz mı? Her hissin ve düşüncenin sürekli bir değişim ve gelişim halinde olduğu bir dünyada, izlerimizin aynı kalacağını düşünmek naifçe değil midir? Geçenlerde okuduğum Uğur Kökden'in Yüzler, Gizler, İzler adlı kitabı beni insanların geçiciliğini bir kez daha sorgulamaya itti. Bir insana tutunma ihtiyacımızın en büyük nedeninin onların bizde yarattığı hislere bağlılığımız olduğunu düşünüyorum. Sanırım bu yüzden hislerimizi canlı tutmak için anılarımıza bağlılığı sürdürmeyi tercih ediyoruz. Bu bir bakımdan da geçmişte yaşamakla eş anlamlı aslında. Sizin de bildiğiniz üzere, geçmişte yaşamak geleceğe açılamamaktır. Artık hayatımızda olmayan insanlar için, hayatımıza girip yeni güzellikler getirebilecek insanları uzaklaştırıyoruz bir bakıma. Sanki yaralarımızın iyileşmesini değil de kanamaya devam etmelerini istiyoruz içten içe. Benim bu konudaki tutumum kendimi bildim bileli farklı oldu. Hayatımın hiçbir döneminde insanlar hayatımdan çıktıktan sonra onlara olan bağlılığımı sürdürmeye devam etmedim. Onlardan öğrenmeyi bildiğim gibi zamanı geldiğinde vazgeçmeyi de bildim. Hayatıma giren ve çıkan her insanın bana bir şey öğretmek için bu eylemleri gerçekleştirdiği düşüncesindeyim. Siz de geçmişin size öğrettiklerine baktığınızda bahsettiğim gerçekliği kolayca görebilirsiniz. Elbet her insanın yarattığı yaşanmışlık, anılar ve hisler farklıdır ve yaşamak eylemi altında bu olgulara olan alışkanlığımızın geçici olması gerekmektedir. İnsanın olgunluk ve güç olarak adlandırdığı kavramların temelinde bu vazgeçebilme eyleminin yattığını savunmuşumdur hep. Geçmişte yaşanan olaylara bağlılığı sürdürmek, insanı yeni olaylara ve insanlara kapadığı gibi yaşamak eyleminden de alıkoyar. Bu düşüncem doğrultusunda, hayatın doğal akışının bir getirisi olarak farklı insanlarla tanışmak, yeni anılar yaratmak ve zamanı geldiğinde bu anılara veda etmem gerektiğinin farkında oldum her zaman. Sanırım insanların yanlış yaptığı nokta da bu farkındalığı yaratamamaları oluyor. Hayatımdaki kimsenin daimi bir kalıcılığı olmadığını bilmekle birlikte elbet benim de yaşadığım değişimlere tepki gösterdiğim zamanlar olmuştur, bunu inkar edemem. Daha önceki yaşlarımda, insanlar kalıcı olmasa da onların ardında bıraktığı izlerin öyle olduğu görüşündeydim. Şimdi ise geriye baktığımda eskiden kalıcı olduğuna emin olduğum hisleri, anıları bile hatırlamakta zorlanıyorum. Bundan dolayı yaşanan en zor şeylerin, en samimi gözyaşlarının, en ağır hayal kırıklıklarının bile ardında bıraktığı izlerin zamanla iyileştiğini, hatta silindiğini düşünüyorum. Hayat aslında ne kadar da basit ama onu zorlaştırmaktan asla vazgeçemiyoruz değil mi? Eskiden insanların öğrettiklerinin kalıcı olduğunu savunurken, şimdi onların bile farklı insanlarla tekrar tekrar öğrenilmesi gereken olgular olduğunu savunuyorum. Nihayetinde insan hata yapmayı ve hatalarından öğrenmeyi seven bir varlık. Bundan dolayı yeniliğin hüküm sürdüğü bir evrende farklı insanlarla benzer şeyleri yaşayarak benzer şeyleri öğrenmekten de kendini alıkoyamıyor. Böyle bir durumda da izlerin kalıcı olduğunu savunmak saçma duruyor. hayatımız boyunca bir arayış içerisindeyiz, çoğumuz neyi Hepimiz aradığımızı bilmeden devam ettiriyoruz yaşamlarımızı. Hepimizin farklı yaşayış amaçları olsa da, herkesin mutluluk arayışı içerisinde olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Mutluluk kavramı ise insandan insana değişir. Kimisi başarıyı yakalamaya uğraşır, kimisi bir aile kurmaya çalışır. Kimisi aşkı, arzuyu arar; kimisi harcayabileceğinden çok paraya sahip olmayı arzular. Bana göre mutluluğun kaynağı değişime ayak uydurmaktadır. Sahip olduğumuz her şeyi her an kaybedebileceğimizi kabullendiğimizde başımıza gelen olumsuzlukları atlatmamız ve mutluluğa ulaşmamız daha kolay olacaktır. Bunun aksine geçmişte yaşamayı sürdürmeyi seçersek mutlu olduğumuzu sanabiliriz. Ne var ki bu kendimizi kandırmaktan başka bir şey değildir. Yaşadığımızı sandığımız mutluluk gerçek mutluluktan çok daha uzaktadır ve sadece bir yanılgıdan ibarettir. Gerçek mutluluğun tek yolu insanların, olayların ve hislerin bizden bağımsız bir şekilde değiştiklerini kabul etmekten geçer. İnsan ancak bu sayede daimi mutluluğu elde edebilir, çünkü hiçbir iz kalıcı değildir ve izler de yaralar gibi iyileşir. ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! !
İnsanlık olarak zor günlerden geçiyoruz. Bir tarafta üzerine bomba yağanlar, ekmeği elinden çalınanlar, "Öleyim de cennete gidip yemek yiyeyim artık..." diye haykıran çocuklar varken, diğer tarafta ise kahvaltıdaki balın yanında kaymak olmamasından şikayet edenler, arabalarının birkaç santimlik kısmı çizildi diye öfkelenenler, saatini yahut bir başka eşyasını kaybettiği için gözüne uyku girmeyenler var. Toplumsal yaşamdaki iki ucu temsil ediyor bu iki taraf. Her ölçekte uçlar ve o uçlarda yaşayanlar mevcut olduğu gibi toplumsal refahın da bir göstergesi olabilecek ölçütte yukarıda sözü edilen uçlarda yaşayanlar var. Sorun şu ki bu uçlardan sözde "refah"ı temsil eden ikinci uç, herkesin iç dünyasında gitgide büyüyor ve daha fazla arzulanıyor. Bunun sebebi ise pek çok insanın yalnızca kendini tatmin amacıyla yaşıyor olması. Sözgelimi, sınır komşusu ülkemizde yıllardır her gün bombaların patlaması, binlerce insanın feci ölümlerle toprak olması çoğu insanı alakadar etmiyorken bu insanlar ülkemize sığındıkları vakit bir anda insanların şikayet etmeye başlaması, insanların insanlık adına kalplerinin titremediğinin bir göstergesidir. Yahut bir yıl öne bir maden kazasında 300 işçimizin hayatını kaybetmesi ardından bir yıl geçmesiyle bu işçilerin akıllara dahi gelmemesi kalben insanlıktan uzaklaşıldığının en açık belirtilerindendir. Ateş düştüğü yeri yakar gerçeği maalesef toplumda ciddi manada oturmuş düşüncelerden biri. Art arda büyükşehirlerde terör saldırıları oluyor, insanlar sosyal medyada kızıyor, üzülüyor, sinirleniyor. Gerçek hayatta karşılaştığınızda ise herkes gülmeye, esprisini yapmaya, kahvesini içmeye devam ediyor, sanki ölenler ölmemiş gibi. Bunun en büyük nedeni ise insanların keyiflerini bozmak istememeleri. Bir adım ötede bomba patlıyor, sesini duyuyor binlerce kişi, ağlıyor insanlar. Peki sonra? 3 veya 5 gün sonra yine aynısı oluyor. Herkes susuyor, ateş düştüğü yerde canlar yakmayı sürdürüyor. Ateşin düşmediği yer ise ebediyen serin kalacağı hayalleriyle gülümsemeye devam ediyor. Bu büyük bir problemdir. İnsanlar, kötü gidişattan, ölümlerden, terörden yılmamalı elbette. Herkes daha büyük azimle çalışmalı ve sarılmalı sevdiklerine. Bugüne kadar kucaklamadıklarını da kucaklamalı ki teröre karşı, insanlık düşmanlarına karşı tek bir cephe oluşabilsin, insanlık ayakta sağlam durabilsin. Ancak hiçbir şey olmamış gibi, sanki kalp taşımıyormuş gibi, insanlıktan nasibini almamış gibi laubaliliğe devam etmek, popüler olma çabalarını sürdürmek, küçük dağları ben yarattım havasında gezmek bugün insanlığın kaldırabileceği bir ciddiyetsizlik değildir. Savaş seslerinin gelmesi, insanların nefretle bilenmesi hiçbir zaman hayra alamet olamaz. İnsanların savaştan bahsederken takındıkları tavırlar savaştan bihaber olduklarını gösteriyor. Bu da bu işin ciddiyetini kavramış insanların kalbine bir ateş atıyor. Savaşın ciddiyetini anlamayanların, ölümün ne demek olduğunu kavrayamamış olanların bu kadar rahat atıp tutması, insanlığını henüz kaybetmemiş olanları rahatsız ediyor. George Orwell, Boğulmamak İçin adlı romanında savaşın eşiğine gelmiş İngiltere'yi anlatırken böyle bir insanı ele alıyor. Savaşın eşiğindeki bir İngiltere'de insanların olaylara kayıtsız kalması, 1. Dünya Savaşı'na katılmış olan Bowling için acı verici bir durum teşkil ediyor. "Hepimizin alev almış bir gemide olduğunu bir tek ben biliyordum."(33) şeklinde isyanını dile getiriyor kitabın başkarakteri. Aynen bunun gibi, hala kalbi sızlayan insanlar da diğerlerinin tavırlarından ötürü acı çekiyorlar. Bu kadar kayıtsız olmalarını idrak edemiyorlar. Ancak o insanların sayısının artması gerekiyor. Kalbi titreyenlerin sayısı artmadıkça kendi işini ciddiyetle ele alan, o işle topluma, barışa, huzura katkı sağlamaya çalışanların sayısı da artmayacaktır. İnsanların artık kendilerine gelmeleri, olayları dışarıdan izlemeleri ve insan olarak takınmaları gereken tavrı takınmaları icap etmektedir. Yalnızca güncel sıkıntılarda değil, açlık, susuzluk, yoksulluk gibi her zaman var olan toplumsal sıkıntılarda başkalarına yardım etmeyi bilmeleri, bunu isteyerek yapmaları gerekmektedir. Kayıtsızlık, toplumsal yapının dağılmasına yol açar. Buna karşın insanları düşünme, insanlık için yaşama hem kişisel hem de toplumsal huzuru getirecektir.
Çoğumuzun içinde bir ukte olan gezme isteği bende çok küçük yaşlardan itibaren vardı. Neden bilmiyorum ama küçükken polis olmak isteyen, asker olmak isteyen arkadaşlarımın yanında dahi ben bir gezgin olmak istiyorum derdim. Benim maceram da bu şekilde başladı. Geçen yaz hayallerimde büyük bir yere sahip olan avrupa seyahatine çıktım, sekiz ülke ve onlarca şehri yalnız başıma gezeceğim uzun bir rotam vardı. Birbirinden farklı ulaşım araçlarını, hatlarını kullanarak dolaşacağım ülkeler için yıllar önce planlar yapmaya başlamıştım. Gün o defteri gün yüzüne çıkartacağım ve tek tek sayfalarını tamamlandı işaretleriyle dolduracağım gündü. Tek başıma olmanın verdiği özgürlük duygusu yerini asla tedirginliğe bırakmadı. Türkiyeden uçakla gideceğim İskoçya ve sırasıyla İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve daha niceleri... Daha önce yaşadığım yurt dışı deneyimlerinden çok farklı olarak çantamı yiyeceklerle doldurduğum bir seyahat hazırlığım vardı. İskoçya'yı gezerken çoğunu tükettiğim bu stokları şu an hayat kurtarıcı olarak dillendiriyorum. Gerçekten zor zamanlarımda yanımda bir arkadaş varmış hissi yaşatan ve sizi asla bırakmayan bir dostunuz konumuna gelen yiyeceklerin olduğu günlerin içerisindeydim. Gezimin ilk rotası olan İskoçya, dünyanın gerçekten doğa harikası bir ülkesi ve eşsiz kaleleriyle sizi hayal dünyasında hissettiren bir memleketiydi. Ormanla çevrili büyük göllerinin kenarlarındaki şatolar, yaşlanan nüfüsla sizi hayalet şehirlerde hissettiren sokaklar dünyanın hiçbir yerinde bulamayacağınız bir ortam içine sokuyor. Sadece üç şehrini gezmeye fırsat bulduğum İskoçya sonrası güneş batmayan imparatorluk olarak adlandırılan İngiltere'ye geçtim. Bu geçiş süreleri yazıda çok yer bulmasada on saatten fazla süren yolculuklar bana eşlik etti. Genelde gece yaptığım bu yolculuklar ülkemizdekinden çok çok daha farklı olarak ne molası olan ne de bir muavini olan otobüs yolculuklarıyla yorucluğunu arttırdı. İngilterede yaşadığım o kültür farklılığı şoku bir çok Türkle tanıştığım Londra'da etkisini azalttı. Şu an dahi görüştüğüm arkadaşlarımın olması sizi bambaşka bir duyguya sokuyor. İngilizlerin o dünyada eşine rastlanamayacak kibir duygusunu hissetmek o kadar kolay ki, sorduğunuz en ufak soru ile değişik tepkiler almaya hazırlıklı olmalısınız. Her şeye rağmen yıllardır duvar kağıdı olarak kullanılan o dönme dolabı, saat kulesi ve açılan köprüyü yerinde görmek eşsiz bir deneyimdi. Avrupa'ya geçiş yapmanın vakti gelmişti ama uçak ile yapmayı düşündüğüm yolculuğun maliyeti çok yüksek olacaktı. Bunun yerine bir kaç araştırma ile İngiltere ve Fransa arasında denizin altında yapılan Manş Tüneli ile tren yolculuğu yapmaya karar verdim. Belçika sınırındaki Strazburg gibi eşsiz mimariye sahip Fransız şehirlerini gezdikten sonra Brüksel'e akşam üstü serin bir otobüs yolculuğu yaptım. Gece varmamdan dolayı kalacak bir yer bulup dinlendim ve sabah güzel bir kahvaltıyla yoğun geçirdiğim nerdeyse iki haftaya yaklaşan seyahatime bir enerji katmış oldum. Brüksel'in gri ve çok hareketli olmayan şehir hayatından sonra Amsterdam'ın hareketli sokaklarında buldum kendimi. Müzeler bölgesindeki müzelere bir gün ayırıp hepsini tek tek gezme fırsatı buldum. Van Gogh Müzesine de uğrama fırsatı bulduğum o gün bir müze ancak bu kadar detaylı ve kusursuz olabilir dedim. Van Gogh'un hayatını yaşamaya beraber başlıyorsunuz ve siz ilerledikçe Van Gogh büyüyor, hayatı önünüze seriliyor. Hemen yakınındaki meşhur Amsterdam kanallarında çektirdiğiniz fotoğraflar yüzyıllar boyu eskimeyecek bir klasik kare haline geliyor. Anlatılacak o kadar anı o kadar güzel yerler var ki hakkında sayfalara sığamayacak yazılar yazabilirim. Açıkçası planları ben yapmıyor gibi hissediyordum. Her şey sıradan bir şekilde ihtiyaç doğduğu anda aniden gerçekleşiyor, sanki yanımda birisi varmışta o ayarlıyormuş gibi hissediyordum. Nerde yemek ihtiyacım olduğunu hissedersem ilk görevim yemek yiyecek bir yer bulmak, nerde yorulduğumu hissedersem de ilk görevim kalacak bir yer bulmak oluyordu. Bu gerçekten öyle bir heyecandı ki ne hissedebilmesi kolay, ne de tarifi kolay duygular içeriyordu. Bu yazıyı yazmamdaki temeli özgürlük duygusunu, yaşattığı heyecanı herkese aktarmak, anlatmak istemem oluşturuyor. İki haftadan uzun bir süre tek başına, her hareketini kendi kararıyla gerçekleştiren, sınırlarını kendi çizebilen bir birey olarak yaşamak nasıl tarif edilebilir ki? Onlarca farklı milletten insan, her an fotoğraflarıyla karşılaştığımız meşhur kuleler, müzeler, anıtlarda geçirdiğin o vakitler insana eşsiz bir tecrübe katıyor. Herkese son damlasına kadar tavsiye ettiğim bu deneyim bana ömür boyu unutamayacağım bir anı defteri yarattı.
İnsanoğlunun belki mücadeleci ve rekabetçi yaratılışından belki de bitmek bilmeyen her daim daha fazlasını elde etme isteğindendir bilinmez, sürekli daha fazlasını başarmak, her zaman rakiplerini geride bırakmak ve en üste çıkmak ister. Kimine göre bencilliktir bu, kimine göre ise başarıya giden yegane yol. Gerçi başarının da belirli bir ölçütü yok. Örneğin profesyonel bir koşucu için dünya çapında bir yarışta madalya almak başarıyken, standart bir insan için bir günde soluk soluğa kalmadan belli bir mesafeyi koşmak bile başarıdır. Bu iki insanı biri diğerinden daha başarılı diye ölçülendirmek da anlamsız. Sonuçta ikisi de kendisine göre başarılı sayılabilir. Bu anlamda belki de kendi hedeflerimizi, motivasyonlarımızı ve başarılarımızı kendimiz belirliyoruz. Biliyorum ki böyle düşünen bir tek ben değilim. Usta yazar Haruki Murakami de "Koşmasaydım Yazamazdım" kitabında benimle aynı düşüncede... Bir anılar kitabı aslında Murakami'ninki. Yaşamı boyunca sahip olduğu yazma ve koşma disiplinlerini anlatıyor bizlere kitabında ve aslında yazarlıktaki devamlılığını nasıl koşmaya borçlu olduğunu. Bence kitapta işlenen düşünce koşmak ve yazmaktan çok daha geniş. Kitaptaki bu kavramlardan çok arkalarındaki felsefe önemli aslında. Sadece kendimiz için başarmak. Başkalarının takdirini veya övgülerini ölçüt olarak almayıp, sadece kendimiz için çabalamak. Kendimi düşünüyorum da, dışarının beklentisini bir kenara itip, sadece kişisel başarıya odaklanmam pek de mümkün değildi herhalde. İnsanlar sizden büyük şeyler beklerden onları bir kenara itip, "bir saniye size ne oluyor ya, bu benim kendi başarım" demek pek de kolay olmasa gerek. Belki de kolaya kaçtım bilinmez ama sonraları dışarının beklentilerini başarı ölçütü olarak değerlendirmenin ne kadar riskli olduğunu fark ettim, çünkü bu beklenti aynı zamanda beni başarısızlık korkusuna da itiyordu. Bu sadece kendi için başarmak erdemine sahip olmanın zorluğu bir yana bunu muhafaza edebilmek daha da zor bence. Elde ettiğimiz başarıların sadece kendimiz için olduğunu unutup da dışarıdan gelen övgüleri ölçüt haline getirdik mi vay halimize... Sonuçta insanız ve hatalar yapabiliyoruz. Başarılarımız olduğu kadar başarısızlıklarımızın da olacağı kaçınılmaz. Bu başarısızlıklarımız sonucunda da övgü yerine yergi alacağımızdan, dışarının övgülerini yegane ölçüt haline getirip de yergi ile karşılaştığımızda tüm motivasyonumuzu ve isteğimizi kaybetmemiz işten bile değil. Belki de Murakami'nin yapabildiği ama bizim beceremediğimiz şey, gerçek başarıya ve bununla gelen mutluluğa götüren tek yol sadece kendimiz için başarmayı öğrenenebilmek. Murakami'nin bir diğer değindiği nokta da bize herhangi bir konuda "sen bunu yapamazsın, başaramazsın, sen bu işi bırak" diyenler olabileceği gerçeği ve onlara aldırmadan sadece kendi başarımız için nasıl çabalamaya devam etmemiz gerektiği. Belki de Murakami'nin bahsettiği gibi bizi küçümseyen ve alaya bu alan insanların olmasına da muhtacız kim bilir. Churchill demiş ya: "Uçurtmalar rüzgar gücü ile değil, o güce karşı koydukları için yükselirler." Belki de yapmamız gereken başarıya giden yolda karşımıza çıkan zorluklarla ve başkalarının eleştiri ve alaylarına rağmen sadece kendi başarımıza odaklanmak. Başkalarının ne başardığı ve onları geçme, onlardan daha iyiyi başarma kaygısından çok, kendiyle yarışma, kendini geçme kaygısı taşımalı aslında insan. Ne yazık ki ben bunun ne kadar farkında olduğumu düşünsem de bu "sadece kendim için başarmak" erdemine sahip olduğumu düşünmüyorum. "Ya başaramazsam başkaları ne der sonra" diye dert bile ediyorum bazen kendime. Kim bilir belki ben de bir gün Murakami gibi koşmanın arkasındaki felsefeyi, sadece kendim için başarmayı öğrenebilirim.
Müzik ruhun gıdasıdır diye boş yere dememişler. Küçüklüğümden beri müzikle hep iç içe olmuşumdur. Babam küçüklükten beri Pink Floyd dinlettiği için hep klasik rocka bir merakım olmuştur. Küçükken İngilizce bilmesem de şarkılardaki melodiler, sololar, ritimleri dinleyerek şarkıları sevmişimdir. Büyüyünce ve yabancı dil olarak İngilizce öğrenmeye başlayınca gördüm ki şarkılar sadece enstrümanların çıkardıkları seslerden oluşmuyor. Bir şarkıyı şarkı yapan en önemli unsurlardan biri de şarkının sözleri. Bugüne gelene kadar farklı farklı konulardaki şarkı sözlerine denk gelmişliğim oldu. Bazıları aşktan , bazıları mutluluktan hatta bazıları da bir kazak için yazılmış oluyordu. Beni ise en çok etkileyen şarkı sözleri Pink Floyd'un The Wall albümünde. Albüm solist Roger Waters'ın başından geçenleri anlatıyor. Küçüklüğümden beri en sevdiğim gruplardan Pink Floyd'un solisti konser vermek için İstanbul'a gelince ben de bu şansı kaçırmadım ve babamla beraber konsere gittim. Waters emekli olmadan önce son bir kez turneye çıkmak istemiş bunun içinde şansıma Wall albümünü seçti. Konser başlamadan erkenden babamla İTÜ Stadyumu'na gittik. Konser iki bölümden oluşacaktı ilk bölümde duvar yıkılacak ve ikinci bölümde ise tekrar örülecekti. Hava karardı ve sahneye gökten bir uçağın inip duvarı yıkmasıyla konser başladı. En sevdiğim parçalardan biri olan "In the Flesh" ile konser başladı. Roger Waters'ın yetmiş bir yaşında biri için çok enerjik olması beni çok şaşırtmıştı. Onun enerjisi de tüm seyircilere yayıldı ve hepimiz başlardaki neşeli şarkılar sayesinde ayağa kalkıp Waters'a eşlik ettik. Waters sonra daha yavaş ve daha duygulu şarkılarla devam etti. Waters babasını ikinci dünya savaşında kaybettiği için onun adına yazdığı şarkılardan birini söyledi. Söylediği şarkı "Goodbye Blue Sky" dı. Bu şarkıyı her duyduğumda tüylerim diken diken oluyor . Waters şarkıyı seslendirirken kendimi onun yerine koyma şansı bulmuş oldum ve onun duygularını paylaştım diyebilirim. Gerçekten çok zor zamanlardan geçmiş olmalı diye düşündüm çünkü bir aile yakınını kaybetmek bu dünyada başımıza gelebilecek olaylardan biri ve liriklerinden kendisinin çok çaresiz hissettiğini anlyabildim Burada da yine görmüş oldum ki müzik en önemli iletişim araçlarından biri. En içten duygularımızı aktarmak için şarkılardan daha iyisinin olmadığını görmüş oldum. Konser Pink Floyd'un en ünlü şarkısı Another Brick In the Wall ile devam etti. Şarkıda Waters ve arkadaşları aldıkları eğitimin ve içinde bulundukları yönetim sisteminin kötü taraflarından yakınıyorlardı. Bu şarkıyla beraber gençlerken ülkelerinde bulunan eğitim sisteminin yanlış ve eksik noktalarını belirtmiş oldular. Bu şarkıyla beraber konserin ilk bölümü bitmiş ve duvar tamamen yıkılmış oldu. Bu şarkının bitimiyle kendi kendime düşündüm neden biz de hiç böyle eğitim sistemimiz yargılayan şarkılar yok ? Şarkılarla hep aşkı anlatmak yerine neden sosyal sorunları da anlatmıyoruz ?Burada duvar Berlin Duvarı'nı sembolize ediyordu artık savaşın bittiğini ve her şeyin eski haline döndüğünü gösteriyordu Konsere gittiğim sıra Gezi Parkı olayları daha yeni olmaya başlamıştı ve bir kaç kişi de kendilerine uygulanan gereksiz şiddet yüzünden hayatını kaybetmişti. Waters bana bu noktada etrafında olan bitenlere ne kadar duyarlı biri olduğunu gösterdi. Sahneye çıkıp durumu eleştirip hayatını kaybedenleri andı ve orda aşırı şiddetinin gereksizliğinden konuştu. Aranın devamında duvar tekrar örülmeye başladı. Burada duvarın örülmesi bana Waters'ın kendini insanlardan uzaklaştırmaya çalıştığını düşündürdü. Savaş sonrası babasını kaybedince bir süre kendini etrafınakilere kapayıp kendini korumak istemiş olabilir. İkinci bölümdeki şarkıların daha üzücü ve yavaş olması da bundan kaynaklanıyor olmalı. Konserin ikinci bölümüne Waters In the Flesh'in ikinci versiyonuyla başladı ve yine gönlümü fethetti. Bu şarkının devamında ise sıra en sevdiğim Pink Floyd şarkısına geldi. Comfortably Numb. Bu şarkı gitar sololarıyla herkesin gönlünü kazanmış şarkılardan biriydi. Şarkıya Waters bomba gibi girdi ve çok güzel bir şekilde devam etti. Şarkının sonlarında da grubun gitaristi on metrelik duvarın tepesine çıkıp efsane bir gitar solosu attı. O andaki görüntü tarif edilemeyecek bir güzellikteydi. Sahnedeki tüm ışıklar yanmış ve duvar bir ayna gibi parlıyordu. Bu şarkıdan sonra konser biraz yavaşladı. Waters yine kendi ülkesinin yönetimini eleştiren bir kaç şarkı daha söyledi. Devamında da hepimizi selamlayıp sahneden indi. Konser sonrasında bir şeylere farklı bakmaya başladım. Türk müziğinde olduğu gibi sadece şarkıların konusu aşk olmamalı. Müzik, insanın tüm duygularını ifade edebileceği bir araç olmalı. Sosyal sorunlar olsun, kişisel sorunlar olsun müzik gerçekten de insanın duygu ve düşüncelerini aktarabileceği en önemli araçlardan briri
Yukarıdaki fotoğraf yazın balkonda oturup dışarıyı seyrederken gökyüzünün ne kadar mavi, bulutların ne kadar masalsı göründüğünü bir anda fark edişimin sonucu olarak ortaya çıkan bir görüntü. Hatta güzelliğine fazlasıyla güvendiğim ve bir sanat eseri olarak nitelendirecek kadar ileri gidebileceğim bir kare diyebilirim. Ancak bu noktada durup size bir soru sormak istiyorum: Bu fotoğrafın sanatçısı kim? "E bariz değil mi, sizsiniz tabii!" yanıtını duyar gibi oluyorum. O zaman izin verin şöyle sorayım: Burada sanatçı bu kareyi yakalayan fotoğrafçı olarak ben miyim, bana bu karede kullandığım efekti kullanma imkanını sağlayan makine mi, o küçük bulut parçasının diğerlerinden bağımsız olarak tam o noktada bulunmasını gerektiren fizik kuralları mı, yoksa fizik kurallarını ve bu muazzam güzellikteki gökyüzünü yaratan Tanrı mı? Kim burada sanatçı? Şimdi işler biraz karıştı değil mi? Tıpkı "Bu fotoğrafın sanatçısı kim?" sorusunda olduğu gibi bazen cevaplarını bariz olarak nitelendirdiğimiz soruların altında daha fazla soru; apaçık ortada olan olay ve durumların merkezinde ise bambaşka gerçekler, belki de belirsizlikler vardır. Ben bunu insanın içinde bulunduğu dünyayı değerlendirişinin yüzeyselliğine bağlıyorum. İnsanoğlu olarak karşılaştığımız, hakkında fikir ürettiğimiz ve değerlendirmeler yaptığımız olay ve durumların herhangi bir kuyunun dibine düşmüş büyükçe bir top olduğunu düşünün. Aşağıdakinin ne olduğunu anlamak için kuyunun üstünden aşağı şöyle bir bakmakla yetinirseniz aşağıdaki topu iki boyutlu dairesel ve düz bir tepsiyi andıran bir düzlem gibi algılanırsınız. Ne var ki hakikate ulaşmak için o kuyudan aşağı bir ip sallandırıp derinlere inmek gerekir, ancak o zaman iki boyutlu sandığınız tepsinin aslında üç boyutlu bir top olduğunu anlayabilirsiniz. Bu, hayatta da böyledir işte bence; bir insan düşünürken ne kadar derinlere iner, değerlendirme yaparken ne kadar etraflıca düşünürse yanılsamalardan o kadar kaçınır, bir "boyut" daha hakikate yaklaşır. Bu noktada yanlış anlaşılmamak adına şunu belirtmeliyim ki, söylediklerim şu aşamada bir eleştiri niteliği taşımıyor. İnsan beyni zaten kimi durumlarda yüzeysel değerlendirmeler yapacak şekilde evrilmiş olmalı. Neden mi böyle düşünüyorum? Çünkü insan beyni her gün sayısız yeni bilgiye, sayısız uyarıcıya maruz kalır. Derste öğrenilen yeni birtakım bilimsel bilgiler; gün içerisinde tanışılan insanların yüzleri, isimleri, aklınıza ne gelirse! Dolayısıyla her gün pek çok girdiyi işlemekle meşgul olan insan beyninin, bu bilgileri daha sonra kullanmak üzere daha rahat bulmak ve hatırlamak adına birtakım kategoriler oluşturması ve dışarıdan aldığı bilgileri bu kategoriler altında sınıflandırması gerekir. Ben bunu düzenli bir gardıropta aranan bir kıyafetin daha kolay bulunmasına benzetiyorum. İşte bahsettiğim yüzeysel değerlendirmenin altında yatan temel neden bu bence: beynin birtakım sınıflandırmalar yapma mecburiyeti. Demek istediğim, gün boyu hızlı kararlar vermek zorunda olan insan, hayatın temposuna ayak uydurabilmek için karşılaştığı olay ve durumları derince düşünmeden, "kuyuya inmeden" beynindeki bu sınıflardan birine sokup o yönde değerlendirmeler yapmak, kararlar almak durumundadır. Örnek vermem gerekirse, kahvaltı yaparken şimdi salatalık mı alsam yoksa reçel mi diye uzun uzun düşünmez bir insan mesela ya da sokakta yürürken yanından geçtiği meczup görünümlü bir kimseyi hemen "tehlikeli" sınıfına sokup adımlarını sıklaştırır. Dolayısıyla, kimi durumlarda yüzeysel değerlendirmelerde bulunmak aslında hem biyolojik hem psikolojik anlamda bir ihtiyaç. Ne zaman ki, muhtemelen insan beyninin evrimsel gelişim sürecinde ortaya çıkmış olan bu sınıflandırmalar ve hızlı, üstünkörü değerlendirmeler "beyin tembelliği" yapılarak gerekli olduğu durumların dışına taşar, o zaman hayatı kolaylaştırmak adına beynin kazandığı bu özellik insanın düşmanı kesilir birden. Bunun en bariz örneklerinden biri bence bir iki hal ve tavır gözleminde bulunup insanlar hakkında genel kişilik çıkarımlarında bulunmak, yani onları yaftalamak. Başka bir deyişle, sınıfta ders işleyen bir öğretmenin derse geç kalan öğrencisine aklının bir köşesinde, belki de istemsizce "tembel" etiketi yapıştırması gibi, altı boş, temeli olmayan, irdelemeden oluşturulmuş, "iki boyutlu" çıkarımlarda bulunmak. Yaftalamayı, bir insan hakkında yeterli bilgiye sahip olmadan eksik ya da yanlış çıkarımlarda bulunmayı Einstein'ın genel görelilik kuramındaki uzay-zaman modeline benzetiyorum ben. Genel görelilik kuramındaki uzay-zaman modelini, gergin bir sofra bezine bırakılmış olan portakallar gibi düşünebilirsiniz. Portakalın sofra bezini eğmesi gibi uzaydaki yıldızlar ve gezegenler de uzayı, dolayısıyla ışığı eğer ve uzayda yer alan cisimlerin bulundukları konumdan farklı bir konumda görünmelerine neden olur. Asosyal etiketi yapıştırdığınız insanları -ben de bir zamanlar o yaftayı yiyenlerden biriydim, belki de hala biraz öyleyim- düşünün mesela. İnsanlarla vakit geçirmekten hoşlanmadığını düşündüğünüz o kişiler aslında genellikle belki de yetiştirilme tarzlarından kaynaklanan bir çekingenliğin eseri konumundalar; sizler tarafından sosyal ilişkilerin, konuşmaların içine çekilmeyi bekliyorlar. Oysa siz, irdelemeye kapattığınız beyninizle uzayı eğiyor ve o insanları farklı bir konumdaymış, belki sizden daha uzak bir konumdalarmış gibi algılıyorsunuz. Demem o ki yanlış yerlerde, yanlış kişiler hakkında yapılan yüzeysel değerlendirmeler, insanların yanılsamalar üzerine bir gerçekler dünyası kurmasına sebebiyet verir. İrdelemeden, derinlemesine düşünmeden verdiğimiz kararlar çoğu zaman hayat kurtarıcı ya da en azından kolaylaştırıcı bir niteliğe sahip olsa da bu, beynin genel çalışma prensibi haline getirildiğinde insanları yaftalamak gibi, hem yaftalayan hem yaftalanan için olumsuz olan sonuçlar doğurur. Bu yazının kendisi bile irdelemenin gücünün somut bir örneği aslında. Küçücük bir fotoğraf karesinin "yüzeysel olmayan" bir değerlendirmesinden kocaman bir metin çıktı, farkında mısınız?
Bilkent Üniversitesi'nde en sevdiğim yer kütüphane. Aydınlık, camlarından ağaçlar görünen, temiz, ferah bina. Çalışırken ihtiyaç duyduğum her şeyi barındırıyor. Dikkatli ayak sesleri, çevrilen sayfaların hışırtısı ve klavyelerin tıkırtısı ile çalışılabilecek kadar sessiz, boşluktaymış hissiyle kaybolunmayacak kadar gürültülü. Ama en güzeli insanın zihnini hem besleyen hem dinlendiren sanat galerisinin hemen alt katta olması. Bu ay Birsen Salahi resim sergisine ev sahipliği yapıyor galeri. İçeri girdiğimde özellikle bir grup resim dikkatimi çekti. Duvarda peş peşe sıralanmış bu resimlerin hepsinde aynı kadın var farklı yaş ve giysilerde, arka planlarda değişen renklerle. Üç tanesi aşağıda olan resim serisinde annesini çizmiş Birsen Salahi. Evlenişi, gençliği, yaşlanışı ve ölümü. Beyazlar içinde yeni bir ilişkiye yelken açıyor kadın. Etrafı da kendisi gibi beyaz henüz. Yaşanacaklar için geniş bir zemin hazırlar gibi. Umut meyveleri yüklü ağaçlar eşlik ediyor geline. Hayatın yeni başlayan dönemi gibi henüz küçük ağaçlar. Zamanla yaşlanmaktan çok olgunlaşıyor kadın. Etrafındaki ağaçlar emeklerinin meyvelerini taşıyor. Tıpkı ilişki gibi ağaçlar da büyüyor ve zaman biraz eskitiyor her şeyi. Sonunda ise anne gidiyor çünkü ölüm çalmış kapısını. Son resmin önünde dakikalarca durdum. O kadar tanıdıktı ki anlattıkları: Annesiyle sıcak bir ilişki kurabilmiş ve bunu ömür boyu -arada iniş çıkışlar olsa da- sürdürebilmiş şanslıların annesi öldüğünde yaşadığı duyguydu bu ve eğer bir resim çizebilseydim aynısını çizmek isterdim annem öldüğünde. Her şeyin solduğu, dünyanın soğuduğu, içinde bulunduğum mekanın bir karton gibi çatırdayarak yırtıldığı bir resim. Annem bir kış günü öldü. Doğumgününden üç gün önce. Çok hastaydı ve sonun başlangıcında olduğumuzu biliyordum. Yine de gerçek ağır geldiğinden olsa gerek, beynim sanki bir bilim kurgu filminin parçasıymış gibi çalışıyordu. Sanki biz gerçekliktik de içinde ölümün olduğu, doktorların anlattığı dünya bir filmdi. Bizim dünyamızda ölüm yoktu. Evet işler çok iyi gitmiyordu ama bu kadarla kalacaktı ve annem gitmeyecekti. Gitti. Tıpkı üçüncü resimdeki gibi etrafımdaki her şeyin rengi soldu. Şakalarıma en çok gülen kadın olmayınca şakalarımın turuncusu kalmadı. Etrafı dağıtmama en çok kızan kadın gidince dağınıklığın kırmızısı kalmadı. Çığlık attığımda başıma kötü bir şey gelmesinden en çok korkan kadın gidince çığlığımın solgun sarısı kalmadı. Ağladığımda en çok üzülen kadın gidince göz yaşlarımın mavisi kalmadı. Gitti. Tıpkı üçüncü resimdeki gibi dünya soğudu, buz kesti. Beni en çok seven, bana en çok merhamet gösteren kadın gidince güneş ısıtmadı. Beni koşulsuz, tüm iyiliklerim ve kötülüklerimle, kabul eden kadın gidince hayatımda kar soğuğu başladı. Başkalarının bir şeyleri olmaya devam etmek bile değil ısıtmak, ılıtmadı. Gitti. Tıpkı üçüncü resimdeki gibi yırtıldı tüm gerçek bildiklerim. Meğer nasıl bir kalkanmış bana ve nasıl bir süzgeçmiş benden dışarıya. Görmek ve duymak istemediğim her şey önüme serildi onun kalkanı olmayınca. Ben ne yapacağımı bilmeden dehşetle onlara bakarken ve onları dinlerken, onlar şaşkın ve sabırsızdılar. O zaman anladım sadece kalkan değildi annem. Biz bir takımdık onunla ve o, takımdan dışarı her şeyi beni koruyacak şekilde süzerek çıkarmıştı yıllarca kimseye fark ettirmeden. "Anneciğim gitti, çocukluğum bitti..." (Kenter, 92) ve ben ilk defa hayatın acı yüzüyle baş başa kaldım. Epey zaman neyi nasıl yapacağımı aramakla, denemekle, öğrenmekle geçti. Zamanla fark ettim ki yanımda olmayan sadece annemin bedeni. Annem anılarımla geçmişimde, sevgisiyle yüreğimde, fikirleriyle bugünümde var. Bana öğrettiklerinin ışığıyla geleceği yine birlikte şekillendiriyoruz. İşte bunları anladığım gün dünyam ısınmaya, renkler geri dönmeye başladı. Fark ettim ki giderken bana ölümün anlamını ve yaşamın bir parçası olduğunu da öğretmiş; son dersini vermeden, beni büyütmeden gitmemiş.
Doğduğumuz andan itibaren birtakım haklara sahibizdir. Sahip olduğumuz ilk ve en temek hak yaşama hakkımızdır. Ardından temel haklarımız ve insan haklarımız gelir. Ancak bu listeye dahil olmayan bir hakka daha sahibizdir. Bu hak sayesinde olmak istediğimiz kişiler haline gelebiliriz ve bir bakıma hayatımıza yön verebiliriz. Kimileri için "kader" olarak adlandırılan bu durumun kontrolü çoğunlukla bizim elimizdedir. Peki ya olmasaydı? Ya bütün hayatımız daha biz dünyaya bile gelmeden önce bizim yerimize belirlenseydi; o zaman benliğimizin bir önemi kalır mıydı? Birkaç hafta öncesine kadar bu sorular aklımın ucundan bile geçmemişti. Şans eseri karşılaştığım bir limde bu sorular gerçeğe dönüşerek somut bir hal alıyor ve bizlere fütürist bir ütopyanın imajını aktarıyor. Fütürist lmlerin başarılı olmasına neden olan en önemli özellikleri belki de aktarmayı başardıkları gerçekçiliktir. Ütopik bir dünya
Hiç hayallerinizi, hayatta yapmak istediklerinizi düşündünüz mü? Belki hiçbir hayaliniz olmadı belki de şu anda gerçekleştirmek için bir uğraş peşindesiniz veya yapmak istediklerinizi birer birer hayata getiriyorsunuz. Peki, hayallerinizi gerçekleştirirken karşınızdakilerin de istek ve görüşlerini dikkate alıyor musunuz? Bana kalırsa, çoğumuz sadece 'ben' dünyamıza yani gözümüze bir anda perde iniyor kendi görüşlerimize yoğunlaşarak başkalarınınkilere sırtımızı dönüyor ve açıkça bencilce davranıyoruz. Bunun sonucunda da ne acıdır ki bu davranışın sadece karşımızdakine değil bize de zarar verdiğinin farkında bile olamıyoruz bazen. Yaşam süremiz boyunca hayallerimizi gerçekleştirebilmemiz için birçok fırsat çıkıyor şu hayatta karşımıza. Mesela ben yıllarca tiyatrocu olmayı hayal ettim. Bu nedenle sürekli annemle babamın başının etini yerdim. Yıllarca sırf tiyatrocu olacağım diye derslerime hiç önem vermedim. Daha sonra farklı bir bölüm seçtim kendime ama tiyatroculuk hayalimi de gerçekleştirmeye başladım bir yandan, hiçbir zaman bırakmadım peşini. Bu duygu çok güzel bir şey bana göre. Küçük bir çocuk nasıl bir uçurtmanın peşinden koşarsa sonsuzluğa uzanan gökyüzüne aldırmadan, işte öyle hayallerini hiç bırakmadan takip etmek insana hayatında belki de hiçbir zaman tadamayacağı mutluluk duygusunu armağan ediyor. Ediyor etmesine de ya hiç kimseyi önemsemeden, umursamadan, uğruna sevgilerden, mutluluklardan vazgeçtiğimiz hayaller? Bir de onlar var değil mi? Hadi, gözlerimizi kör edip onları da yok sayalım gitsin(!). Öyle olmuyor işte çünkü ailemizin, arkadaşlarımızın, sevdiğimiz insanın da hayalleri, istekleri var. Hayallerimizi gerçekleştirirken aslında onların ne istediğini hiçe sayıyoruz ve sadece bizim isteklerimize uygun bir hayat sürdürmeye de zorlayabiliyoruz onları. Kimin böyle bir şeye hakkı var ki ya da olabilir mi? Düşüncesi bile oldukça saçmayken. Az önce kendi hayatımdan yola çıkarak verdiğim örnekteki durumu farklı bir şekilde düşünelim. Tiyatrocu olmak istiyorsunuz ancak başka bir şehre gitmeniz gerek bunun için ve birlikte yaşadığınız aileniz de emekli olup sizin gitmek istediğiniz yerin tam zıttı bir yere sizinle birlikte taşınmak istiyor. Siz onların hayalini hiç okunmamış tozlu bir kitap gibi rafların arasına bırakıp sadece kendi kafanızdaki şeyi gerçekleştirebilir miydiniz böyle bir durumda? Ben yapamazdım açıkçası. Çünkü hayatta bazı şeylerin önceliği vardır ve kimse bunları görmezden gelemez. Damien Chazelle'in filmi La La Land'deki hikaye buna çok güzel bir örnek daha oluşturuyor aslında. Birbirine deli gibi aşık Mia ve Sebastian, ufacık bir bencillik yüzünden ayrılmak ve apayrı hayatlar yaşamak zorunda kalıyorlar (Chazelle). Buradaki bencilliğin tanımını da çok iyi bir şekilde açıklıyor Oscar Wilde, ''İnsanın istediği gibi yaşaması değildir bencillik; başkalarını kendi isteklerimiz doğrusunda yaşamaya zorlamaktır.'' (Soyek). Sonsuz isteğimiz olabilir bana göre ancak bunları gerçekleştirirken karşımızdakilerin isteklerini yok saymamamız gerektiği gibi empati kurarak duygularının nasıl olabileceğini de tartmalıyız. Kolay ya da zor bir şekilde hayatımıza dahil olan özel insanları bir anda kaybetmemek için. Unutmayın ki o yegane insanın hayatınıza kattıklarını başkası asla sağlayamayacak ve siz günden güne onu daha çok özleyecek, bin bir zorlukla onun yokluğuna alışmak zorunda kalacaksınız. Kim ister ki böyle bir şeyi? Madem istemiyoruz o zaman belki de hayal kurarken biraz da gerçekçi olmakta fayda vardır. Bir 'ben' dünyası var ki insanların, bu dünya tüm hayalleri, istekleri kapsayabilecek kadar büyük ve kaybolası. Bir kapılan oldu mu o büyüsüne etkisinden çıkmak neredeyse imkansız. Hani sıkça duyduğumuz kara büyü tanımı vardır ya sözde bir kişiyi diğerine bağlamak için yapılan, işte öyle herkese, her şeye kör ediyor gözlerini bu dünya da. Sonra tek tek kaybetmeye başlıyorsun sevdiklerini çünkü gözün onların ne isteklerini ne de hayallerini görebiliyor bir süre sonra. Belki de bencilliklerin en büyüğü de bu şekilde doğmuş oluyor. Bence artık farkında olmadan bize ve karşımızdakilere en büyük kötülüğü yapan dünyadan sıyrılma vakti. Yoksa günden güne nice canlar daha yanacak.
İçinizi ısıtacak sımsıcak kısa anılardan oluşan Soğuk Kahve'yi ben de çok büyük umutlarla almıştım. Sosyal medyada paylaşılan alıntılarından ve sayfalarından görerek, bir heves gidip aldığım bu kitabın aslında sadece zaman kaybından ibaret olduğunu okudukça anladım. Yazarın ilk eseri olan Soğuk Kahve, en başta yazdığım gibi içinizi ısıtacağına ismi gibi yazarın bahsettiği güzel duygulardan ve hatta kendi anılarından da soğutan bir tat bırakıyor kitabın sonunda okuyucuda. Kitabın türüne bile tam olarak karar verebilmiş değilim aslında. Öykü desen değil, roman hiç değil ancak denemenin yandan yemişi olarak ifade edebiliyorum. Genel olarak bakıldığında bu kitap, yazarın kendi hayatından kesitlerle bizlere sunduğu kısa kısa anılardan ibarettir. Öncelikle kitabın okuyucuyla sürekli bir konuşma havasında geçmesi ilgimi çekmişti ama sonradan fark ettim ki söyleşi havası kitaplar için uygun bir dil değilmiş. Karşımda kim olursa olsun sürekli bana hayatı hakkında öğütler verse ya da sürekli yaptığı hatalardan bahsetse elbet bir yere kadar dayanabilirim. Soğuk Kahve'de tam olarak hissettiğim de bu idi, 'ben yaptım, siz yapmayın' havası çoğunlukta. Aslında yazarın da kendisiyle çeliştiği çok fazla yer olmuş. Eski aşklar unutulmalı mı, peşinden mi gidilmeli? Sevdiklerimize çok fazla mı değer veriyoruz yoksa biz hiç mi değer görmüyoruz? Sürekli bir soru seli fakat cevaplar her sayfada farklı bir yanıt ile dile getirilmiş. Yani ben bu kitabı okuduğumda bana ne kattı diye sormayı cesaret bile edemedim çünkü zaten kitabın yazarı dahi kendisinin ne istediğini veya ne anlamak istediğini güzelce anlayıp, dile getirememiş. Bir sayfada sevgili yüceltilip, mecbur hissedilirken sayfayı çevirdiğinde aslında bizi hak etmediğini anlatıyor Batman satırlarında. Yazdıklarından anladığım kadarıyla; kendi çocukluğunu, gençliğini ve aşk hayatını tamamen farklı geçirdiği için bunların hepsini harmanlayıp okuyucusuna nasıl ifade edeceğini bilememiş olucak ki, ben de kendime bu kitaptan çıkaracak hiçbir satır bulamadım. Baştan sona kötü yorumlanmış bir eser de demek istemiyorum fakat okurken altını çizdiğim yerler olmadı değil; söylemek istediğim o alıntılardan sonra gelen cümleler. Bu alıntıda çok güzelmiş deyip altını çizdiğim neresi varsa ardından gelen cümle onun tam tersini savunuyordu. Yazarın, yazılarındaki anlam bütünlüğü sıkıntısı fazlaca olduğundan kitap benim için sadece altını çizdiğim alıntılardan ya da sosyal medyada paylaşılan birkaç satırdan öteye geçemedi maalesef. Kitabın içinde geçen 'Nasılsın Sabah Uykum?' adlı yazıda sevgilisini sabah uykusuna benzetmiş hatta birini sabah uykusu kadar sevebilmekten sözetmiştir. Bence birini sabah uykuna benzetmek sevgiliye hakaret etmekten farksız. Benim için sabah uykusu hep o yarım kalandır, istemediğim halde bölünendir. Yazar ise bunu birine söylediğinde karşısındakinin 'Bu adam beni çok seviyor' diye düşünmesini bekliyor. Sonra ise farklı bakış açısı olmayan biriyle hayatın geçmeyeceğinden bahsediyor. Genel olarak ne olup bittiğinden habersiz tavırları, fazla ciddiyetsiz diliyle beni bu kitaptan soğutmayı başardı. İçten olmaya çalışmış fakat kullandığı 'lan', 'oha' gibi sözcüklerle sokak ağzının ve alaturkalaşmanın dışına çıkamadığını düşünüyorum. Soğuk Kahve'yi okurken size sabır diliyorum. Ben çok büyük hayallerle aldığım bu kitaptan ufak alıntılar dışında çok bir şey kazanamadım. Yazarın AKSU 1 yaşamından bahsettiği kesitlerden olsun ya da üslubunun verdiği ciddiyetsizlik olsun bu kitaba kütüphanem arasında yer bulamadım. Umarım yazarın diğer eserleri de bunun gibi bir hayal kırıklığıyla sonuçlanmaz benim için. Yine de size iyi okumalar...
Geçmişten günümüze kadar gelen yapıları yeni yapılardan ayıran özelliklerden biri de otantik ve farklı görünüme sahip olmalarından öte, içinde barındırdıkları ruhtur bana kalırsa. Örneğin on sene önce inşa edilmiş bina ile yüz yılı aşkın bir süre önce yapılmış olan bir yapının insanda uyandıracağı hislerin bir olmasını bekleyemeyiz. Çünkü on sene boyunca bir binanın tanıklık ettikleri ile yüz yılı aşkın bir zaman diliminde bir binanın tanıklık ettikleri arasında çok fark vardır. Dolayısıyla bir yapı ne kadar çok an'a ev sahipliği yaparsa o kadar farklı bir izlenim ve orjinal bir his bırakır kişilerin üzerinde. On iki yıldır oturulan bir ev insana güven, huzur ve sıcaklık verir. Çünkü o ev bir insanın hayatında gerçekleşen pek çok şeye tanıklık etmiştir. Belki bir bebek o evde doğmuştur ve ortaokula gelene kadar o evde yaşamıştır. Yani o ev, bir insanın bebekliğine, çocukluğuna ve ergenliğine şahit olmuştur. Mutluluk, neşe, hüzün gibi pek çok duygu o on iki yıl içinde evin duvarlarına, tavanına, pencerelerine işlemiştir. Ancak yeni yapılan bir eve taşınıldığında, eski evdeki sıcaklığı, samimiyeti bulmak mümkün olmaz. Hiçbir geçmişi olmayan, yaşanmışlıktan yoksun olan bu ev, ruhsuzdur henüz. Ona ruh ve değer katacak olan şey, anı biriktirmektir. Gelip geçen her yılda bir yığın anı depolanır o evde. Eve ruh kazandırılmış olur böylece. İşte bu yüzden yaşanmışlığın binalara kazandırdığı ruh, bende büyük etki yaratır. Özellikle de yapıldığı tarih yüzyıllar öncesine dayanan bir yapının içerisine girdiğimde heyecanlanırım. Belki de bu yapının ev sahipliği yapmış olduğu onca anıya saygı duyarım. Çok değerli bulurum bu yüzden. Gözümde her zaman başka bir yeri olmuştur çok eski yapıların. Tarihi bir yapının önünden geçerken, içine girmesem bile dikkatle incelerim onu. O ruhu hissetmeye çalışırım kalbimde. Bana huzur verir, iyi gelir yüreğime. Bu nedenledir ki Roma, benim için ayrı bir yere sahiptir. Öyle bir şehir düşünün ki, adım attığınız her yer, her sokak, her bina, her kaldırım çok eskiye dayansın. Tarihi derinlemesine hissedeceğiniz, içinize doyasıya çekeceğiniz bir şehir Roma. Arnavut kaldırımları, kiliseleri, apartmanları... hepsi birer tarihi miras. Yeni denilebilecek hiçbir şeyi Roma'da göremezsiniz. Öylesine eski ki, insan kendisini açık hava müzesinde hissediyor. Yolda yürürken yüzyıllar önce yaşayan insanlarla aynı zeminde yürüyor olduğunuzu hissetmek bambaşka. Tarihe yolculuk yapıyor insan adeta. Türkiye'de günümüzde inşa edilen suni ve ruhsuz binalara alışkın olan gözlerim ve ruhum, Roma'da bayram etti diyebilirim. Roma, tamemen sahici bir şehir hissi yarattı bende. Yani özentisiz, kendi halinde ve sahip olduğu tarihe değer veren, saygı duyan ve onu koruyan bir şehir. Durum böyle olunca Roma'da inanılmaz bir ruh hakim. Eski yıllardan itibaren varlığını hep aynı kimlikte, değişmeden ve yenilenmeden sürdürmüş olan ve pek çok anıya, olaya sahne olan bir şehirde bu denli ruhun olmaması mümkün mü zaten? Ben Roma'da yaşayanların kendilerine özgü bir huzurunun olduğunu düşünüyorum. Belki de şehirlerde yaşayanları mutlu eden unsurların başında ruhun yer aldığına olan inancım bana bunu düşündürüyor. Şehirin bir ruhu olması ister istemez insanın yüreğine yaşama enerjisi ve yüzüne gülümseme aşılar. Bu nedenle tarih kokan bir şehirle eskiden eser bırakılmamış bir şehrin insan üzerindeki etkisi bile çok başkadır. Türkiye'de de böyle eski yapılarla bezeli, kendine özgü ruhu olan şehirlerin daha çok olmasını isterdim açıkçası. Böylelikle Türkiye'de o eşsiz ruhu yakalamak için çok daha fazla fırsatımız olurdu. Deniz ÖĞRETMEN
Sanatseverim diyenlerin mutlaka görmesi gereken mekanlar vardır. Buralara gitmeniz için illa ki sanattan anlamanız gerekmez elbette. Sanatın tek bir duygunuza bile dokunabilmesi yeterlidir bana göre. Doğrusunu söylemek gerekirse ben de kendimi sanat insanı olarak tabir edemem. Fakat sanatın dili ile gücü evrensel ve görecelidir, tıpkı duygu ve düşüncelerimiz gibi. Herkesin eşsiz bir benliği olduğu gibi sanat da herkese farklı şekillerde hitap eder, kendi içinde bölünmüş ve dallara ayrılmıştır. Belki de en tartışmalı olanı ve ironik olarak bazılarına göre görüntü kirliliği yaratanı grafiti sanatına en iyi tanık edebileceğiniz yerlerden biri de Miami'de yer alan Wynwood sanat bölgesi; sayısız sanat eseri ile bu bölge Louvre Müzesi gibi değerli bir sanat koleksiyonuna sahip diyebiliriz. Bölgeye yaklaştığınız zaman anında eski püskü binalarla rengarenk, capcanlı grafitilerin karşıtlığını fark ediyorsunuz. Mekanın büyüleyici tarafı da buradan geliyor bana sorarsanız. Bunun nedeni de eskiden bu bölgenin işçi sınıfın yerleşim alanı ve depo bölgesi olarak görev alıyor olmasıydı. Şaşırdınız değil mi, o halden bu hale nasıl geldi diyorsunuz? Bir zamanlar Güney Amerika'dan işçi göçü ile gelen latin kökenlilere ev sahipliği yapan yıpranmış binalar son birkaç senedir Dünya'nın dört bir yanından gelen sanatçıların kanvasına dönüşmüş durumda. Sanatın el değdiği ve güzelleştirdiği bir başka yer. Bu değişime zemin hazırlayan etmen belki de Latin kültürünün o neşeli, hareketli yapısıdır. Bana göre en etkileyici tarafı imkanlar el vermediği için sanattan yoksun yaşayan çalışan toplumun içinden çıkan insanlar sayesinde bir zaman sonra bu bölgenin iç karartıcı havasından ve üretim fabrikalarından sıyrılıp, hayat dolu bir kültürün somutlaştırılmış haline dönüşmüş olması. Öyle ki eski zamanlardaki griliği ve tekdüzeliği yerine grafitilerle beraber samimi ve sıcak bir havaya bürünmüş. Sanatseverlerin akınına uğrayan ve sanatçıların hünerlerini sergilediği bu yerde hayranlıkla eserleri inceledikleri, nefes kesici parçaların bulunduğu bir yer Wynwood sanat bölgesi. Bambaşka kültürlerin buluşma noktası olan bu yerde mutlaka hoşunuza giden bir eser olacaktır. Hepsi birbirinden farklı çizgilerle, farklı hikayelerle çiziliyor. Politikadan film karakterlerine, kara mizahtan grafiksel tasarıma birçok temayı içeren bu sokaklarda neredeyse hiçbir duvar boş bırakılmamış durumda, sanat uygulamasını ve bölgeyi gittikçe genişletiyorlar. Anlayacağınız tüm sanatçıların kendilerini ifade etmeleri için burada yer var. Sanat, sanatçının benimsediği kültürün dışa vurumu sonucu ortaya çıkar. Fakat bana kalırsa bu konuda insanların asıl dikkat etmesi gereken kültürün tek bir topluma veya ırka ait bir olgu olarak görülmemesi gerektiğidir. Kültürler farklı olsa bile içerdiği değerler ya da yansıttığı düşünce ve duygu durumları evrensel konumdadır, bu yüzden sanata, aynı şekilde sanatçıya da, önyargısız bir bakış açısıyla yaklaşmak esastır. Gerçek sanatçılar için alışılagelmiş kalıplar, olgular önemli değil; asıl önemli olan iç dünyasını ve güzelliklerini diğer bireylere, topluma sunmasıdır. Çeşitli duygu ve düşüncelere hitap ettikleri için seyircileri de aynı olmaz, yani demem o ki sanatta güzellik bizlerin algılama biçimiyle ilgilidir. Bu sebeple, orada yer alan yüzlerce çizim gibi hiçbir sanat eserinde güzel-çirkin ayrımı olamayacağı düşüncesindeyim. Eğer siz de benim gibi "Kültürel çeşitlilik zenginliktir." düşüncesine sahipseniz emin olun bu yerden saatler sonra bile ayrılmak istemeyeceksiniz. İnsanın baktıkça bakası geliyor derler ya işte o hesap. Eskimiş ve terkedilmiş binalarını ve kasvetli atmosferini bu denli değiştirebilmiş, tekrar hayat vermiş sanatın gücünü böylesine eğlenceli bir şekilde başka nerede görebilirsiniz ki?
Hiç çok sevdiğiniz birinden uzun süre ayrı kaldınız mı? Kaldıysanız özlem nedir bilirsiniz. Özlemek basit bir duygu gibi gözükür başta, sevdiğiniz uzaktayken onun yanınızda olduğu hayalini kurdurup sonra o hayalin ulaşılmazlığıyla sizi boğan bir duygu gibi. Sevdiğinizden uzaktayken ne yapmakla meşgul olduğunuza göre bu durum doğru ya da yanlış olabilir, eğer sevdiğinizin hayalini kurarak ve yokluğuna ağlayarak zamanınızı geçiriyorsanız görebildiğiniz tek gerçek bu dahi olabilir. Ancak sevdiğinizin özlemiyle yanıp tutuşurken kalbiniz eğer siz bu duyguyu sorguluyorsanız özlemin daha karanlık yüzünü de görmüş olursunuz. Özlemek çünkü sadece insanı sevdiği insanın yokluğuyla yakmaz, aynı zamanda onu bir daha görememenin korkusuyla titretir insanı. Bu korku ne kadar ciddidir peki? O kadar Yıldız Savaşları izliyorsunuz, Anakin Skywalker kadar ciddidir işte o korku. Yıldız Savaşları serisinin ilk filmi olan Bölüm I: Gizli Tehlike serinin en can alıcı karakterlerinden olan Anakin Skywalker'ın çocukluğunu, Anakin'in nasıl Jedi Şövalyeleri'ne katıldığını ve Sith tehlikesinin nasıl büyüdüğünü konu alır. Konu her ne kadar Anakin'in Darth Vader oluşuyla çok ilgili gözükmese de filmin olay örgüsü aslında tam da Darth Vader'ı yaratan ve Anakin'i gücün karanlık tarafına iten temel etkeni anlatır: korku. Anakin'i Tattoine gezegeninde annesiyle sürdüğü köle hayatından kurtaran Jedi'lar onu annesinden ayırmakla içindeki korkuyu beslemiş oldular. Anakin annesini bir daha görememekten korkmaya başladı bir Jedi Şövalyesi olma yolundaki ilk adımını atmasıyla. Bu korkunun aslında ona neler yapacanı ise Jedi ustası Yoda açıklıyor: "Korku Karanlık Tarafın yolu... Korku öfke olur, öfke de nefret. Nefret acıyı getirir. Korkuyla dolu senin için."(Yıldız Savaşları Bölüm I: Gizli Tehlike, 1999) Bu korku işte Anakin'i karanlık tarafa çeken. Annesine duyduğu özlemin ona Darth Vader olarak neler yaptırdığı düşünülünce anlaşılıyor zaten özlemin aslında ne kadar karanlık bir yüzü olduğu. Özlem böyle bir şeydir aslında. İnsanın içini karartır, hem yokluğun acısını yaşatır ona hem de insanı yokluğun kalıcılığına inandırır. Çünkü o yokken zaman geçmek bilmez. Zaman acı verici bir oyun oynar insan aklıyla. Bu oyun insana aklını kaçırtır, insanda isteksizlik yaşatır. Gündelik hayatında sosyal biriyse bu insan, kalabalık yalnızlıklar yaşar. Her zamanki dostlarıyla beraberken bile tat alamaz onların muhabbetinden. Bir çeşit cam fanusa kapatır insanı özlem. Zaten o cam fanusta büyümedi mi Darth Vader? Galaksinin en seçkin şövalyeleri arasında eğitim görürken ve onların en güçlüsü olarak çok büyük fayda sağlayabilecekken bile içindeki korku yüzünden güce olan açlığı büyümedi mi? Annesini kaybeden Anakin, çok sevdiği Padme'yi kaybetmekten korktuğu için güce muhtaç hissetmedi mi? Annesine duyduğu özlem içine keder oldu ve içindeki karanlığı besledi. Bu karanlık beslendikçe büyüdü, Anakin'i olmadığı biri haline getirdi, onu benliğinden çıkardı. Bütün bunlara karşın, hayatta bize çok sıradan gelen varlıklara duyulan özlem daha zayıf olduğu için genelde bu karanlık taraf ortaya çıkmaz. Ancak bu karanlık taraf insanları yine etkiler. Örneğin çok sevilen bir aktivitenin uzun bir süre yapılmadıktan sonra tam yapılacakken engellenmesi bireyi çok hiddetlendirir. İnsanda bunun yarattığı öfke ona her şeyi yakıp yıkma gücüne sahip olduğu hissini verir. Bu da özlemin karanlık tarafının insanı her durumda içten içe yıktığını gösterir. Özlem basit görünür ancak çok güçlü bir duygudur. Üzerinde dikkatli düşünüldüğünde özlemin karanlık doğası ortaya çıkar. Özlemin korkuyu, korkunun da öfkeyi tetiklemesi sonucu insan kendini kaybederek karanlığa gömülür ve o karanlıktan asla çıkamayacağını zanneder. Ancak evrenin ikili doğası gereği özlemin bir de aydınlık tarafı vardır ki bu da kavuşmanın verdiği tarifsiz sevinç ve huzurdur. İnsan sevdiğine kavuşunca özlemin zamanında yarattığı bütün karanlığı ve kederi bir anda unutuverir. Bu da gösterir ki kavuşma ile sonlandığı sürece özlem hiçbir gerçek zarar veremeyecektir. Doğa GÜRGÜNOĞLU
Milyonlarca yıl önce yasayan canlıların birçoğunun nesli tükendi; dinozorlar, mamutlar belki de bilmediğimiz canlı türleri. Peki, ya bizi bu canlılardan ayıran şey ne? Belki de insan ırkı da tıpkı bu canlı ırkları gibi ilerde bir zamanda yok olacak, hatta belki de bizim ırkımızı kendi elimizle yarattığımız yapay zekalar sonlandıracak . Kendimizin yarattığı bir şeyin sonumuzu getirmesi oldukça ironik olurdu ama teknolojinin üst noktaya ulaştığı bir gelecekte bizden daha zeki bir canlı ırkının oluşması da muhtemel. Zeka beraberinde güç de getirir, böyle bir üstün ırkın oluşması söz konusu olduğunda insan ırkının onlara karşı pek de bir şansı kalmaz. Bencilliğimizin diğer canlıların sonuna neden olması gibi yine sadece kendimizi düşünüp daha iyi olanaklara ulaşmak için yaptığımız bu robotların bizim sonumuza neden olması, belki de hak ettiğimiz bir son olur. Muhtemel gelecek hakkındaki çoğu düşünce bu üstün ırk oluştuktan sonra bizim ırkımızı sona erdirip dünyanın sonunun gelmesine yol açacağı yönünde, sonumuzun gelmesi düşüncesinde bile bencilliğimizi ortaya çıkarıyoruz. Sanki dünyanın biz olmadan sonu gelecekmiş gibi. Aslında olacak olan sadece bir ırkın yok olup yerine başka bir ırkın oluşmasıdır, milyonlarca yıldır olduğu gibi. Süper gelişmiş robotların dünyayı ele geçirmesiyle ilgili birçok film yapılmış olmasına rağmen beni en çok etkileyen Andy Wachowski'nin yazdığı ve yönettiği Matrix olmuştu çünkü bu film diğerleri gibi sadece bu konu üzerine yoğunlaşmayıp beraberinde yaşadığımız Olguner 2 hayatla ilgili çok farklı bir bakış açısı getiriyor; yaşadığımız hayatın tamamen bir yanılsama olması gibi. Hayat nedir? Hissettiğimiz, duyduğumuz, tattığımız, kokladığımız, gördüğümüz şeylerin bir bütünüdür hayat. Ama bu beş duyunun sadece beyne giden sinyallerle oluştuğu düşünülünce, bu hayatı bir makinenin içinde bize bu hisleri hissetmemiz ya da yaşadığımızı sandığımız şeyleri görmemiz için uyarılar verilerek yaşıyor olabilir miyiz? Bu fikirle ilk karşılaştığımda bunun üstünde çok düşünmüştüm, insana yaşadığı hayatın tamamen bir yanılsama olabileceği söylenilince pek de kabullenmesi kolay bir şey olmuyor. Her insan yaşadığı anıların, duyguların gerçek olmasını istiyor ama ne yazık ki hayatın bir yanılsama olmadığını kanıtlayacak bir şeyimiz yok bu hayatın gerçek olduğunu kanıtlayacak bir şeyimizin olmadığı gibi. Asıl soru belki de şu olmalı "Hayatımızın tamamen bir yanılsama olduğunu kanıtlayabilseydik bunu kabullenebilir miydik ve bu yanılsamadan kurtulmak için çabalar mıydık?" Karar vermesi oldukça güç bir durum olurdu, sonuçta kim renk renk boyanmış yapma bir çiçek yerine gerçek ama solmuş bir çiçeği seçer ki? Gerçek olmadığını bilsek bile güzel görünen şeyler insanları cezbeder, o yüzden onları mutlu eden şey solmuş çiçek yerine yapma çiçektir ama asıl mutlu eden şey ise o yapma çiçeğin gerçek olduğuna inanmaktır. Elbette kimse bir yalanla yaşamak istemez, en küçük bir olayda bile kandırılmak hoşumuza gitmez. Ama hayatımızda inandığımız bütün doğruları yıkacak bir yalanla karşı karşıya kalsaydık bunu bilmemeyi tercih etmez miydik? Üç maymunu, üç maymun oynadığını bilmeden oynamak değil midir asıl mutluluğu getiren? Bir insanı asıl üzen kandırılmak değildir onu asıl üzen kandırıldığını öğrenmektir. Peki, ya hiç öğrenmezse? Olguner 3 Şimdi iyi düşünün, eğer hayatımız bir yanılsamaysa ve size bir seçim hakkı sunulsa yaşadığınız her şeyin yalan olduğunu gösterecek kırmızı hapı mı yoksa bu yalana gerçek olmadığını fark etmeden devam edebileceğiniz mavi hapı mı seçerdiniz?
Geçen gün internette gezinirken bir şarkıya rastladım. "Counting Crows" grubunun "Accidentally in Love" şarkısı. Çocukken izlediğim bir animasyon filminde çalan bir şarkıydı. Şarkıyı oynattığım anda ilk notayla birlikte beynime anılarım ve çocukluğum hücum etti. O şarkıyı küçükken dinlediğimde nasıl bir ruh halindeysem, neler düşünüyorsam hepsini hatırladım. En önemlisi de ruh halimi hatirlayabilmiş olmamdı. O masum, kendi küçük dünyasında dış dünyadan bihaber bir şekilde film izleyen çocuk doğdu içime. İçinde tüm dünyaya yetecek kadar bir yaşama sevinci, geleceğe dair sonsuz ümitler, hayaller... Hepsini şarkı bitene kadar hatırladım. Gerçekten çok hoş bir duyguydu. Ruhum adeta geçmişle gelecek arasında köprü vazifesi görüyor, aklım da ikisi arasında mekik dokuyarak karşılaştırmamı sağlıyordu. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı yoğun duygusal bir haz yaşamıştım. Tek bir şarkı insana neler neler hissettiriyordu. Müzik gerçekten de günümüzde hayatımızın her alanında yer alan çok güçlü bir olguymuş meğer. Düşününce aslında bebekken annemizin ayaklarında sallanırken ninnilerle uyuruz, gençliğimizde şarkı dağarcığımızı genişletiriz ve en son hayata veda ederken arkamızdan yanık sesli bir müezzin sela okur. Metroda, arabada, otobüste ve dolmuşta kulaklıkla dinlemesek bile radyolardan gelen müzikleri istemsiz de olsa dinleriz. Kızılay Meydanı'nda, Taksim'de gezerken sokak çalgıcılarının maharetli ellerinden yüzyıllar önce Ortaçağ Avrupası'nda bestelenmiş şarkıları dinleriz. Hele ki televizyon yayıncılığının olmazsa olmazıdır müzik. Hatta şu anda bu yazıyı yazarken bile aslında müzik dinlemem, hayatıma ne kadar girdiğinin önemli bir kanıtıdır. Yani aslında müzik, pek dikkat etmesek de hayatın tam ortasındadir. Ama günümüzde geçmişe oranla çok daha fazla bir müzik kirliliği olduğu aşikar. Peki bunun nedeni neydi acaba? Neden müzik, özellikle günümüzde, her yerdeydi? Üzerine biraz daha düşününce kendimce şu sonuca varmıştım: Kulağımız; gözümüz, derimiz, dilimiz ve burnumuz gibi beş duyu organımızdan biriydi. Hatta bunu da şarkıyla öğretirler ilkokullarda. Geçmişle karşılaştırınca günümüzde insanların her bir duyu organından daha fazla zevk almak istediğini fark ettim. Mesela önceden şeker ve çikolata çok az tüketiliyorken ve temin edilmesi zor bir lüks iken şu anda en ücra yerlerde bile var ve insanların dilini tatmin ediyor. Gözleri tatmin eden şık kıyafetler, makyaj ürünleri ve her an internetten erişebileceğimiz harikulade manzaralar var. Burnumuz icin her köşe başında ve hatta el sabunlarının içinde bile parfüm çeşitleri var. Kötü kokan ahırlar, pis yerler de artık sadece köylerde kaldı. Derimiz için ise en rahat koltuklar, yataklar ve rahatsız etmeyen yumuşak kumaşlar var. Hepsinden zevk alma potansiyelimiz arttı. Kulak için de öyle. Belki eskiden sadece taverna veya belirli yerlerde belirli insanlar tarafından dinlenebilen şarkıların hepsi ve daha fazlası günümüzde kulağımızı doyurabilmek için elimizin altında. Tabii ki bu kadar fazlalık kaçınılmaz olarak duyarsızlık oluşturuyor. Nasıl ki bir yemeği çok sevsek bile her gün yiyemeyiz, bir süre sonra bıkarız; aynı şekilde çok sevdiğimiz bir şarkı da çok dinledikten sonra bıktırabiliyor. Sırf bunun önüne geçebilmek için çok eskiden severek dinlediğim şarkıları her zaman dinlemem, sadece kendi başıma olduğum zamanlar açarım ve duygusal bir yolculuğa çıkarım. Notalar ahenkle kulağımdan içeri süzülürken ruhum da farklı bir nefesle soluklanmış olur, adeta taptaze bir havayı tenefüs eder. Müzik gerçekten de ruhun gıdasıymış meğer. Ve aslında benim için gereken modern zamana inat çok ufak bir miktar. Bir tutam anı canlandıracak kadar çok, sıkmayacak kadar az... Seyfullah Said ORHAN
Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını bir sürü şarkı, film veya roman söylemiştir şu zamana kadar. Hepsi de başarılı teknikler ile gerçek kurguyu gizleyip okuyucu ve izleyicileri olması daha muhtemel olaylara inandırmak üzerine ilerler. Laura Kasischke'nin romanından uyarlanan Karda Bir Beyaz Kuş da bu etkileyiciliğe sahip. Kimsenin tahmin edemeyeceği sonu bir sır gibi saklıyor ve diğer filmlerde alışık olduğumuz sonları hayal ettiriyor. Filmin kalitesini arttıran bir başka şey ise hayal ettiğimiz sonun her yeni olay sonunda değişmesi ancak hiçbir şekilde gerçek finale yaklaşamaması. İnsanların en güvenilir kaynakları çoğu zaman gözleridir. Görebileceğimiz herhangi bir şey yok ise, en sevdiklerimizin sözlerine güvenmeyi tercih ederiz. İlginç bir gelişme olmadıkça, sevdiklerimizin sözleri bizler için vazgeçilmez gerçekler gibidir. Doğal olarak bu en büyük yanılmaya sebep olur. Filmde, başrolün annesi o kadar kötü tanıtılıyor ki; kaybolduğu zaman evden kaçtığını düşünüyor insan. Yazar ve yönetmen bir şekilde sizi kadından iğrendirmeyi başarıyor. İşlenen ikinci mühim tema ise insanın sevdiklerini (1) Karda Bir Beyaz Kuş kaybetmesiydi. Sevdiklerimizi kaybetmek; herkese, her yaşta zor gelecek bir olaydır. Ancak bundan daha kötü bir durum ise, kaybettiğimiz kişilerin nereye gittiklerini bilememektir. Çocuklarını kaybeden ailelerin, sevdiklerini kaybeden insanların en büyük sorunu budur aslında. Kaybetmekten kastım, gerçekten kaybetmek. Başına ne geldiğinden, niye gittiğinden veya nerede olduğundan hiçbir şekilde haberdar olamamak. Kat bu duyguların kendisinden çok uzakta olduğunu düşünüyordu film boyunca. Annesi kaybolduktan sonra hayatında daha özgür olduğunu ve her şeyi daha iyi yönettiğini düşünüyordu. Bir üniversite kazanmıştı ve hayatının çok daha güzel olduğunu zannediyordu. Fakat bu doğru değildi. Bazen sevdiğimiz insanların bizleri çok sıktığını, tavsiye ve öğütleriyle bunalttıklarını düşünürüz. Çoğu zaman gerçeklik payı da yüksektir. Ancak nadiren de olsa bu insanlara ihtiyacımız olabilir. Özellikle bu kişiler ebeveynlerimiz ise bu durum çok daha farklıdır. "Annem ya da babam bir gün ortadan kaybolsa ne yapardım?" Bu soruyu çokça sordum film boyunca kendime. Sonuç olarak yeni bir hayat hedefim olurdu. Onların izini bulmaya, sürekli araştırmaya, keşfettiğim şeylerle yeni sonuçlara ulaşmaya çalışırdım. Aynı durumda olduğum insanlara ulaşmak isterdim. Bir kişinin bile bu yolda başarılı olduğunu görmek bana gereken özgüveni aşılayabilir. Sonuç olarak, sadece ailem olmak zorunda değil, bir sevdiğimi kaybetsem onu bulana kadar araştırırdım. Kesinlikle çok inatçıyımdır, zaten lise dönemimde de dedektif olmak isterdim zaten. Bu filmde ve diğer birçok filmde dikkatimi çeken başka bir durum daha var aslında. Yabancı ülkelerdeki yoksul kasabaları, onların deyimiyle "countryside". Kasabadaki evler ne kadar kötü ve eski gözükse de hepsinin iyi kötü bir bahçesi var. Ayrıca evler arasındaki mesafeler de çok güzel, aralarında yeterli mesafeler var. Çoğu kişinin bir kamyoneti var, kamyonetleri çok severim, insanlar işlerini bunlarla hallediyor. Kesinlikle bir tane bile apartman yok, hava tertemiz. En önemlisi, insanlar çok mutlu. Eğer böyle bir yer sadece filmlerden ibaret değilse, büyüdüğümde yaşamak istediğim hatta yaşayacağım yerin bu tarz bir yer olduğuna eminim. Filmi, taşıdığı mesajlardan dolayı herkese tavsiye etmek isterdim. Ancak çoğu film gibi bu film de cinsel sahnelerin filmin büyük bir bölümünü oluşturması sebebiyle, anlamsal güzelliğini kaybeden bir film. Sinemacılıktan pek anlamam, ama izlediğim yüzlerce filmin bana kattığı tecrübe sayesinde; fazla sayıda aksiyon ve cinsel sahnelerin; konu yetersizliğinden dolayı filmi uzatmak amacıyla çekildiğini düşünmeye başladım. Belki romanı daha etkileyici olacaktır, benim için. Ama bu kötü özelliği dışında kesinlikle izlenmesi gereken bir film.
Bilmiyorum siz hoşlanır mısınız ama bana oldum olası cazip gelmemiştir başlığıyla okuyucuyu tavlayan okuma listelerindeki kitapları okumak. Bu listelerde birçok defa karşılaştıktan ve Microsoft şirketinin efsanevi CEO'su Bill Gates'in de favori kitapları arasında yer aldığını öğrendikten sonra, en yakın kitapçıya gidip Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı almaktan kendimi alıkoyamadım. Amerikan edebiyatının önemli isimlerinden olan Salinger hakkında toplumdan uzak bir hayat sürdüğünden başka bir şey okumamıştım ve yazdığı bu kitabın başucu kitabım olacağını bilmiyordum. Sayfaları bir bir çevirdikçe dinledim Holden'ın öyküsünü ve, ne kadar Özdemir Asaf aksini iddia etse de, birbirimizle paylaştık yalnızlığımızı. O da çok şikayetçiydi yurtta kalmaktan keza ben de öyleyim. İnsan küçücük bir odada 3 farklı insanla beraber yaşamak zorunda kalınca hayatında birçok yadsınamaz değişiklik oluyor. Mesela kendi kendinize konuşamıyorsunuz rahatça ya da özgürce dans edemiyorsunuz. Ve zorunlu olarak daha yakından tanımak zorunda kalıyorsunuz diğerlerini. Tanımak deyince yanlış anlamayın. Dost olmak zorunda değilsiniz hatta arkadaş bile olmayabilirsiniz ama mutlaka 'günaydın' deyin her sabah. Bu düzeyli ilişki içinde ister istemez anne babalarından daha iyi biliyorsunuz kaçta yatar, kaçta kalkar. Kız arkadaşıyla üst ranzada telefonla kavga ederken siz de kavgaya dahil olmuş buluyorsunuz birden kendinizi. Yorumlar yapıyorsunuz sessizce. Bu kız bu oğlanın ne kadar pis olduğunu bilse hala sever mi acaba diye soruyorsunuz kendi kendinize. Sonra aklınıza en son ne zaman duş almıştı bu çocuk diye bir soru geliveriyor. Nerden bileceksin arkadaş, ne zaman duş aldığını demeyin. Dedim ya iç içe yaşanılıyor her şey. Sonra uzun zamandır duş almadığını fark ediyorsunuz ranza arkadaşınızın. İçinizden acaba yukarıdan bir bit aşağı atlar mı diye geçiriyorsunuz. Biraz tedirgin, biraz kuşkulu ve bolca kaşınarak uykuya dalıyorsunuz yavaşça. Sabah Kadıköy'ün martıları çığlıklar atarak uyandırıyoruz sizi. Kimileri bu korkunç sesi nasıl güzel buluyor anlayamıyorum. Böyle uyandırıldığınız için zaten bozulmuş sinirleriniz, horlayarak uyumaya devam eden diğerlerini görünce daha da katlanıyor. Yavaşça açıyorsunuz kapısını odanın. Çünkü kimseyi uyandırmak istemezsiniz sabahın bu saatinde. Sonra kendinize kızıyorsunuz. Sizin de o odada olduğunuzu yok sayarmış gibi yaşayanları uyandırmamak için özenle odadan çıktığınız için kendinizi keriz gibi hissediyorsunuz ama olsun, büyüklük biz de kalsın. ''Nasıl muamele görmek istiyorsan, öyle muamele et.'' demiş atalarımız. Acaba istedikleri muameleyi hiçbir defa göremeyince aynı hassasiyetle devam ederler miydi bilemem. Büyük ihtimalle bir dur derlerdi duruma. Atalarımız ne yapardı diye kafa yorarken yüzünüzü yıkayıp hemen kahvaltıya iniyorsunuz. Bunca kaos ve can sıkıcı şey arasında mutlu olabilmek için o kireç gibi olan beyaz peynirden yiyorsunuz bolca. Kimse sevmiyor diye midir bilinmez nedensizce çok seviyorsunuz o peyniri. Sabahları sırf bu peynir için uyanıyorsunuz hatta. Yüzümüzü yıkadık, peynirden yedik. Peki ya şimdi ne yapacağız? Dışarı çıkıp dolaşmaya gerek yok. Her şey yerli yerindedir. Bir gecede deniz çekilecek değil ya. Deniz havası almaya da gerek yok. Bunca yıllık Ankaralı olarak deniz havası almadan büyümüşseniz bu sabah da almanıza gerek yoktur. Böyle tatsız ve isteksiz bir hal alıyorsunuz kahvaltıdan hemen sonra. Çayınız soğuyor. Canınız sıkılıyor. Odaya geri dönmek hiç ama hiç istemiyorsunuz. Büyün gece havasız kalmış odaya tekrar girmek az cesaret istemiyor. O havasızlığa alışıncaya dek akla karayı seçiyorsunuz. Geriye hiçbir seçenek kalmıyor. Oturduğunuz sandalyede tekrar hafif bir uykuya dalıyorsunuz. Sayılı gün çabuk geçer derler ya benim için de öyle oldu. Şöyle bir geriye doğru baktığımda, elimde bavullar yurda yerleşmeye gittiğim günü daha dün gibi hatırlıyorum. Koca bir sene acısıyla tatlısıyla geçti, sizin de anlayabileceğiniz üzere acısı ağır bastı ama olsun. Neyse ki Holden gibi kavga falan çıkarmadım. Uslu uslu boyun eğdim kaderime ve tecrübe haneme birçok anı yazdırmış oldum.
Çocukluğumdan beri, en sevdiğim süper kahraman Batman olmuştur. İyi niyetinden midir, maskenin verdiği gizemden midir, bindiği arabadan sahip olduğu malikaneden midir bilinmez. Ama sanırım Cine5'in altın çağında, çocuk kuşağındaki tek süper kahraman çizgi film serisinin ana karakteri olması nedeniyle ona karşı olan sevgim ve saygım, diğer kahramanlara göre daha fazladır. Sinema sektörünün gelişmesi ve yaptığı atakla beraber, süper kahramanlar kendilerini "asgari ücretle çalışan dizi oyuncusu" olarak sayarken, bir anda "milyonlara hitap eden beyaz perde starı" oluşlarına tanıklık etmiştir. Hal böyle olunca Batman de kendini beyaz perde içinde, karşısında binlerce gencin bakışları içinde Gotham şehrinin bekçisi olarak bulmuştur. Evet, bekçisi diyorum. Çünkü, eski çocuk değilim artık; yanındaki Alfred'den bir haber olan adama "Gotham'ın sefiri" diyemem ben. Eskiden, koruyucusuydun, kollayıcısıydın bu şehrin. Herkese değer verip saygı görürdün. Şimdi ise senin çizgi filmlerinle büyümüş bir çocuk olarak, senden aynı tadı aynı hazzı alamıyorum be Batman. Az sonra kalemimden dökülecek kelimelerin nedeni de bu yüzdendir. Sen de, zamanla beraber bizim gibi değiştin. Eskiden sorgulamazdım, ağabeyim olarak görüp bağrıma basardım. Ama dost acı söyler be Batman. Bu yüzden buraya, sana ithafen açık mektup yazıyorum. Siyahlara büründün Batman diye göründün! Neden arabandan tutup da kıyafetlerine kadar her şeyin siyah? Neden güneş yüzü görmeyen mağaranda yaşıyorsun? Börtü olsaydın, böcek olsaydın kıyafeti giyip köçek olsaydın be Batman? Neden süper kahraman olmak için kör bir hayvanı maskot edindin? Mağara tepelerinde baş aşağı ters durup beyin kanaması geçirmeye meyilli hayvanlar, seni nasıl cezbedebildi? Aslan olsaydın, kaplan olsaydın yırtıcı bir sırtlan olsaydın. Zengindin Bruce Wayne. O kadar paran vardı. Gidip kendine GDO'lu bir hayvan bile üretebilirdin. Neden gidip körlüğüne çare olarak radar yutmuş bir hayvanın peşinden gittin? Alımı neydi, çalımı neydi yarasanın? Süper güçleri olmayan bir süper kahramansın sen. Ne bir böcek ısırmış seni, ne bir kelebek konmuş omzuna. Tek varlığın babandan kalan aile şirketin be Bruce. Ama bravo, yılmamışsın. Hayallerinin peşinden gitmesi için aletler edevatlar geliştirmişsin. O aletler ki içinde sevgi barındırmayan, kimisi kör eden düşmanını, kimisi öksürten cinsten. Yakışır mıydı sana bu aletler, edevatlar? Hiç oturup düşünmüş müydün? Peki süper kahramanlık bu muydu Bruce? Jokeri hapishaneye tıkıp, kaçıncaya kadar mağarada yarasa dövüştürmek miydi? Gökyüzünde yarasa amblemi görene kadar mağaranda çektiğin çile miydi kahramanlık? Ya Alfred ne olacaktı Bruce? Hani şu senin bebeklikten beri cefanı çeken, senden izinsiz adımını atmayan, arkandan iş çevirmeyen, seni yediren içiren ve sana istihbarat verip karın tokluğuna çalışan yaşlı adam. Hiç düşündün mü emeklilik sigortası yatıyor mu bu adamın? Ayağı kırılsa sağlık masraflarını karşılayacak bir sigortası var mı? Süper kahramanlık gece geç saatlere kadar dışarda fink atıp kameralara oynamak değildir yarasa adam. Süper kahramanlık etrafındakilerin mutluluğu kadar anlamlı, bir çocuğun rüyası kadar temiz olmaktır. Tutturmuşsun bir başkent sevdasına, unutmuşsun yanındaki koca çınarı. Kötü adamlar, karanlık adamlar siyah giyer. Hem bizim orda bir söz vardır yarasa adam. Beyaz giyme söz olur, siyah giyme toz olur diye. Tabii çamaşırdan ütüden sana ne ki; yapar hepsini mağaradaki moruk! Karanlık gecelerin ıssız adamı Batman'in düştüğü şu hale bak! Koskoca süper kahraman bir yaşlının sırtından geçiniyor. Kumlar azalıyor be Bruce, bak zaman tükeniyor. Allah elden ayaktan düşürmesin ama Alfred'in yaşı aldı başını yürüdü. Gel artık çek elini eteğini bu işten. Sen de, Gotham gibi yozlaştın, soysuzlaştın, dejenere oldun be Batman. Vaktin doldu, geldi eyvallah etme zamanı. Hem koskoca şehrin yok mudur polis ekibi? Var, var tabii ki, olmaz mı? Tabii onlar da buldular senin gibi enayiyi, nasılsa Batman halleder diye iyice hamladılar. Öğlen yemeğinde güçlü olmak için protein yiyen operasyon ekibinin masası macaron'dan, "donut"dan geçilmez oldu. Ekip, bırak suçluları yakalamayı, yerde duran kaplumbağayı bile yakalayamaz oldu. Veda etme zamanı geldi çattı artık. Yaş aldı başını yürüdü, geldi emeklilik çağı. Ununu eledin artık, eleğini asma vaktin geldi. Ayrıl artık Gotham'dan, uzun bir dünya tatiline çık. Eş edin, arkadaş edin, sırrını paylaşacağın yoldaş edin. Hem gençlerin de önünü açmış ol. Bak ne güzel altyapıdan Robin yetişiyor, bırak gençliğinin verdiği tutkuyla o korusun kollasın şehri, hem bir ipte iki cambaz oynamaz olgun adam. Şunu da bilmeni isterim ki, her ne kadar eleştirmiş de olsam seni; sakın yanlış anlamayasın. Eleştirilerim, sana olan sevgimden, saygımdan ve seni ağabeyim olarak görmemden kaynaklanıyor. Eminim ki okurken sen de dediklerime hak vereceksin. Sevgilerle, Biricik hayranın Hulusi Kaptan.
Özgürüm, kendimi asla baskı altında hissetmiyorum diyen kaç kişiyiz acaba? Toplumun baskısından hepimiz nasibimizi almışızdır. Çocukluğumuzdan tutun da yaşlılığımıza kadar hemen her konuda birileri bizim yerimize karar vermiştir. Bir karar vermişliğimiz olsa bile ya vazgeçirilmeye çalışılmışızdır ya da garipsenmişizdir. Fikrimize değer verilmemiştir. Ayıplanmış, küçük görülmüş veya onlar gibi düşünmek zorunda bırakılmışızdır. Hatırlayalım... Çok istediğimiz bir oyuncaktan nasıl vazgeçirildiğimizi, mezuniyet partisinde giyeceğimiz elbiseye annemizin karar verdiğini, üniversite tercihlerimizde aile bireylerinin içinde ukde kalan mesleklere yönlendirildiğimizi... Belki de evlenmek istediğimizde kendi kriterlerine uygun birilerini isteyecekler, sanki kendileri evleniyormuş gibi... Üzerimizde hep bir baskı vardır. Bize bunu yapanlar da aslında baskı altındadırlar. Çünkü bizim toplumumuzda "Komşular ne der? Akrabalar ne der?" diye neredeyse su içmek gibi alışkanlık haline getirdiğimiz, beyinlerimize kazıdığımız bir anlayış vardır. Toplumumuzdaki bireylerin büyük bir çoğunluğu bu baskıyla büyümüştür. O yüzden farklılıklar sevilmemiş, farklı düşünenler hor görülmüştür. İnsanın kendini baskı altında hissettiği konulardan biri de evlilik yaşı ve evleneceği insan profilidir. Zengin fakiri alamaz, okumuş, halk deyişiyle, davulcuya varamaz. Hadi bunları da geçtik, evlilik için yaşın otuzu geçemez. Es kaza otuzuna vardıysan artık evde kalmışsındır mübarek ola. İnce eleyip sık dokumaya vaktin yoktur senin, acele karar vermen gerekecek, armudun sapı, üzümün çöpü diyemezsin, hem bak yaşın da geçiyor çocuğun da olmaz senin. Beyaz atlı prensini bekleme lüksün yok artık. Kelli felli, çoluk çocuk sahibi, dul, hali vakti de pek yerinde olmayan birisi seni idare eder pek ala. Geçen senelerde bir filme gitmiştim. Filmin adı Kocan Kadar Konuş'tu. Ne gülmüş ve eğlenmiştim. Hatta ne yalan söyleyim biraz da umutlanmıştım. Bizim insanımızın, özellikle de kadınlarımızın, kızlarını daha çocukluktan itibaren nasıl koca bulmaya programladıklarını mizahi bir anlayışla izlemiştim. Otuzuna gelmiş Efsun'un sözde evde kalmışlığına çözüm arayan aile bireylerinin komik ama gerçeğe yakın davranışları bana hiç de yabancı gelmemişti. Efsun'un bütün baskılara ve yönlendirmelere karşı hala kendi gibi kalabildiğini ve sırf kendi gibi kalabildiği için lise aşkıyla kaldığı yerden devam edebildiğini, mutluluğa uzanan yolu bulduğunu izlemek keyif vericiydi. Efsun ne çirkin ne de basit bir kızdı. Onun otuz yaşına kadar evlenemeyişinin sebebi; gerçek aşkı araması ve dürüst bir ilişki istemiş olmasındandır. Evlilik konusunda yapılan baskılara boyun eğmemiş, etrafındaki insanların koca bulma konusunda yaptığı tavsiyeleri dikkate almamıştır. Çünkü yapılan bu tavsiyeler onun karakteriyle uyuşmamaktadır. Çevre baskısına dayanamayıp istemediği bir evlilik yapsaydı, ne aradığı sevgiyi bulabilirdi ne de lise aşkına kavuşabilirdi. Atılan oklara rağmen hedefe koşmada kararlılık gösteren insanlar üzerlerindeki baskıyı kırabilirler. Toplum bizden kadın olarak erkenden evlenip çoluk çocuğa karışmamızı bekler, kariyer yapmamızı istemez, kalbimizin sesini dinlemememizi bekler. Bunları yapınca ideal kadın oluruz... Saygı görürüz, istenen, aranan gelin oluruz. Böyle yapmadığımızda ne oluruz? Söylemeye dilim varmıyor, türlü türlü isimlerimiz olur. Bunlardan en hafifi "evde kalmış" ibaresidir. Kendimizi olabildiğince kabul ettirmektir aslolan. Toplumda fazla antipati oluşturmadan ama kendini de farklılaştırma zorunluluğunda hissetmeden, sadece kendimiz gibi olmak. İnsanın kendi gibi olması ne güzel! "Komşu ne der? Akrabalar ne der?" demeden yaşayabilmesi... İnadına hayalleri için mücadele vermesi, direnmesi, baskıları kafaya takmaması... Özgürlükleri kısıtlayan değer yargılarından, okuldan veya işten eve geldiğimizde üzerimizdekileri çıkarıp atıverdiğimiz gibi kurtulsak. İşte o zaman otuzunu geçmiş kızlara evde kalmış gözüyle bakılmaz. İşte o zaman sen lise aşkınla mesleği ne olursa olsun evlenebilirsin. İşte o zaman ressamlar istediği resmi çizebilir, müzisyenler kendi ritmini yakalar, yazarlar, senaristler sıradanlıktan kurtulur. İşte o zaman hayat gerçek değerini bulur. Filmi izlerken umutlandığımı söylemiştim ya. Belki bir gün benim de çocukluk aşkım karşıma çıkar. Efsun'un lise aşkı gibi... Masum, dürüst, gerçek aynı kendim gibi, aynı ben gibi...
Bazı kitaplar, filmler, belki bir kıyafet ya da bir koku insanı bulunduğu zamandan alıp başka zamanlara veya başka diyarlara götürüyor. Beni değişik diyarlara götüren ve her anında sanki bu dünyada değilmişim gibi hissettiren öyle bir yeri gezdim ki şuan bile gözümün önüne getirdikçe mutlu oluyorum. İşte o yer, Antalya'nın eşsiz güzelliklerinden biri olan Kurşunlu Şelalesi. Küçüklüğümden beri şelaleleri hep değişik ve sıra dışı bulmuşumdur. Bu yüzden Antalya'ya girdiğim anda ilk önce şelaleleri görmek istedim. Henüz Kurşunlu Şelalesi'nin bulunduğu tabiat parkına girmeden meraktan ve heyecandan yerimde duramıyordum. Biraz yürüyüp, merdivenlerden inip çıktıktan sonra gördüklerime gerçekten inanamadım. Sanki bir film sahnesindeydim, uçağım gizemli bir adaya düşmüş ve ben de yiyecek ararken susuzluğumu giderecek mükemmel bir şelaleyle karşılaşmış gibiydim. Beni sanki tılsımlı fısıltıyla kendisine çekiyordu. Yer ayağımın altından kayıyor, kendime engel olamadan ilerliyordum, ortamın verdiği serinlik ve esrarengiz bir havayla. Boyumdan kat kat daha büyük olan devasa kayaların arasından geçerken dünyadaki tek insan sanki benmişim ve yeni bir yer keşfediyormuş gibi hissediyordum. Öyle bir heyecanla ilerliyordum ki etrafımdaki onlarca insanın farkına bile varamıyordum. Serinliğiyle beni kendine çeken şelaleye kayalıkların arasından ulaştığımda her açıdan farklı bir güzelliğinin olduğunu bana anlatmak istiyordu sanki. Gürül gürül akan suyun yüksekten hızlıca düşmesiyle havada özgürce dolaşan her bir su taneciği tenime değdikçe, geçirdikleri uzun yolculuktan bahsediyor gibiydiler. Üstümün ıslanması ayaklarımın çamur içinde kalmasını umursamıyordum. Sadece orada öylece durup ortamın büyüsü içinde kaybolmak istiyordum. Beni değişik zamanlara götürmesini ister gibi gözüm kapalı ayakta kalmıştım. Tam o sırada sanki bir su perisi beni elimden tuttu ve şelalenin içine çekmeye başladı. Bir tarafımda gözlerime inanamayacak kadar güzellikte, şırıl şırıl akan bir şelale; öbür yanımda yukardan sarkan upuzun sarmaşıklar ve kayalara sıkıca tutunmuş yosunlar... Evet, gerçekten şelalenin altındaydım. Üstüm başım daha çok ıslandıkça bu dünyadan daha çok uzaklaşıyor, ufak bir çocuk gibi oluyordum. Kayalıklardan, çamurlardan ve şelaleden korkmuyordum; sanki hep oraya aitmişim gibi... Sırtımı kayalıklara verip şelalenin beni içine alıp ruhumu temizlemesini istiyordum. İçimde ne bir kötülük ne hırs ne mutsuzluk vardı; hiçbir olumsuz şey yoktu. Sadece mutluluk hissediyordum. Kendimi hiç olmamış kadar özgür hissediyor ve korkusuzca kayalıklardan kayalıklara atlıyordum. Sonsuza kadar orada kalacakmış gibi sahipleniyordum ortamı. Nasıl gerçek olabilir bu kadar güzel bir yer? Nasıl beni bu kadar heyecanlandırabilir? Etrafımdaki insanların bana çılgın gibi bakmasını umursamadan şelalenin güzelliğini doyasıya yaşamaya devam ediyordum. Her yerim ıslak, ayakkabılarım çamur içindeydi ama ben daha önce hiç eğlenmediğim kadar eğlenmiş, suyun tadını doyasıya çıkarmıştım. Su perisinin rehberliğinde, şelalenin altından çıkıp suyu takip ederek yürümeye başladım. Aşağılara indikçe suyun hızı yavaşlıyor, su gibi ben de sakinleşiyordum. Suyun büyük oranda durduğu ve bir göl oluşturduğu yere gelince burada saatlerce durduğumu ve artık bu efsanevi güzellikteki yerden ayrılma vaktimin gelip çattığını anladım. Oradan uzaklaşırken böyle muhteşem bir yerde bulunduğum için çok mutlu aynı zaman da bu güzelliklerden ayrıldığım için hüzünlüydüm. Fakat içimdeki ses yolumun tekrar bu büyülü mekana düşeceğini fısıldıyordu bana. Hayatımda gördüğüm tartışmasız en güzel yerdi. Benim için her zaman farklı ve eskimeyen yerini koruyacak olan esrarengiz ve bir o kadar da sıra dışı olan, kendimi kaybederken bulduğum, ilerledikçe küçüldüğüm ve kesinlikle tılsımlı olduğuna inandığım yer Kurşunlu Şelalesi...
Fareler ve İnsanlar... John Steinbeck'in bu eserini hala okumamış olmanın verdiği utancı hissettiğim yıllarda hep kendime sorardım, fareler ve insanların canlı olmalarının yanısıra bir başlığı paylaşabilecek kadar ne alakalarının olacağını hep merak ederdim. Romanın ilk sayfalarında karşılaştığım bir cümle hem bu merağımı gidermemin, hem de oldukça derin düşüncelere dalmamın önünü açmıştı. "İnsanlar ve fareler hiçbir zaman hayallerini gerçekleştiremezler". Düşünsenize, her gün içinde bulunduğumuz koşuşturmacaların sonucu olmalarını umduğumuz sonuçların, yani hayallerimizin tamamının bir çıkmaz sokağa çıktığını kabullenebilir miydi pek aciz insanoğlu? Hayallerimiz, kim olumsuz bir durumu hayal eder ki? Dolayısıyla hayallerimizdeki, en azından benim hayalimdeki herşey mükemmel olmalıydı. Peki bu mükemmeliyet ne kadar gerçekçi olabilirdi ki? Bu düşüncelerime romanda bir yorum ararken, Steinbeck'in kurguladığı karakterlerden George'un bir deha olmasına ragmen oldukça çelimsizolması; aynı zamanda diğer ana karakter Lennie'nin yapılı, geniş omuzlu bir adam olmasına rağmen oldukça saf ve unutkan olması bir insanın gerçekten hiçbir zaman mükemmeliyet şeklinde tanımlayabileceğimiz hayallerine ulaşamayacağının bir kanıtı gibiydi. Belki de yazar karakterleri kurgularken bunu düşünmemişti, ancak mükemmel olmayan bir okuyucu olarak karakter betimlemelerinden bunu çıkarabilirdim, çünkü bir insan olarak benim de hata yapma payım vardı, dolayısıyla Steinbeck de bu şahsımca eşsiz eseri ortaya koymasına ragmen mükemmel olmayabilirdi. Her ne kadar bizim sürdüğümüz hayatla bire bir aynı olmasa da, Steinbeck'in kurduğu dünyada da insanların hayallerine yaklaşabilmek için yenmek zorunda oldukları zorlukların olduğunu farkettim. Benim bu yazıyı yazmadan arkadaşlarımla kantinde çay içmeye gidemeyeceğim gibi, Lennie de tarlayı sürmeden pek sevdiği George adlı karakterin yanına boş boş laflamaya gidemeyecekti. George fiziksel güç gerektiren işlerde Lennie'ye muhtaçtı, tıpkı Lennie'nin George'un zekasına kendi özel hayatında dahi kendi yarım fikirlerinden daha fazla güvenmesi gibi. Bu size de kendi yaşantınızdan bazı gerçekleri yansıtmıyor mu? Her işi kendimiz yapamıyoruz, sağlıklı olabilmek için annemizin çorbalarına, doktorun iğnesine; mutlu olabilmek için sevdiklerimizin omzuna ve bize sarılmaya her an hazır olan kollarına ihtiyacımız yok muydu? En azından benim vardı ve eğer cevabınız hayır ise bu tamamen benim düşünce tarzımdaki çarpıklıktan, yani mükemmel olmamamdan kaynaklanıyordu. Ben mükemmel değilim çünkü annemin çorbaları ile yediğim o pek acıtan iğneler olmasaydı şu an sağlıklı olmayabilirdim, ya da sevdiklerimin desteği ve sevgisi olmasaydı şu an bu kadar dik duramazdım hayallerimin peşindeyken karşıma çıkan tüm zorluklara... Evet sevdiklerim dedim, onlara da mükemmel denemezdi aslında, çünkü her insan gibi onlar da bana zarar verebiliyorlar zaman zaman, tıpkı Lennie adlı karakterin farkında olmadan, sevip okşarken boynunu kırıp öldürdüğü patronunun gelini gibi... Ne tuhaftır ki ben de tıpkı George gibi bütün bu olaylardan onları suçlu tutamazdım, çünkü sevdiklerim insanların hayallerime ulaşamamamın sorumluları olmalarını kabul etmek kendimle çelişmek anlamına gelirdi, ve kendi ile çelişen bir insanın hayallerinin tutarlı olması da beklenemezdi. Biraz sorgulayınca sevdiklerimizi, zaten yerlerini onları kaybedince doldurmaya çalışmıyor muyduk farkında olmadan? Zaten onların da bizden isteği bu yönde olmalıydı, çünkü bir insanın sevdiklerinin onun yanında olup mutluluğunu temenni eden insanlardan oluşması gerekirdi. Bu düşünceyi romanda tarayacak olursak eğer, George'un tüm olaylarının ardından hayatlarında oluşan tüm zorluklardan sıyrılmak adına, Lennie'nin de iyiliği için (en azından George böyle düşünüyordu, o da mükemmel değildi; en basitinden çelimsizdi) onu öldürmüştü, üstelik ona hayal kurdurarak... İşte hayallere ulaşmak bu kadar zordu, hayalsiz yaşamak ise uğruna vazgeçilecek hiçbir şeyin olmadığı koca bir boşlukta sürünmekten ibaretti, tıpkı fareler gibi...
Bağımlı olmak... Sizce de korkunç değil mi? Bir insana, bir eşyaya, bir hayvana ya da yaşantınıza bağımlı olmak. Onlar olmadan kendini yaşayan bir ölü gibi hissetmek, hatta onların hayatınızdan yitip gitmesiyle kendinizi, daha önce farkına bile varmadığınız, bu koca dünyada yapayalnız hissetmek... Issız, amaçsız ve çaresiz... Her gün defalarca soluğunun kesildiğini hissetmek... Her gün defalarca ölmek... Sizce de korkunç değil mi? Bağımlılık bir nevi hastalıklı ruh hali, karşındaki kişiye muhtaç olmaktan ibaretken; bağlılık sadakattir, karşılıklı saygıdır ve bir kişiye özgürce sevgi duymaktır. İkili ilişkilerde, insanlar genellikle karşılarındaki kişiye bağlı kalmaktan ziyade bağımlı bir şekilde yaklaştıkları için aradaki bağlar kopuyor. İnsanlarda ne kadar "Varlığın kadar varım." düşüncesi hakimse, karşılarındaki insana bir o kadar müptela oluyorlar. Ben ise bu müptelalıktan bahsetmek istiyorum. Bir insan düşünün, tüm hayatını başka birine bağlamış olan. Bütün mutluluğunu ve üzüntüsünü karşısındaki kişiye göre belirleyen, seçimlerini bağımlı olduğu insan olmadan yapamayan ve onun için her şeyden vazgeçmeye hazır birini düşünün. Ne kadar korkunç değil mi? O insanı hayatının merkezine alıp kendini hiçe saymak... Hayattan gelen tüm kurşunlara onun için kendini siper etmeye hazır, hatta o öl dese belki bir saniye bile düşünmeden hayatına son verecek bir bağımlı ruh hali bu bahsettiğim. Eminim siz de hayatınızın herhangi bir döneminde şuna benzer bir haber duymuşsunuzdur: "Eşinden boşanan kadın intihar etti." ya da "1 aylık sevgilisinden istediği yirmi bin TL'yi sevgilisi banka hesabına yatırdıktan sonra sırra kadem bastı." Peki hiç düşündünüz mü bu yaşananların altında yatan gerçekler nelerdir diye? Bağımlı kişiler ilişkileri sonlandığı zaman, ki bu sonlandırma işlemi genelde karşı taraftan olur, hayattaki tüm bağlarını kaybettiklerini, onun yanında yaşadığı hazzı, sevinci ve aşkı bir daha başka birinde bulamayacaklarını zannederler. Hatta tabiri caizse bağımlı kişiler "Onun yanı benim için gezegendeki en güzel yer, onsuzluk ise benim için dipsiz bir cehennemdir." düşüncesi içindedirler. Bu sebepten ötürü, bağımlı oldukları kişi tarafından terk edildiklerinde ölüm onlar için en büyük kaçış yolu olarak görünmez mi sizce de? Kimi zaman haberlerden duyduğumuz kimi zaman da bizzat şahit olduğumuz bu terk edilişleri kaldıramamanın altında yatan en büyük neden belki de bu bağımlı kişilik bozukluğudur. Bir de bağımlı kişiliklerin insanların elinde bir oyuncak haline nasıl büründüğüne bakalım. İnsanın ne kadar zalim olabileceğine... Kendilerine bağlananları nasıl oyuncak gibi kullanabileceklerine... Karşısındakine bağlı olan insan, kendini sevdiğine bırakır ama kendini kaybetmeden yapar bunu. Bağımlı insan ise zaten unutmuştur kendini. Muhtaçtır sevdiğine. Savunmasızdır ona karşı. Saklamaz hiçbir şeyi. Gerçek gözlerinden okunur. İşte menfaat avcıları, kendilerine aşık ya da daha doğrusu bağımlı olan insanların gözlerinde görürler kendilerinin ne denli önemli olduklarını ve bunu fark ettikleri an artık zincirler ellerindedir, bilirler aşığının onsuz yapamayacağını. İnsanlar senin kendini kontrol edemediğini anladıkları zaman, seni kontrol ederler. İşte para yatırma olayı da tam bu cümlemi kanıtlayacak nitelikte bir örnek. Bağımlı kişiler insanlar tarafından kullanılmaya en müsait kişiliklerdir belki de. Size şöyle anlatayım. Bağımlı insanlar karşısındaki insanı kaybetmekten o kadar korkarlar ki o, bir şey istediği zaman ne pahasına olursa olsun komutanına itaat eden bir asker gibi her an söylediklerini yerine getirmeye hazır bir haldedirler. Yeter ki sonucunda sevdiği mutlu olsun, kendine daha çok bağlansın, hatta o kadar çok bağlansın ki onu bir daha hiç terk etmesin; çünkü bağımlı kişiler hayatlarını sevdiklerinin onları terk etme korkusuyla sürdürürler. Bağımlı bir kişiliğin en güzel anlatıldığı kitaplardan birisi de Stefan Zweig'in 'Bir Çöküşün Öyküsü'dür. Zweig, bu eşsiz eserinde iktidar sahibi ve ilgi odağı olmanın verdiği güçle hayatını geçiren Madame Prie'in ansızın gelen bir mektupla bu güçten mahrum kalmasının ve çok sevdiği Paris'ten sürülmesinin ardından geçirdiği süreci anlatıyor. Madame Prie, her geçen gün daha çok kayboluyor bu yeni hayatında. Her ne kadar direnmeye çalışsa da yapamıyor. Bağımlısı olduğu eski hayatının, şehrinin verdiği özlem ona çok ağır geliyor ve bir daha eski hayatına geri dönemeyeceğini anladığında ise bu kavrayış onu geri dönüşü olmayan bir uçuruma sürüklüyor. Bağımlı oldukları uğruna vazgeçiyor kendinden diğer tüm bağımlılar gibi. Madame Prie ve diğer bağımlıların kavrayamadığı, belki de kavramak istemedikleri bir şey var. Aslında mesele oldukça basit. Bir şiir ne güzel özetlemiş her şeyi: "Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne. "O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin. Demeyeceksin işte. Yaşarsın çünkü." Şimdi düşünme sırası sizde bağlı mısınız, yoksa bağımlı mı? Sizinki bir aşk mı, yoksa hastalık mı?
"Fransızcası, Brugnans olan tüysüz nektarin şeftalisinden nefret ediyordu söylediğine göre. İnsanlar nektarize oluyorlardı, tatlı ama incelikten yoksundular, yerinde gösterilen ama yüreklerinden gelmeyen duyguları vardı, tasarlanmışlardı, hazır giyim ürünüydüler, sezaryenle dünyaya gelmiş olup gerçekten doğmuş değillerdi." (Aciman 47) Nektarinler misali incelikten yoksun bir insan topluluğunun arasında, kalabalığın içinde sadece bir noktayken hayatlarımızı öylece sürdürmeye çalışıyoruz hepimiz. Karamsar bir bakış açısı değil, her günümüz birbirine benziyor. Her sabah aynı bardakta sert kahve, uykusuz gözlerle aynada kendini incelemek, yarım yamalak yapılmış bir kahvaltının ardından hızlıca diş fırçalamak ve sürekli bir yerlere yetişmeye çalışırken "Ben burada ne yapıyorum acaba?" diye zaman zaman sormak. İş yükünün içinde boğulurken bazen bunlara yetememek, kendini kötü hissetmek ya da o kargaşada sana verilen görevleri yetiştirmeye çalışırken yaşamın sadece bazı insanların gerçekten fark ettiği o asıl amacını unutmak. Doğal olmayan, tesadüflere ve hatalara asla açık olmayan mükemmel hayatlarımızı yaşarken bunu sorgulamak kaç tane insanın aklına gelir bilmiyorum. Sonuçta o kadar nektarinin arasında acaba kaç kişi "Durun lütfen, yanlış giden bir şeyler var. Hepimiz aynıyız, tatlı ama yapayız. Aynı elden üretildik. Yenmiş bir şeftalinin çekirdeğinden her birimiz istekle olmadık ki." der? Aciman'ın Harvard Meydanı'ndaki ana karakterimiz tam da başarısız bir öğrencilik hayatı yaşarken bunları sorguluyordu işte, bunu kendi "evi" gibi gördüğü bir kafede yapıyordu. Kendi gibi bir yabancı bulmuştu Cambridge Meydanı'nda, yaşadığı yer farklı, ana dili farklı, kendi dili ana dilinden de farklı kendi bile bilmediği. Akıcı bir Fransızca ile konuşurken buluyorlardı kendilerini, kendi ana dilleri gibi geliyor alışamadıkları İngilizceden biraz kaçıyorlardı. Halbuki ikisi de onlara ait değildi. Nereye ait olduklarını bilmiyorlardı aslında, kendilerine göre Cambridge Meydanı'ndaki Kafe Algiers'e aitti bu iki Orta Doğulu. İçlerinden geldiği için de sürekli oradalardı, evlerindeydi Algiers'te sert birer kahve içerken bu ikili. Kargaşa içinde kaybolan insan sürüsünün bir parçası gibi tıpkı bu ikili, kim olduklarını bilmiyorlardı defalarca sorguladıkları halde. Kendini bulmak için verilen çabaları okurken herkesin kendinden bir şey bulabileceğini düşünüyorum. Hepimiz aynı bahçeden çıkma nektarinler miyiz, yoksa değil miyiz? Aslında her bir insanoğlu kendine özgü ve farklıdır. Kalaş'ın bahsettiği onlarca ameliyat geçirip birer sarışın bebek olmuş, sadece televizyonda verilen saçma sapan programları takip eden onlarca insan var. Ama bu insanlar aynılaşmadan hepsinin özü birbirinden oldukça farklıydı. İnsanlar nedense aynı olmak için çok fazla çaba sarf ediyor. Büyük ihtimalle genel kanıya göre "mükemmel"e en yakın olmak için bu kadar çaba sarf ediyor ve acı çekiyor bu insanlar. Kabul edilen yargıların peşinden koşuyor herkes, genelin beğendiğine hücum ediyor, herkes beğendiyse kesin en güzeli ve en doğrusu genelin beğendiğini yapmaktır çünkü. Şunu anlayamıyoruz ki her birimiz olduğumuz insan olunca daha güzel bir ortamda yaşayabiliriz. Kafalarımız ve dış görünüşlerimiz aynı oldukça hayatın ne anlamı kalır ki? Çeşit lazım çeşit. Bunu anlayamıyoruz çünkü hepimizin kafasında yer etmiş bu mükemmellik algısına en yakın olan insanları yüceltip tepemize çıkarmakla meşgulüz. Tabii ki bu algıya en yakın hale gelmek için müthiş çabalar sarf ediyoruz. Halbuki gerek yok. Belki de ana karakter bunu fark ettiği için sevdi Tunuslu taksi şoförü Kalaş'ı. "Nektarin kendini bir meyve sanır. Doğal olmadığının farkında değildir." diyor Kalaş. Bunu bir öğüt olarak söylemiyorum asla, sadece kendi dileklerim olarak söyleyebilirim ki umarım hepimizin kafasına bütün detaylarıyla kazınmış o kusursuz insan algısına ulaşmaya çalışmayı en azından biraz azaltabiliriz. Hepimizi çok yıpratıyor bu yol çünkü, biraz kendimizi ve başkalarını tanımaya çalışsak ve aynı fabrikadan çıkmış gibi davranmasak hepimiz için biraz daha iyi olmaz mı ki?
Yönetenlere tepkilerini sessiz bir şekilde gösteren ezilmiş ve dışlanmış halklar tarafından geliştirilen bu 'sessiz direniş' aynı zamanda kitabımızın da başlığını da oluşturuyor. Yazar, geçmiş yıllarda meydana gelen birçok sessiz direniş hareketlerini anlatarak gelişen bu yeni stratejiyi tarihi bir perspektiften anlatıyor. Gelin görün ki, bu anlatılan olaylar yer yer insanı güldürüyor. Neden diye soracak olursanız; kendilerine karşı uygulanan yıldırma politikilarına karşı zekice davranıp, başarılı bir şekilde bu hamleleri bertaraf ediyorlar. Dünyanın hemen hemen her yerinde gözlemleyebileceğimiz bir olgudur maalesef halkların ezilmişliği. Kendi dillerini konuşamayan veya kendi örf, gelenek ve göreneklerine göre hayatlarını idame ettiremeyen milyonlarca insan. Ve bunlara karşı oluşturulan haklı refleksler ortaya çıkıyor. Aynı zamanda, geliştirilen bu sessiz direniş modeli birçok insana ve millete geliştirecekleri milli modellerde de referans oluyor. Fikir özğürlüğünün yepyeni bir hali olarak karşımıza çıkan sessiz direniş hareketi modern anlamda bildiğimiz gibi ilk olarak Arap Baharı olarak adlandırılan ve Arap ülkelerinde meydana gelen olaylar silsilesinde kullanılmıştır. Fakat bana kalırsa, bu direniş hareketi maalesef yeteri kadar meyvesini verememiştir. Halklar, 'sessiz' bir şekilde hükümetlere ve otoritelere karşı tepkilerini göstermiş olsa da, talepleri tam anlamıyla yerine getirilmemiştir. Mısır'da gördüğümüz üzere maalesef halk tarafından seçilmiş olan Cumhurbaşkanı, askeri darbe ile görevden alınmış ve nihayetinde idam edilmek üzere yargılanmıştır. Demokrasi, hak ve özgürlük için meydanlara inen halk ise görüldüğü üzere pek de başarılı olamamıştır. Bunun altında yatan sebep ise yıllardır birileri tarafından yönlendirilmeleridir. Fakat, sessiz direnişin ilk görüldüğü yer olan Filipinler'de bu durum Arap ülkerinde başarılı olduğundan çok daha başarılı ve verimli olmuştur. Filipinler' de yaşanan sessiz direniş hareketi 1980'lerin ortasında meydana gelmiştir. Buradan yola çıkarak varabileceğimiz sonuç şu ki; demokrasiyi isteyen halkların öncelikle demokrasinin ne olduğunu anlamaları ve kavramaları gerektiğidir. Yıllardır Ortadoğu'da ki halklar demokrasiyi sadece modern ülkelerde var olan ve kendi ülkeleri içinde gerekli olduğunu düşündükleri bir algı olarak ele alıyorlar. Bunun dışında demokratik bir ortamın oluşması için gereken etmenler veya izlenmesi gereken yollar hususunda maalesef bir yol katedememişlerdir. Öncelikle bu insanların demokrasiyi kendi içlerinde özümsemeleri gerekmektedir. Bir manada, kendi evlerinde, kendi ailelerinde demokratik bir düzeni tesis etmeleri gerekmektedir. Maalesef, bu tarz eylemleri gerçekleştirmeyip de kendi ülkeleri için demokrasi istemeleri pek de sağlıklı değildir. Ve bu isteklerini belirtmek için geliştirilen argümanlar da aynı şekilde zayıf kalıyor. Sonuç itibariyle, zamanında modern(!) ve gelişmiş(!) toplumlarda sessiz direniş ile elde edilen kazanımlar, bu ülkelere nazaran fikri açıdan daha geri kalmış ülkelerde yeteri kadar işlevsel ve başarılı olamıyor. Fakat, protesto tarzı olarak benimsenen sessiz direniş modeli özellikle yıllar boyu bombalarla, silahlarla ve intihar saldırılarıyla birlikte adı geçen Ortadoğu halkları için büyük bir kazanımdır aynı zamanda. Ortadoğu'daki insanların şiddetsizliğe duydukları özlemi de ortaya çıkarmıştır. Bana kalırsa, bu özlemden doğan bu hareket her ne kadar siyasi anlamda büyük bir kazanım sunamasa da sosyolojik ve psikolojik olarak Ortadoğu'da yaşayan halklar için çok ama çok büyük bir kazanımdır. Sonuç itibariyle, neticeye bakmaksızın, sessiz direniş şeklinin benimsenmesi bütün bir insanlık için önemli bir olaydır. İnsan canı üzerinden hesaplar yapan birtakım odaklara rağmen uygulanan bu model sayesinde umarım ki ilerleyen zamanlarda çok daha büyük kazanımlar elde edebiliriz. Yine ümidim odur ki, halkların meydana getirmiş oldukları sessiz direnişe idareciler ve güç odakları sessiz ve tepkisiz kalmazlar.
Hayatımızda sürekli iyi veya kötü bir şeyler yaşarız ve insanlar genellikle ona "tecrübe" adını verirler. Eğer hayatımızda bir şeyin sonucu iyiyse mükemmel, kötüyse tecrübe olarak kalır. Bu tecrübeleri hayatımıza nasıl kattığımız da tamamen bizimle alakalıdır. Her insanın hayatı tecrübelerle doludur. Bu tecrübeleri edinmeye çok küçük yaştan başlarlar. Sizce hayatınızda şu anki yaşınıza kadar kaç tane tecrübe edinmişssinizdir. Bir düşünseniz, belki de yüzlerce vardır. Eğer fark ettiyseniz tecrübeyi edinmek fiili ile kullanıyoruz ya da kazanmak. Çünkü çoğu insan sonucu iyi de olsa kötü de olsa tecrübeyi bir başarı olarak görür. Eğer sonuç kötüyse ondan ders alıp bir daha yapmazlar ama sonuç iyiyse zaten mükemmeli yaşamaya hazırdırlar. Mesela çok zenginsiniz ama asıl zenginliğiniz çok paranız olması değil bu parayı nasıl muhafaza ettiğinizdir. Çünkü ileride çok paranız kalmayabilir ama zamanında iyi bir yatırım yaparsınız, ileride paranız olmasa bile o paranın ekmeğini yiyebilirsiniz. Ya da düşünelim ki çok sosyal bir insansınız ve etrafınızda sürekli çeşit çeşit insan var. Ama her insanda olduğu gibi sadece sayılı "dostum" diyebileceğiniz insan var ve biliyorsunuz ki dostluklar tevazu ve özenle kurulmuş olmalıdır. Çünkü bazen bir dost bir aile olur. Gün gelir bu dostum dediğiniz insanlar sizi sırtınızdan vurduğunda(burada genelleme yapmıyorum sadece örnek veriyorum) bu bile hayatınızda edindiğiniz bir tecrübeye dönüşür. Yani siz bunun sonucunda kimseye çok güvenmemeye başlıyorsunuz hatta bazılarınızda kendinden başka kimseyi sevememe duygusuna bile dönüşebiliyor. Eğer ki günün birinden bu yapılan ihaneti ya da siz nasıl adlandırırsanız unuttuğunuzda, hazmettiğinizde, işte o zaman güçlü bir insan olursunuz. Çünkü İbrahim Çoşkun Akyüz demiş ki "Bizi güçlü yapan yediklerimiz değil hazmettiklerimizdir."(1). Çünkü biz insanoğlu tecrübelerle besleniriz. Onlarla büyür, onlarla mutlu olur, onlarla acımızı paylaşırız. En basit örnek olarak ölümü vermek istiyorum. Eğer bir insan ölüm acısını tecrübe edinmişse dünyaya daha farklı bir gözle bakar. İnsanları daha az kırmaya, daha az çalışıp, daha çok gezmeye başlar. Çünkü o duygunun tecrübesiyle bilir ki, kendisi de bir gün ölecektir. Ya da başka bir örnek vermek istiyorum. Diyelim ki çok okuyorsunuz ama kafanızda hiçbir şeyin kalmadığını hissediyorsunuz. Tam işte bu durumda İbrahim Çoşkun Akyüz demiş ki "Bizi bilgili yapan okuduklarımız değil kafamıza yerleştirdiklerimizdir."(1). Yani isterseniz hayatınız boyunca yüzlerce kitap okuyun ama eğer o kitapları kafanızda bir yere oturtamıyorsanız hiçbir işe yaramaz. Hadi oturttunuz diyelim. Ama ona göre davranamıyorsunuz. İşte o zaman da okuduklarınızın hiçbir anlamı kalmaz çünkü bizi erdemli kılan söylemlerimiz değil eylemlerimizdir. Eylemler bir insanın hayatında kendini ispatlayabileceği tek şeydir. Bir sürü sözler verebilirsiniz ama insanlar sadece eylemlerinize bakar. Onun için bizi bilgi ve başarıya ulaştıran eylemlerimizdir. Edindiğiniz tecrübeler karşısında değişmlere açık olun ve asla değerlerinizi kaybetmeyin. Kazandığınız şey iyi ya da kötü mutlaka size veya yaşantınıza bir şeyler katacaktır. Bunun değerlerinizi bozmasına izin vermeyin. Gerçek ve tek doğru iletişim kişinin kendisiyle kurduğu iletişimdir. İletişim, kendini doğru ifade etmek demektir ve biz kendimizi tecrübelerimiz doğrusunda ifade ederiz. Ama unutmayın ki herkes aynı tecrübeyi yaşamaz. Siz nasıl yaşadığınız kötü bir şeyin düşmanınızın başına gelmesini istemiyorsanız, onun o şeyi yaşadığındaki edindiği tecrübe sizinkinden farklı olacaktır. Onun için çoğu zaman bizim yaşadıklarımızla karşı tarafın yaşadığı arasında dağlar kadar fark vardır. Bana göre herkes yaşayıp kendi tecrübesini edinmelidir. Herkesin hayatınızda güzel ya da iyi tecrübeler edinmesi dileğiyle.
Her sabah gözümü açtığımda yeni bir güne uyandığımı bilirim. Yeni bir gün, dünün pişmalığı ya da yarın yaşamanın umudu değildir benim için. Yeni bir gün "yeni" ve yaşanılmaya değerdir, o kadar. Bu yenilik meselesini bu kadar basite indirgediğime bakmayın, hayatımı yaşanılası yapan ve içimdeki mutluluğun belki de tek sebebidir bu küçük yeni anlar. Düşünüyorum da yaşadığım, nefes aldığım her dakika hayatımın en olgun zamanı, her yeni güne bir öncekinden daha iyi tanıyarak başlıyorum kendimi. Ne olduğumu, kim olduğumu bilerek her anı doyasıya yaşayarak... İşte bu yüzden dünki pişmalıklarımı dünde bırakıyorum. Hepsi benim için ders, ne olursa olsun bugün burda olmamın sebebi onlar. Gözümü açacağım her sabah için, bir sürü nedenim vardır ya da bir gün ulaşmayı hedeflediğim bir amacım. Belki bugün aşık olurum, yarın mezun olurum... Her günüm tadılması gereken bir heyecan, yaşanılacak yeni bir macera olur çıkar karşıma. Ama hiç bir zaman planım yok, hayat sahnesinde doğaçlama bir oyunun içerisindeyim çoğu zaman. Bulunacağım mekanlar, tanışacağım insanlar hatta tadacağım yeni yemeklerin bile bir hesabı kitabı yok. O an ne istersem o oluyor, saatlere takvimlere bağlı kalmadan yaşamanın tek sırrı bu sanırım. Kendimi kısıtlamayı sevmiyorum belki de. Kimilerine göre anda kalmanın sınırlarını zorluyor olabilirim ama özgürlük bu işin fıtratında var. Yaşadım diyebilmek için, dün yapamadıklarınızın sonradan baş ağrıtmaması için... İşte bu yüzden benim güne söylediklerim dünle bugünün harmanlanmış hali bir yerde. Dünki Irmak olmadığımı bilerek uyandığım her sabah için bugünün gizemini çözmeye hazır hale gelirim. Bu da dolu dolu yaşadığım her an için şükretmemin en basit yolu. Geçmişin ayağımda bir pranga olmasına izin vermediğim gibi, geleceğin de beni kısıtlama hakkı olduğunu düşünmüyorum. Bugün yaptıklarımın hesabının yarın sorulacağına inananlardan değilim. Kendi iradem, aklımla verdiğim her kararın beni ileriye taşıdığına eminim zaten, bunu üstüne bir de "neden bugün bunu yapmadım? Yarın daha rahat ederdim." diye tasalanmanın manası yok benim için. Bugün yapmadıklarımla bile mutlu olduysam yarın da mutlu olmanın bir yolunu bulurum elbet. Bunu bugünden düşünüp saçları erken ağartmanın bir anlamı yok. Gamsız olmak değil benimki. Hayal kırıklıklarına, keşkelere izin vermeyen bir hayatın portresini çizmeye çalışıyorum o kadar. İnsan bir kez dünyaya gelir diye herkes içini dolduramadığı cümleler türetmesini iyi biliyor. İş uygulamaya geldiğinde oluşturulan teoriler, teori olarak sonsuza kadar varlığını sürdürmek üzere rafa kalkıyor. Ben teoriye teori demem pratiğe geçmedikten sonra. Madem yaşanılacak tek bir hayatımız var hatta ne zaman sona ereceğini bile bilmediğimiz bir hayat, o zaman planla programla uğraşacak vakit yok demektir. Düşünmeden, başıma ne geliyorsa, bu dalgalar beni hangi limana sürüklüyorsa oraya doğru yol almaya hazırım ben. Her gün olduğu gibi, yarın da güneş benim için yeniden doğacak. Yeni bir sayfa, yeni bir macera... Başıma neler gelecek hiç bir fikrim yok. Kafam da bir fikir oluşturmak için yaşamıyorum zaten. Yarın ne olacağını düşünerek kafamı yastığa koymayacağım, en azından bunu iyi biliyorum. Günün sonunda derin bir iç çekerek, yüzümde ufak bir gülümsemeyle bir sonra ki günü bekliyor olacağım. Bütün arayışım yaşadım diyebilmenin en doğru yolunu bulmak için. Kaç nefes kaldığını bilmeden ama aldığım her nefesin hakkını vererek yaşayacağım. Bugüne söyleyebileceğim tek ve en değerli şey bu. Irmak Kocabay
Gençlere verilen nasihatları alt alta yazarsak en çok tekrar edilenler şunlar olacaktır; "Asla ödün verme, sakın bu konuda taviz verme, asla vazgeçme, eğilme, bükülme...". Bu tavsiyeler çoğunlukla hayatının her aşamasında bir şeylerden taviz vermekte hiçbir sakınca görmeyen yaşlı insanlardan gelir. Kendi hayatlarında yapamadıklarını gençlerin yapmasını istemek, yaşlı insanların en çok sevdikleri konular arasında yer alır. Bir de yaşlı gevezeliğini ekleyecek olursak ödün vermek konusundaki tavsiyelerin ardı arkası kesilmez. Ben tavizkar olmanın bu kadar kötü bir şeymiş gibi yansıtılmasından rahatsız oluyorum. Henüz bitirdiğim bir kitap, bu konudaki düşüncelerimin pekişmesine neden oldu. Bu kitap, Hüseyin Nihal Atsız'ın Ruh Adam isimli eseri. Türkiye'de Nihal Atsız ismi telaffuz edilince genellikle refleks olarak birçok ön yargı belirir insanların kafasında. Tüm samimiyetimle söylüyorum ki bu ön yargıyı yıkın ve Ruh Adam'ı okuyun. İddia ediyorum Türkçe yazılmış en başarılı eserlerden birisi. Kitap, kendi prensiplerinden ödün vermeyen bir askerin, komutanlarıyla fikir uyuşmazlığına düşüşünü müteakip ordudan atılmasını ve içerisine girdiği ruhsal bunalımı anlatıyor. Kitabın büyük kısmı monologlardan oluşuyor. Zaten diyaloglar da çoğunlukla kahramanın (Selim Pusat) halüsinasyonlarında yarattığı kişilerle konuşmasından ibaret. Bu bağlamda kitabın tamamı monolog diyebiliriz. Ruh Adam'da kahramanın psikolojisi adım adım bozuluyor ve eser sizi kahramanla birlikte büyük bir karamsarlığa sokuyor. Peki bu kitabın benim "taviz vermek" konusundaki fikirlerimle ne ilgisi var? Aslında Selim Pusat'ın kendisini çıldırtacak derecede karamsar olmasının nedenini, hemen hiçbir konuda taviz vermemesidir. Kendisi mahkemeye çıkar, sözlerinden geri adım atması halinde affedileceği söylenir ama o asla taviz vermez, bu durum özel hayatında da böyledir. Sonuç olarak sürekli bir mağlubiyet ve kaybediş hali Selim Pusat'ı bekler. Peki biz hayatta böyle mi olmalıyız? Asla taviz vermemek bizi mutsuzluğa götürmez mi? Bence mutsuzluğun en büyük sebeplerinden birisi taviz vermeme inadı. Gerektiği yerlerde kendi prensiplerimizden vazgeçmek, bulunduğumuz ortama uyum sağlamak zorundayız aksi halde türlü türlü fikrin olduğu bu dünyaya uyum sağlamakta zorlanacağız. Hal böyle olunca, sakın taviz verme nasihatları ne kadar mantıklı? Ödün veriyor olmanın bir ahlaksızlık gibi algılanmaması gerekiyor. Zaten yer yüzünde prensiplerinden ödün vermeyen çok az insan kaldı, insanlar sadece bu gerçeği kabul etmiyorlar. Hayatımızı kimin ne zaman koyduğu belli olmayan prensipler için dar bir kalıba sokmanın, ruhumuzu kasmanın ne anlamı var ki? Bu söylediklerimin biraz yanlış anlaşılmaya müsait olduğunun farkındayım. Taviz vermemek konusundaki ısrarcılığı eleştirirken kayıtsız şartsız taviz vermeye güzelleme yapıyor gibi görünmek istemem. Bazı konular vardır ki asla taviz verilmez. Yazının bu kısmına kadar fikirlerine pek katılmadığım Nihal Atsız'ın "Şerefin tavizi olmaz." sözüne samimiyetle katıldığımı söylemem gerekiyor. 1 Bir insanın kesinlikle ödün vermemesi gereken bir şey varsa o da şerefidir. Şeref, etik değerleri de içerisinde kapsayan, kişinin öz saygı duymasını ve dolayısıyla hayata tutunmasını sağlayan olgular bütünüdür. Ruh Adam'da Selim Pusat'ın halüsinasyonlarında en çok beliren arkadaşının isminin Şeref olması ve kahramanın karısından, çocuğundan bile vazgeçebilmesine rağmen Şeref'ten asla vazgeçmemesi, yazarın (ve benim) şeref, haysiyet gibi konulardaki fikirlerimizi yansıtıyor. Sonuç olarak, insan, prensip sahibi olacağım diye kendi ruhunu kasmamalı. Bu uzun vadede bizi mutsuzluğa ve başarısızlığa götürür. Bunu yaparken de "döneklik" sınırına dikkat etmeliyiz. Yani, kendimizi prensiplerin boğuculuğundan azade kılarken dönek sıfatı yememek için her ikisi arasındaki dengeyi iyi yakalamalıyız. Türkiye, uçlarda yaşamayı seven insanların ülkesidir ancak taviz vermek ve vermemek konusunda kesinlikle uç olmamalı, dengeli davranmalıyız.
"Gerçekten özgür müyüz?" sorusu insanoğlunun beynini belki de ilk evrimleştiğinden beri kurcalayan en özel sorulardan biridir. Soru aslında açık görünüyor ancak düşünmeye başlayınca içinden çıkılmaz bir hal alabiliyor. Adam Fawer'in 2005 yılında yayınlanan Olasılıksız adlı kitabı atalarımızı adeta yüz kızartıcı suç işlemişlercesine utandıracak cinsten... Soru o kadar akıcı bir şekilde işlenmiş ki; kitaba ilk başta klişe gözüyle bakan ben bile elimden düşürmeden bir çırpıda okuyuverdim. Kaleme alanın Fawer olması elbette kendisiyle beraber muazzam bir kurguyu da getiriyor, hatta o kadar iyi bir kurgusu var ki mucizelere asla inanmayan insanları adeta fizik kurallarıyla ikna ediyor. Kitapta epilepsi tanısı konulan başkahramanın muazzam olasılık hesaplarıyla geleceği okuması konu edinilmiş ve tabii ki buna bağlı olarak gerçekleşen olaylar. Kitap yediden yetmişe herkeste farklı bir etki bırakabilir ve herkes kitapta aradığını bulabilir. Aksiyon mu istiyorsunuz? Olasılıksız'ı okuyun! Felsefe mi istiyorsunuz? Olasılıksız sizin kutsal kaseniz. Yoksa siz bilim sevenlerden misiniz? Çekinmeyin, başına elma düşen Newton kadar mutlu olacaksınız! Ve daha ne isterseniz isteyin. Kim ne arar ne bulur bilinmez ama kimse "beyni" boş dönmez bu kitaptan, orası kesin. Caine'in(başkahramanımız) tabağındaki ketçap lekesi kitabı okurken insanın gözünde o kadar gerçekçi canlanıyor ki, bir an ben de olayın devamındaki gibi camdan içeri araba dalacak gibi hissettim. Fawer'in başyapıtında satırlardan adrenalin 'fışkırtan' daha onlarca kısım vardı ancak benim ilgimi bunlardan daha fazla(şaşırtıcı bir biçimde) çeken şey sadece üç sayfada, basit bir yazı tura örneğiyle beynimde determinizmin derinlere doğru filizlenmesini sağlamasıydı! O bölümü on sekizinci yüzyılın efsanevi bilim insanı Laplace'ın sözleriyle bitirmişti Fawer: Bir an için doğanın tüm güçlerinin ve bunu oluşturan tüm varlıkların konumlarını anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek - ve bunun bu verileri inceleyebileceğini de düşünürsek- aynı anda evrendeki en büyük varlıkları ve en küçük atomları da hesaba katarak bir hesap yaparsa, hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecek de, aynen geçmiş gibi, gözlerinin önündedir. Yıllar önce anneannem bana "İnsanoğlu rüzgarda bir parça yaprak gibidir. " dediğinde, o minnacık düşünce dünyamla bile reddetmiştim. Özgür olmadığımız demekti bu, değil mi? Ve şimdi Adam Fawer, Olasılıksız adlı kitabında tam da anneannemin söylediğini okuyucusunun beynine vuruyor! Eminim kitabı daha çok felsefi veya bilimsel niyetle okuyan herkes(aslında kitabın felsefi tarafının polisiye olduğu için okuyan kişilerin de ilgisini çekeceği düşünülürse gerçek anlamda herkes) okurken veya okuduktan sonra internette arama motorlarını ısıtmıştır. Nitekim ben de yaptım ve "Laplace'ın Şeytanı" diye anılan bir teoriyle karşılaştım. Bir tanıtım yazısı gibi sıkıcı olmadan kısaca özetlemek gerekirse; Laplace az önceki sözlerinde de bahsettiği 'canlı' yı Şeytan ondan yıllar sonra bazıları konuyu dini tartışmalara çekse de- olarak tanımlamış ve evreni bir makineye benzetmiş. "Evrenin şu anki hali geçmişinin sonucu geleceğinin ise nedenidir " diyor Laplace. Kitapta zaman zaman kullanılan matematiksel ifadeler ve hatta grafikler o sayfaların tozunu kaldırırken insanı sanki bir Fermatmış* gibi hissettiriyor. Fawer, sadece mezar taşının üzerine bile konulsa yeterli olacak eserinde Laplace'ın görüşünü o kadar inandırıcı ve ikna edici bir dille savunmuş ki, 1927 de açıklanan ve 'Determinizmin çöküşü' olarak görülen Belirsizlik ilkesinden seksen küsur yıl sonra, belirsizlik ilkesinin bile nedenselliğe tabi olduğunu konu alan konferanslar verilmesine şaşırmamalı. İşte ben buna başarı derim! Belki bazılarımıza rüzgarda uçan bir yaprak veya makinede bir çark olmak kabul edilemez gelebilir ama bence bahsedilen yapraktan daha dengesiz ve bazen de o çarktan daha monoton bir hayat süren insanoğlu için kabul edilemez diye bir kavram olmamalı, özellikle de Olasılıksız gibi ufuk açıcı eserler bizimle aynı evrende birer çark iken! *Fermat, olasılık teorisinin kurucusudur. Abdurrezzak EFE 21301883
İnsanın dünyaya geliş amacının ne olduğunu düşünüyorsunuz? Gezmek, görmek, öğrenmek için mi buradayız? İbadet için mi buradayız? Yoksa belirli bir amaca hizmet etmeden, yalnızca olmak için mi varız? Aslında birçok cevabı var bu sorunun; kişinin yetiştiği çevreye, yaşayış tarzına ya da düşünce yapısına göre değişen. Bana göreyse dünyaya önce kendimizi tanımak, sonra toplumu güzel hale getirmek için geldik, yani bir süre önce bunu düşünüyordum. Demek istediğim; evrenin mükemmelliği, insan vücudunun ölçülü güzelliği ve daha akıl sır erdiremediğimiz birçok özellik yaşadığımız yeri mükemmel yapıyor. Biz de buraya kendimizi keşfetmek, bu sayede başta kendimize ve sonra da topluma fayda sağlayarak evrene layık birer birey olmak için geldik. Uzun süre böyle düşündüm aslında, fakat sonra düşüncelerim değişti. Çünkü kafamda oluşan bir soru vardı: İnsan kendini bulduğundan ne kadar emin olabilir? İşte bana bunu düşündüren ilk kişi Paulo Coelho idi, Aldatmak'ı okuduğumdan beri yaradılış amacımıza dair sorularıma asla mükemmel bir cevap bulamıyorum. Aslında önceden çok rahat söyleyebiliyordum amacımızı, yukarıda da söylediğim gibi. Düşünceme göre; her insan önce kendiyle barışacak, kendini keşfedecek, mutluluğa erecek ve sonra bu mutluluğu topluma ve dünyaya faydalı olmakta kullanacaktı. Fakat bir yakın arkadaşımın başından geçenler ve bu kitabı okumamla beraber, bildiğim bir gerçeğin daha çok farkına vardım: aslında kendini bulduğunu sandığında da tam olarak bulamamış olabiliyor insan. Bu düşüncemi, o arkadaşımdan kısaca bahsederek açıklamak istiyorum. Bir cumartesi sabahına, onun evden kaçma haberiyle uyandık hepimiz. Ailesi, arkadaşları, hep beraber her yerde onu aradık. Yaklaşık bir hafta sonra, ailesini ve bizleri arayıp iyi olduğunu, bize sık sık fotoğraf göndereceğini söyledi. Bir yıl boyunca hepimizin telefonlarında dünyayı gezerken fotoğrafları birikti. Mutlu olduğunu ve sonunda hayattaki amacını gerçekleştirdiğini düşünüyorduk. Fakat bir yılın sonunda geri döndüğünde, bunun kendi olmadığını, içinde bir yerlerde daha fazlası olduğunu söyledi. Şu an yurt dışında pilotluk eğitimi alıyor. İşte Coelho'nun başkarakter üzerinden anlattığı, benim de gerçekten yakınımda olan birinden gözlemlediğim, insanın kararsızlığı kafamı karıştıran. Her şeye sahip olan ama kendini henüz keşfedememiş bir insan, ne kadar uğraşırsa uğraşsın derinlerde keşfettiği kendinden memnun olmayabilir. Belki potansiyeli daha fazlayken bundan daha azıyla yetinir ve değil topluma kendine bile faydası olmaz. Hal böyle olunca, en baştan beri savunduğum "dünyaya önce kendimizi bulmaya, sonra ona layık olmaya geldik" tezi çürüyor. Çünkü hepimiz insanız ve dışarıdan ne kadar doymuş görünürsek görünelim, tatmin olmayan ruhlara sahibiz. Kendimizi bulmak için girdiğimiz yoldan asla çıkamayabiliriz, hep daha fazlasını isteyip asla doymayabiliriz. Yahut bulduğumuz ilk yola kapılıp diğer yollara geri dönmek ve bakmak ihtiyacı duymayız ve yanlış bir yöne doğru sürüklenip gideriz. Kısacası aslında kendini aramak için çok uzun bir yolu aşmalı insan ve sonunu bulduğunu zannederken çıkmaz sokağa girebilir. Özetlemem gerekirse, bana bir süre önce neden dünyada olduğumuzu sorsaydınız vereceğim cevapla, bugünkü çok farklı. Bugün sorsanız susarım mesela, çünkü önceden verdiğim cevabın biraz hayali olduğunu fark ettim. O cevabı verirken insani özellikleri tam olarak düşünmemişim, normal bir olayı düşünmemiz bile çok detaylı bir süreçken, kendimizi keşfetmemizi hafife almışım. Aldatmak kitabından başka kim ne anlar bilmiyorum, ama benim gözümü açtığı için, bende önemli bir yeri olduğunu söyleyebilirim. Varlığa olan düşüncelerimi sorgulamamı sağladı ve bana insanın kendini bulmakta geç kalmaması, yanılmaması ve bu uğurda her yolu denemesi gerektiğini öğretti. Bu süreç belki sonuçlanır, belki sonuçlanmaz, belki de yanlış sonuçlanır. Bu süreç belki de insanın dünyaya gelmesindeki amaçla alakalı değil, ama yine de kendini keşfetmek için uğraşan insan, bunun bir başarı olduğunun farkında olmalı ve bu uğraşından vazgeçmemelidir.
Aamir Khan her filminde olduğu gibi PK (Peekay) filminde de çok güzel bir noktaya değinmiş, insanların Din ve Tanrı algısı. İnsanların dine körü körüne inanması, dinle kandırılması ve farklı dinlerden olan insanların birbirlerine olan tutumları gibi aslında tüm dünyada geçerli olan sorunları nüfusu çok fazla olan Hindistan'daki din karmaşası üzerinden anlatmış. Yerdeki Yıldızlar , Üç Aptal , Fana filmlerinde olduğu gibi bu konuyu da çok güzel ve mizahi bir üslupla eleştirmiş. Aamir Khan bu filmde karşımıza uzaydan dünyayı keşfetmek için gelen bir yabancı rolünde çıkıyor. Gelir gelmez başına gelen şey hırsızlık. Geri dönmek için kullanacağı kumandayı çaldıran Khan cihazın peşine düşüyor. Ama bir sorun var dilimizi bilmiyor. Bu yüzden karşılaştığı sorunlar bence filmin en eğlenceli sahneleriydi. Müzikal gibi olan bu sahneler uzun Hint müziklerine rağmen hiç sıkmadı. Neyse dilimizi öğrendikten sonra cihazı aramaya başlıyor. Cihazı ararken "Tanrı bilir, tanrıya sor, tanrı yardımcın olsun." gibi cevaplarla karşılaşması üzerine tanrıya ulaşmaya çalışıyor, her yerde karış karış tanrıyı arıyor ama kendini büyük bir karmaşanın içerisinde buluyor çünkü Hindistan dinle ilgili çok fazla düşünceyi içinde barındıran bir ülke. Buna çözüm olarak tüm tanrılardan yardım istemeye başlıyor. Bu süreçte insanların tanrıya olan inançları ve ibadet şekillerini çocuksu ama aynı zamanda zekice sorularla; garip, bizim de yaşadığımız ama hiç fark edemediğimiz ayrıntılarla sorguluyor. Bu ayrıntılar herkes gibi benim de gözden kaçırdığım şeyleri gösteriyor. Günümüzde dünyadaki birçok insan açlıkla boğuşurken, insanlar ibadet adı altında ya da adak olarak etrafa para saçıyor. İnanışlar ne kadar farklı olsa da insanlık her yerde aynı olmasına rağmen insanlar yoksullara yardım etmek yerine körü körüne bağlandıkları bu tüccar dindarlara para yediriyorlar. Bu sözde dindarlar insanların inançlarını kullanarak paraya para demiyorlar. Ne büyük bir ironi değil mi? Filmde PK da bu sahte adamlardan birine inanan onun dediği hiçbir şeyi sorgulamayan bir adamın kızıyla tanrıya ulaşmaya çalışırken karşılaşıyor. Jaggu aşık olduğu Pakistanlı genç tarafından düğün günü terk edildiğini sanan ama sadece algılarına yenik düşen bir kız. Her ne kadar insanları dinine göre yargılayan bir insan olmasa da yetiştiği çevrenin verdiği algı onu böyle bir düşünceye itiyor çünkü bu genç bir Müslüman ve Jaggu 'nun ailesinin katı bir şekilde bağlı olduğu topluluk ve hatta sözde dindarımız buna karşı. Bu da farklı bir nokta, hatta en önemli nokta. İnsanlar kendi inanışlarından değilse karşısındaki kişinin de insan olduğunu unutacak hale gelebiliyor. Eğer biri inanışına ters bir şey söylese onu öldürecek insanlarla dolu etrafımız. Örneğin bazı Müslümanlar sırf karşısındakinin giyimi kendi inancına ters diye ona istediğini söyleyebilme hakkına sahip olduğunu sanıyor, karşısındakini düşüncesine saygı bile duymuyor. Hatta bazıları olay bile çıkarabiliyor. PK da zaten bu yüzden bu adı almadı mı zaten? PK'nın sorduğu sorular , insanların inançlarına uymadığı için deli anlamına gelen bu adı alıyor. İşte bu inançsal karmaşanın içinde kaybolmuş PK ile bu toplumda kaybolmuş Jaggu bu durumdan memnun olmayan iki insan. PK kumandanın Jaggu'nun babasının bağlı olduğu adamda olduğunu görüyor ama kumandayı ondan alamıyor. Jaggu'nun bir telefon görüşmesi sonucu olayı çözüyor. Bundan sonra da Jaggu ile birlik olup bu adama karşı "yanlış numara" adı altında savaş açıyor ve iddiasını yalanlamaya çalışıyor. Bir televizyon programında sona eren bu savaş PK 'nın galibiyetiyle sonuçlanıyor. "İki tanrı var: Biri hepimizi yaratan, diğeri insanların yarattığı."Bence bu cümle tüm filmi özetliyor. Bu kadar geniş bir perspektife sahip bir film ancak böyle yansız ve tarafsız bir şekilde anlatılabilirdi. Aamir Khan bunu hiç kimsenin inancına hakaret etmeden başarmış ve yine tam on ikiden vurmuş çünkü bir film anca bu kadar mizahi ve düşündürücü olabilir ve anca bu kadar aşkı, dini ve sosyal hayatı ölçülü bir biçimde anlatabilir.
Sene içerisinde belli günlerde durur ve düşünürüm. Acaba bir sene sonra bugün nerede, ne yapıyor olacağım diye. Bunu ilk defa düşündüğümde sınav senemdeydim. Çok merak ediyordum. Evet, şu an sene sonu için bir hedef uğruna çalışıyorum. Peki, sonucu nasıl olacak? Aslında hayatın içinde bir hileydi bu, kestirmeden cevaba ulaşmak istiyordum. Eğer ertesi sene nerede olacağımı görebilsem, kaldığım yerden devam edecektim. Ne var ki kaçırdığım bir şey vardı. Bir sene sonra nerede olacağım belli değildi. Ben bu noktayı nasıl atlamıştım? O kadar sabırsız biriydim ki, elde etmeye çalıştığım şeylerin sonuçlanmış şekillerini hemen görmek istiyordum; daha yolun başındayken, yolunu sonunu ulaşmak istiyordum. Dikkat ederseniz geçmiş zaman kipi kullandım buraya kadar çünkü ne mutlu ki, bu düşüncelerim değişti. Sene içerisinde öğrendim ki; ne bir şeylerin sonucunu önceden öğrenmenin bir imkanı ve anlamı var, ne de yolun sonuna ulaştığımızda elde ettiğimiz sonuçtan pişmanlık duymanın bir faydası. İçinizde, eski ben gibi düşünenleriniz var ise hemen kendi deneyimlerimi paylaşmak isterim. Öncelikle, John Lennon'un bir sözünü sizlere sunayım. "Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir." Gerçekten de ne kadar hayatı özetleyen bir söz. Bu sözü ilk defa duyanlarınızın kafasını onaylayarak salladığını görür gibiyim. Biz hayatın içerisinde her zaman planlar yapar ve bu planların eksiksiz bir şekilde gerçekleşmesini bekleriz. Ne var ki beklediğimiz her şey gerçekleşmez. Bir bakarız ki, olmasını istediğimiz noktadan çok uzaktayız. Kendimden küçük bir örnek vermek gerekirse, senenin başında psikoloji aşkıyla hedefim Boğaziçi Üniversitesi'ni kazanmaktı. Herhangi yedek bir tercihim de yoktu, olmama durumunda değerlendirebileceğim. Kendimi o kadar şartlandırmıştım ki, aklımın ucundan dahi geçirmiyordum olumsuz bir durumla karşılaşmayı. Gelin görün ki, şu an Bilkent Üniversitesi'nde Hukuk Fakültesi'nde okuyorum. Yaptığım planlar, düşlediğim hayaller gerçek olmadı. Oysa ne kadar da çok istemiştim, gerçek olmasını. Uzun bir süre bu sonucu kabullenemedim. Sürekli kendimi suçladım, kendimde hatalar bulmaya çalıştım ve bunların hepsi beni keşke bataklığına sürükledi. Bir de baktım ki, düşüncelerimin hemen hepsi geçmişe yönelik. Beni şimdiki zamandan alıp, geçmişe tutsak etmiş. Tam bir sene boyunca günlerimi pişmanlık duygusu ile birlikte geçirdim. Geçmişe gidip, böyle olsaydı şu an bunu yapıyor olurdum. Keşke burada bunu yapsaydım. Keşke böyle davranmasaydım. Keşke böyle düşünmeseydim. Ne kadar da yorucu geliyor kulağa değil mi? Peki, sonra ne oldu da her şey değişti? Ben zaten bu düşünce sistemimin yanlış olduğunun farkındaydım. Tek sorun bunu kendimde uygulayamıyordum, zamana ihtiyacım vardı. Zaman geçtikçe, kendime verdiğim zararı, kendimi boş yere üzmemin hiçbir getirisi olmadığını gerçekten idrak ettim. Sınav bitmiş, tercihler açıklanmış, hayat bana başka bir yol sunmuştu. Ne zamanı geri getirebiliyordum ne de bir şeyleri değiştirmek üzere şansa sahiptim. Benim şu anda yaşamam gerekiyordu. Geçmiş geçmişte kalmıştı. Şimdi dönüp bakıyorum da geçirdiğim bu olumsuz dönem bana çok şey kattı. Hayata başka bir pencereden bakıyorum artık. Şimdiki zamanın, boşa harcanmayacak kadar değerli olduğunun farkındayım. Yaşadığım her deneyim için, iyi veya kötü, teşekkür etmeyi öğrendim. Sabırlı olabilmeyi öğrendim. Ve belki de en önemlisi, hayatın içinde ulaşmak istediğimiz hedeflerin son noktası için değil, o noktaya ulaşana kadar geçirdiğimiz yol üzerinde olumlu veya olumsuzu deneyimlemenin yaşamak olduğunu öğrendim. Bu benim deneyimlemem gereken bir yoldu. Beni büyüten, olgunlaştıran, şu an bunları yazmamı sağlayan bir yoldu. Dönüp geriye baktığımda yaşadıklarım için sadece gülümsüyorum. Bu da olabilecek en güzel şey sanırım...
"Yasanın ne olduğunu asla öğrenemedim..." Franz Kafka böyle yazmıştı Ceza Sömürgesi ve Hukuk Öyküleri adlı kitabının arkasına. İlk okuduğumda pek bir anlam ifade etmemişti bu söz benim için. Ancak aynı yazarın Dava adlı romanını okuyunca bu söz tekrar aklıma geldi ve zihnimde hak ettiği yere kavuştu. Gerçekten de neydi yasa denen şey? Biz, insanları, huzur ve güvende tutması için yine bizim tarafımızdan yapılmış modern bir koruma yöntemi miydi? Yoksa hepimizi bir korku imparatorluğuna hapseden, ne olduğunu anlamadığımız ve anlayanların insafına kaldığımız bir korkutma yöntemi miydi? Hukuk mezunu olan Franz Kafka için ikinci seçenek geçerliydi büyük ihtimalle. Dava adlı romanda da bu karanlık ve korku dolu dünyayı çok açık bir şekilde görebiliyoruz. İnsan bilmediğinden korkar. Mesela ölüm gibi. Çünkü hakkında hiçbir bilgimiz veya tecrübemiz yoktur. Josef K. karakteri de neyle suçlandığını bilmediği bir suçlamanın karşısında büyük bir korku duymaktadır. İçinde bulunduğu dünya öylesine karanlık ve bilinmezliklerle doludur ki karakterin korkmaması mümkün değildir. Ne ile suçlandığını bilmemek aynı zamanda ne ceza alacağını ya da nasıl bir savunma yapacağını da bilmemektir. Yani tamamıyla savunmasız kalmaktır. Bir bakıma kör olmak gibidir. Nasıl ki ilk defa kör olan biri dış dünyadaki tehlikeleri anlayamaz ve bu tehlikelere karşı kendini koruyamazsa Josef K. karakteri de karanlıklar içinde kalmıştır. Bizlerin karanlıktan korkmasının da sebebi budur. Savunmasız kalmamız, ne ile suçlandığımızı bilmemek ve ne ile karşılaşacağımızı bilemememiz... 2 Yasalar, insanların huzur içerisinde yaşamasını sağlayan ve toplumun ve devletin temeli olan kurallar bütünüdür. Ya da olması gereken budur. Peki bu yasalar kimler tarafından yapılmaktadır. Yasa koyucu ve uygulayanlar karşısında bizlerin içerisinde bulunduğu durum fazlasıyla savunmasız değil midir? Eğer bu gücü elinde bulunduranlar yozlaşırsa halkın kendini savunması mümkün müdür? Sebebini bilmediğimiz şeylerden ötürü suçlanmamız ve kendimizi savunamadan yargılanmamız gayet mümkündür. Üstüne üstlük bunun sonucunda bir adaletsizlik olduğunu belirtmek de oldukça zor olacaktır. Çünkü biz, insanların bir araya gelerek yapmış olduğu yasalar tarafından yargılanmaktayızdır. Biz bilmesek de yasalar, zarar vermediği diğer insanların gözünde doğru, hatta kutsaldır. Yani suçsuzluğumuzu bir başkasına inandırmamız da bir o kadar zordur. Dava adlı romanda da gerçekleşen olay aynen bu şekildedir. O çok güvenilen yasalar bir gün karakterimizin aleyhinde işlediğinde gerçekten ortaya bir korku imparatorluğu çıkmaktadır. Yasaların ne olduğunu, üstüne üstlük ne ile suçlandığını bilmediğinden dolayı bir avukata ihtiyaç duymuştur karakterimiz. Burada da şöyle bir sorun ortaya çıkmıştır: Sonucu idam dahi olabilecek böyle önemli bir davada avukata güvenebilir miyiz? Avukatın yasaları biliyor olması bizi gerçekten koruyacağı anlamına gelir mi? İşte romanda bu güvensizlik ve belirsizlikten kaynaklanan korkuyu büyük oranda hissediyoruz. Gerçek hayatta da böyle değil midir? Bizi koruduğunu düşündüğümüz yasalar bir gün aleyhimizde kullanıldığında kendimizi savunabilecek düzeyde miyiz? Yoksa bizim yerimize bizi savunacak birine her zaman ihtiyaç mı duyacağız? Halbuki sözde bizi koruması gereken bu yasaların bizler tarafından rahatça anlaşılabilmesi gerekirdi. Fakat maalesef, adli bir mevzunun içerisinde kaldığımızda sanki kör olmuş ve karanlıkta kalmış gibi bir duruma düşmekteyiz. Kendi hayatımızla ilgili böylesine önemli bir olayda araya bir aracının girmesi ve bizi savunması oldukça tehlikelidir. Bundan dolayı büyüklerimiz "Allah kimseyi adliyeye ve hastaneye düşürmesin, onlarsız da bırakmasın." derler. 3 Franz Kafka'nın metnin başında geçen sözünü, tüm bu açılardan ve Dava adlı romanından yola çıkarak tekrar incelendiğimizde gerçekten de ona hak vermemem ve bizi yargılayan bütün hakimlere itiraz etmemem mümkün değildir. Ancak yasasız bir toplumda benim zihnimde yer bulamamaktadır. Önemli olan basit ve herkesin anlayabileceği yasalara ve yozlaşmamış bir topluma sahip olabilmektir.
"Annemin kızıyım ". Daha küçücükken oynadığım oyun arasında kolumdan tutup çeken ağır kokulu kadınlara alelacele verdiğim bu cevap, o yıllardan sonra belki de hiçbir zaman o kadar kolay gelmedi bana. Kitaplarım kaybolmasın diye üzerlerine teker teker yapıştırdığım etiketlerden olmuş olmalı ki, kaybolmaktan korkup etiketlerle doldurdum bedenimi. Şimdi o süslü etiketlerin arasından nefes almaya çalışarak soruyorum kendime: Kimim ben? Yıllar geçtikçe öğreniyor derler insan. Ben çok şey öğrendim. Önce okuldaki futbol maçlarında bizim sınıfta olmayanları şişko patates ilan etmeyi öğrendim. Sonra sınıflar değişti, bazı sınıfları aptal, bazılarını ise inek ilan etmeyi öğrendim. Hayat Bilgisi ikiye ayrıldı, birini kolay, birini sıkıcı ilan etmeyi öğrendim. Liseye geçtim, renkli gömlek giyenleri havalı, okul pantolonu giyenleri zevksiz ilan etmeyi öğrendim. Mesleğini seç dediler, önce hedef dediğimiz şeyin büyüğü, küçüğü olduğunu öğrendim; sonra büyük hedefleri olanları hayalperest, küçük hedefleri olanları kolaycı ilan etmeyi öğrendim. Ayırmayı, sınıflandırmayı öğrendim. Her şeyi küçük kutulara koyup kaldırmayı öğrendim. Sonra o küçük kutulara sığdıramadım bedenimi, kendimi parçalara bölüp saklamayı öğrendim. Artık anlıyorum ki o küçücük parçalar arasından bir tanesine göre yaşamayı seçiyor herkes. Birini tanımaya bile vakit ayıramayacak kadar meşgul olan insanoğlu için tek bir isim, süslü bir vitrin yetiyor hayatını devam ettirmeye. Bir isme göre yargılanıyor, ona göre giyiniyor, ona uygun konuşuyor, onun beklentilerini yerine getirmek için yaşıyor. Hayatını bir tiyatro tiplemesi olarak geçirip yok oluyor dünyadan. Bu devasa tiyatro oyununda kimi anne olmayı seçiyor, kimi işkolik olmayı, kimi aşık, kimi düzenli, kimi sakin, kimi ise vurdumduymaz... Sonunda iyi karakterler ödüllendirilirken kötü karakterler de cezalandırılıyor. Kimilerinin etiketi ise doğmadan önce seçiliyor onun fikri bile alınmadan. İşte bu yüzden bazı çocuklar şanslı, bazıları ise ölü doğuyor. Şimdilerde bir kart oyununda elimdekiler arasındaki işe yarar kartı aramak gibi üzerimdeki işe yarar etiketi aramakla geçiyor günlerim. Darmadağın bedenimden istenilen parçayı buluyor, geri kalanını fırlatıp atıyorum düşünmeden. Seçimler yapıyor bu seçimler uğruna acımasızca, defalarca yargılanıyorum. Parçalanmakla kalmıyor bedenim, savruluyor, saçılıyor dört bir yana. Ben ise yok oluyor, yok oldukça seçilmiş varlığımda boğuluyorum. Bu seçilmiş varlıklar savaşının bitmek bilmeyen yarış ve kazanma zorunluluğu arasında benliğini kaybetmiş bir kazanan olmaya çalışıyorum. Sahi, kazanmak nedir peki? "En büyük zaferi kazandığında bir Antonius olduğunu düşün " diyor eski bir radyo programındaki ses. " Paris'e geldiğini ve o takın altında olduğunu ve bütün insanların senin altında olduğunu düşün ve gücün en üstünde olduğunu... Yalnız kaldığın o anda, "ne oldu be, şimdi ne olacak?" diyorsan kaybedensin sen. Kaybetmişsin. Yani o anda en büyük zaferin içinde kaybetmişsin. " Peki, sen hiç düşündün mü, kazanmak uğruna yıllarını verdiğin savaşın sonunda ne hissedeceğini? Bir Antonius olmak daha önce hiç korkutmuş muydu seni? Ya da sonunda galibiyetine sevinecek bir sen kalmadığında da önemli olacak mı kazanan olmak? Bugün birkaç dakikalığına dünyada hiçbir etiketin olmadığını düşledim. Renkli kalemlerle bölünüp parçalanan topraklar uğruna simsiyah savaşlar verilmediğini, kimsenin dini, dili, ırkı, cinsiyeti ile yargılanıp, o yargılara göre cezalandırılmadığını; her insanın eşit, her canlının özgür olduğunu düşledim. Ve "Keşke !" dedim, " İnsanların küçük kutular yerine kocaman kalplerde barınabileceği bir yer olsaydı dünya.". Sonra da kendime fazla hayalperest biri olamayacağımı hatırlatıp geri döndüm o küçük, süslü etiketlerle kaplı kutuma.
Geçtiğimiz günlerde Bilkent Üniversitesi'nde çoğunlukla haftalık periyotlarla düzenlenen senfoni orkestrasında bulundum. Burada yaşadığım geçmiş tecrübelerim, daha konser başlamadan, tatlı bir mutluluğa vesile oluvermişti benim için. Birçoklarımız her nasılsa zamanında Türk kültürüne uzak bulmuşsak da, senfoni orkestraları insana ender rastlanabilecek bir deneyimin kapılarını açar. Bunu tatmamışların böyle düşünmesi olağan olsa gerek... Salona girildiğinde o tatlı atmosfer, insanların kibarca konuşmalarından, nezih tavırlarından ele verir hemen, saklayamaz kendini. Anlarsınız ki birazdan size yaşam enerjisi pompalayacak bir etkinlik patlak verecek. Sizin için sanatın ne demek olduğunu, sanatın neden ruhun gıdası olduğunu ve sanatsız hayatın nelere mal olabileceğini dört başlık altında sunmak isterim... Sanat Derinlerde Bir Bileşenimizin Mutlak Eşidir İşin içine evrimi de katar, Carl Jung'un psikanaliz teorisine şöyle bir göz atarsak aslında ruhumuza işleyen her bestenin bir zamanlar atalarımızın varlığıyla özdeşleştirdiği seslerin birer yansımaları olduğunu söyleyebiliriz. Elbette ki bu bizleri müziğin neden bu kadar derinden etkilediğini de açıklar. Diğer bir değişle, bizi mutlu etmiş, düşünebileceğimiz her şey, bir dahaki rastlaşışımızda istemsiz bir gülümsemeye yol açar: Eski bir dost, acımızı dindiren bir doktor mesela... İşte bu tekerrürler, müziğin içimizde uyandırdığı yaşam sevincinin bariz nedenleridir ya da kanıtlarıdır diyelim... Peki, nedir bu tetikleyişin getirileri, "Dinleyeceğiz, canlanacağız da ne olacak?". Mutluluk düzeyinin insanlar üzerinde üretkenlik, yaratıcılık ve işlevsellik anlamında etkilerini analiz eden araştırmalarla kafanızı karıştırmaktansa, zihninizde bir tetiklemeye yol açmayı tercih ederim. En mutlu anınızı düşünün: baba oldunuz, kızınız üniversiteden mezun oldu, hayatınızın işine kabul edildiniz. Şunu hissetmemiş misinizdir; bir dünya dertle boğuşmanız gerekse bir Spartalı gibi hepsine göğüs gerebilecek güçtesinizdir... Konuyu hayatımdan bir örnek vererek sonlandırmak isterim. Yalnız geçirilen bir günün ardından, ufak bir sorumluluğu yerine getirmek dahi saatlerimi alır bir üniversite öğrencisi olarak; ancak sevdiğim bir yakınımla, bir dostumla geçirilen ufak bir zaman diliminden sonra, hızıma erişmenin güçlüğü, her zaman bahsi geçen durumu düşündürür bana. Sanat Sevgidir Senfoni orkestralarına ters düşmekle eleştirilen kendi kültürümüzden örnekler verelim bu alt başlık için. Çoğumuz için angarya olarak görülse de o ana kadar görmediğimiz ve o andan sonra da görmeyeceğimiz bir uzak akrabamızın, tanıdığımızın düğünde buluyoruz kendimizi... Burada geçireceğimiz birkaç saatimizin, ömrümüzün boşa harcananlar koleksiyonuna ekleneceği fikri bizi demoralize ediyor olsa da, hafiften işitmeye başladığımız müzik bir şeyleri kıpırdaştırmaya başlıyor içimizde. Dans eden insanları bir süre daha izledikten sonra, "ne işim var aralarında" dediğimiz insanlar birden yakın gözükmeye başlıyor bizlere. Gerisi malum, lafı uzatmadan son sözü söyleyelim; müzik birleştiricidir, sevmeyi hatırlatır ve sevilebilmek için başlı başına bir nedendir... Sanat Keyiftir, Yol Arkadaşıdır, Sırdaştır Sıhhatini sağlayacağı bir hastası olmayan diş doktorunun yabancı bir pop müzik şarkısı açıp minik hareketlerle dans etmesine, en azından filmlerde, bitmek bilmeyen yollarda bağıra çağıra şarkı söyleyen çiftlere, sevgilisinden ayrılmış bir gencin dertlerini gözyaşlarıyla anlatabileceği tek dert arkadaşının müzik olmasına rast gelmişsinizdir, bunlar yabancı gelmiyor olsa gerek sizlere... Evet, hepimizin farklı farklı, zaman zaman sıra dışı hayatları var; fakat şu bariz değil midir; sanat hayatımızın tamamlayıcısıdır, bahsettiğim her bir hayat sanat olmadan eksiktir, en iyi arkadaşını, yol arkadaşını hatta sırdaşını yitirmiştir, zamanı çaresizlik içinde geçirecektir belki de... Sanat Eğlencedir Tartışmakta olduğunuz bir dostunuza öfkenizi püskürtmekle meşgul olduğunuz bir zamanda, tesadüf bu ya işte, arka fonda ikinizin de komik bulduğu bir müzik işittiniz. Zorla kendinizi tutmaya çalışırken sizce önce hanginiz kahkahayı basıverirdi?.. Bu ekstrem örneğe bir de araştırma eklemek isterim. Alışveriş merkezlerinde neden daima arka fonda bir müzik çaldığını mutlaka okumuşsunuzdur... Araştırmalara göre; müzik çalınan AVM'lerde müşterilerin %63'ü daha fazla vakit ve para harcadığını söylüyor, peki onlara daha fazla paraya ve vakte mal olan, eğleniyor olmanın buna değiyor olması olamaz mı? Ne kadar ciddi ve disiplinli olsa da, eğlencenin her insan evladı için vazgeçilmez olduğunu tartışmaya dahi açmadan, sanatın, eğlenmenin en kolay yolunun, cep doluluğundan(!) çok daha fazlasını getiriyor olduğunu bu örnekle anlatabilmişimdir umarım sizlere... Görünen o ki sanatsız hayat çekilmez, sanatsız insan boşluktadır. Bizi biz yapan şeylerden birinin sanat(ses) olduğunu, annesinin kalp ritimlerini kaydeden anne karnındaki bir bebekten dinleyebiliyor olsaydık keşke... Sanatla, sağlıcakla kalın...
Geceleri yatarken veya güne başlarken hep o gün içinde neler yaşadığımızı veya neler yapacağımızı düşünürüz. Hep küçük düşünür o günle kısıtlarız kendimizi. Hiçbir sabah kalkıp aynaya bakarken, o aynada 15 yıl sonra ne görmek istediğimi düşünmem. Nasıl biri olmak istediğimi, nerde çalıştığımı, belki evliliğimi hayal etmem. Bunun sebebi galiba geleceğin bize neler getireceğini bilmediğimizdendir. Ne kadar mükemmel bir plan yaparsak yapalım her şey tıkırında gidecek dersek diyelim, Murphy yasasıdır ya bu "hiçbir şey planlandığı gibi gitmez." Mutlaka plan bozulur. Önünüze bir engel ya da daha öncesinde düşünemediğiniz yeni bir yol çıkabilir. Yaşarken hep o kısa günü düşündüğümüz için engel gibi gözüken bir şey aslında yeni bir kapı olabilir. "Bir İkea dolabında Mahsur Kalan Hint Fakiri'nin Olağanüstü Yolculuğu" nu bitirdiğim anda aklımda yukarıda yazanlar belirdi ve bitirdiğim gibi yukarıdaki giriş cümlelerini yazdım. Sonrasında ise o kağıdı alıp, kitabın arasına koydum ve valizimi alıp yola çıktım. Aslında bu kitabı okuma zamanım ve sonrasında yolculuğa çıkmam son derece tesadüfi oldu. Okuldaki büyük kulüplerinden birinde aktif üyeyim ve İstanbul'a sponsorluk bulmak için çıkartmamız vardı. Otobüsümüzün saati gece 3'teydi. Ne kadar uyumaya çalışsam da bir türlü uyuyamadım en sonunda bari biraz kitap okuyayım dedim ve elimi okumak için aldığım fakat zaman bulamadığım için okuyamadığım kitap yığınına atıp aradan bu kitabı seçtim. Koltuğa gömüldüm ve okumaya başladım. Siz düşünün artık kitabın ne kadar okuyucuyu sardığını. Zaten kitabı okurken zaman- mekan ikilisinden sıyrılıp karakterle birlikte yolculuk etmeye başlıyorsunuz. Onun gerildiği yerlerde siz de panik olup, aşkı bulduğu yerde siz de aynı hisleri yaşıyorsunuz. Zaten adından da belli olduğu gibi kitap, sürekli hareket halinde. Şans eseri neredeyse tüm dünyanın çevresini dolaşıyor hikayenin kahramanı olan Hint fakiri. Ve bu yolculuk geri alınamaz bir şekilde değiştiriyor kahramanımızı. Yeni insanlar giriyor hayatına tüm yol boyunca. Kamyonun arkasında oturan Wiraj ve arkadaşlarından hayatın acımasız bir yüzünü, bavulunda sakladığı ünlüden cömertliği ve İkea mağazasındaki kadından aşkı öğreniyor. Tabii ki bunların hepsi çıktığı yolculuk sayesinde oluyor. Zaten şöyle bir düşünürsek bir insanı hayatında neler değiştirir diye hemen hemen herkesin listesinin başında yolculuklar gelir. Sonrasında yeni insanlar tanımak, veda etmek, yardımın çift taraflı çalışması geliyor benim aklıma. Listemi anlatmaya sondan başlayayım ki, en güzelini sona saklayayım. Yardımın çift taraflı çalışması derken hem alan insanın hem de veren insanın hayatını değiştirdiğini kastediyorum. Alan insanın hayatına yeni olasılıklar katarak, hayat koşullarını yükseltir. Bu hem maddi hem de manevi olarak. Maddi olan zaten gayet açık, manevi olan ise duygusal manada destek olmak olabilir. Veren insanın ise kendini iyi hissetmesini sağlamanın yanı sıra hayata daha farklı bakmasını sağlar. Çünkü yardım ederken hayatın başka bir yüzü ile karşılaşıp yeni yeni hikayeler edinir. Veda etmek her ne kadar yeni bir başlangıç, hayat değiştiren bir şey gibi gözükmese de aslında öyledir. Bazı şeylerin bittiğini, bir daha yaşanmayacağını hissettirir insanlara vedalar. Şahsen ben nefret ederim veda etmekten. Çünkü insanlarla arama kesin ayırıcı bir nokta koymak gibi gelir veda etmek ve kimseden ayrılmak istemem, veda etmektense aradaki bağın zayıflayıp kendisinin kopmasını isterim. Böylesi daha doğal hissettiriyor. Zaten hikayede de olaylar gerçekleşirken kahramanımız hiç veda etmeye zaman bulamıyor zaten gerekte yok. En görüşme imkanı düşük kişi bile ilerleyen sayfalarda çıkıyor karşısına yeniden. Yeni insanlar tanımak aslında yolculukların içinde olabilecek bir başlık ve o yüzden onları birlikte yazacağım. Mantık olarak yolculuğa çıktığınızda yeni insanlarla tanışırsınız ve onlarda size hayatın başka yönlerini, kendi bildikleri yönlerini gösterirler. Böylece kafanızdaki at gözlüğünün sınırları biraz daha açılır. Hikayede kahramanımız kamyon arkasında ki insanlarla konuştuğunda olan budur. Kendi dünyasını kötü sanırken, başka insanların kendisinden daha zor bir hayat yaşadığını anlar ve hayatında yaptığı bazı şeylerin- köyündekilere yalan söyleyip, onların iyi niyetlerini suiistimal etmesi gibi- hoş olmadığını fark eder. Sadece bu da değil, attığı her adım zaten hikayenin yönünü değiştirdi bu da yetmezmiş gibi, attığı her adım karakterin de hayatında büyük değişimlere yol açtı. Ben de eminim ki şimdilik gittiğim bu İstanbul gezisi pek önemli bir şey gibi gözükmese de, ileride bana önemli şeyler kattığını fark ederim.
Doğar, ailesinin göz bebeğidir, yürümeye başlar, oynar, sevilir, ilk dişleri çıkar, sağlak mı solak mı olduğunu keşfeder, belki bisiklete biner, karnı ağrıyıncaya kadar şeker yer, ağaca çıkar , su savaşı yapar, eve gizlice hayvan sokmaya çalışır, saat dokuz olmasına rağmen uyumamak için direnir, binbir türlü anne azarına rağmen yılmadan tam gaz yaşar çocukluğunu . Çocuklar ne yapar diye sorulunca hepimizin aklına bunlar geliyor değil mi? Ama bence bu cevabın asıl sorusu : "Çocuklar ne yapmalı? " olmalı. Peki size 9 yaşındaki bir çocuğun, küçük, bir odada yıllarca dışarıdan gelen savaş sesleri içinde sadece anne ve ağabeyiyle korku içinde yaşadığını ve tüm bu zor zamanlarında babasını da kaybettiğini söylesem. Tüm bu yaşadığı zorlukların da aptal bir savaş yüzünden olduğunu dile getirsem içiniz acımaz mı? Bazılarının acımıyor işte. Savaşı çıkaran da savaşta yer alanda amacı veya nedeni her ne olursa olsun hırsızdır bana göre. Hem de en tehlikelisinden: çocuk hırsızıdır bunlar. Bence savaşta kazanan olmaz. Savaşa girmemesine rağmen her şeyeni yitiren, kaybeden tek varlık çocuklar olur. Bu düşüncemi Ivana Bodrozoc'in yazdığı "Hiçbir Yer Oteli" isimli kitapla daha da pekiştirmiş oldum. Tüm olayları küçük bir kızın gözünden gördükçe içim burkuldu. Sonra düşünmeye başladım eee savaş bitti sonra ne olucak diye. Çalınan çocukluk anılarını kim tattıracak bu savaş mağdurlarına? Bir daha kimsenin çocukluğu çalınmasın diye çocuk hırsızlarını yeryüzünden ebediyen silip süpürmenin tek çare olacağına karar verdim. Kitabın sayfalarını çevirdikçe kendimi 9 yaşindaki kızın yerine koydum. Yazarın etkileyici anlatımı sayesinde, bu kızı doğduğu zamana geri götürüp yeniden hayata çocuk gibi başlatmak istedim. Değer mi bu kadar acıya diye düşünüp durdum. Aklımı erdiremediğim hırsızlar neden savaşa bu kadar meraklı sorusunu tekrar tekrar sordum kendime. Açgözlülük, hırs, kıskançlık , kişisel çıkarlar ve yenme duygusu gibi çirkin duygular yüzünden istediği şeye önüne bakmadan ulaşmaya çalışıyor aslında bu bencil hırsızlar. Kitabın içine girdikçe umutsuzluğa kapılıyordum. Sonra bir şey fark ettim. Aslında kitaptaki kız fark ettirdi bana bu duyguyu. Umut... Tüm duyguların ve durumların eninde sonunda geçeceğini ancak durum kötü bile olsa tek bir duygunun: umudun sonsuza kadar kalacağnı gördüm. Çok güçlü olan bu duygunun durumu mutlaka bir şekilde iyileştirdiğini veya süreci hızlandırdığını fark ettim. Geçmişte yaşanan savaşlarda da umut değil miydi insanların en kötü durumlarda bile bir şekilde tutunmasını sağlayan? Küçükken dinlediğim Pandora'nın kutusu geldi aklıma sandığın içinde umut olduğunu iddia eden bir ses " lütfen beni çıkarın dışarıdaki kötülüklerle bir tek ben savaşabilirim" dememiş miydi? Belkide Pandora gibi insanların ortaya çıkardığı kötülükleri yine Pandora'nın yap İnsan olarak geleceğe umutla tığı gibi umudu bulunca ortaya çıkararak kurtulabiliriz tüm bakmayı ve bu süreçte çocuk hırsızlarının süpürülmesini bekleyene kadar ne yapılması bu savaş fikrinden diye düşündüm. gerektiğini düşündüm. Yazar sayesinde daha çok sinirlendim savaş düşüncesine ve ne kadar iğrenç bir eylem olduğuna. Tüm insanlara zarar verdiğine ama en çok çocuklara dokunduğuna. Farkındalıktır belkide tüm savaşların önüne engel koyarak onları engelleyecek olan. Dünyada, geçmişten bu güne yaşanan savaşlara bakıyorum da hiçbirinde bir azalma yok. Tam tersine ilerleme var. Etkileri aynı ama insanlar akıllanmadan, ders çıkarmadan devam ediyor hayalleri çalıp hayatları söndürmeye. Belki de ilerde biter demek ve buna tüm benliğimle inanmak istiyorum. Bitmese bile tüm kötü etkilerinin savaş fikrine olumlu bakanları ve katılanları etkilemesini ve hiçbir çocuğu ellememesin diliyorum içimden ama şu zamana kadar etrafta olup biten her kötü olayın uçun bir şekilde dokunmadı mi hepimize? Gayet de dokundu. Hem de hiç acımadan dokundu o zaman yine yolun başında ulaştığım sonuca varıyorum. Tüm ipi sallayan ve herkese dokunduran çocuk hırsızları temizlenmeli ve hepsine farkındalık iğnesi vurulmalı tüm ipleri bir kırbaç gibi yiyen insanlar tarafından.
"Amores Perros" diye bahsedince mi, yoksa "Paramparça Aşklar ve Köpekler" deyince mi insanlar filmi daha çok izlemek ister, merak eder bilmiyorum; ama İspanyolca bilmememe, filmi Türkçe olarak izlememe ve Türkçe ismi ile üzerine konuşmaya karar vermeme rağmen "Amores Perros" bana daha ilgi çekici gelmektedir. Filmde birbirleriyle hiçbir bağlantıları olmayan üç farklı insan: Octavio, Valeria ve El Chivo. Üç insanın yollarını kesiştiren ve hayatlarını tepetaklak eden korkunç bir kaza. Aşklar ve köpekler arasındaki bu mükemmel bağlantının nasıl kurulduğunu aklımın almadığı, birbirinden alakasız üç hayat. İzlenmesi gereken filmlerin bir listesini yapmam istense, Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzalez Inarritu'nun "Paramparça Aşklar ve Köpekler"i bu listede ilk üçte yer alacak filmlerdendir. Bunun sebebi; ne filmin 2001 yılında Oscar'a ve Altın Küre'ye "En iyi Yabancı Film" dalında aday olması, ne aynı yılda İstanbul Film Festivali'nde gösterildikten sonra büyük beğeni toplaması, ne de pek çok uluslararası film festivalinde toplam otuz ödüle layık görülmesiydi. Zaten bu film, hissettirdikleri ve düşündürdükleriyle benim için üst sıralara yerleştiğinde aldığı ödüllerden de beğenilerden de habersizdim. Bazı cümleler vardır; yüzlerce sayfalık romanı birkaç sözcükle özetler. Sonra bazı kelimeler vardır, hatta bazen tek hece şiirleri her şeyiyle anlatır insana. Filmlerde de işte böyledir durum. Bazen karakterlerin ağzından dökülen birkaç cümle; tüm filmi, saatleri, yaşananları, anlatılanları izleyiciye hissettirmeye yeter. "Paramparça Aşklar ve Köpekler"i izlemeye başladığım ilk dakikadan itibaren, filmin kurgusundan veya neredeyse her vurucu sahne için özenle seçilmiş unutulmaz film müziklerinden çok, filmin replikleri etkileyici olmuştu. "Hayat, siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir."den "Çünkü biz biraz da kaybettiklerimiziz."e kadar düşündüren ve yaşamı sorgulatan pek çok film repliğine sahip bu senaryo üzerine birkaç satır karalarken, yine bir replik üzerinden gitmeyi tercih etmem de bu yüzden galiba. Yasak bir aşk yaşayan Octavio ve Susana'nın filmin ortalarına doğru kurduğu o cümleler, aslında tüm film boyunca anlatılmaya çalışılan, insanın kader önündeki çaresizliği fikrini en çarpıcı şekilde gözler önüne seren cümleler olmuştur. Octavio: "Planlarımız ne olacak?" Susana: "Sen ve senin planların. Babaannem ne derdi biliyor musun? Tanrı'yı güldürmek istiyorsan ona planlarından söz et." Kader, aslında ne yaparsan yap hayatta değiştiremeyeceğin tek şey. Belki de hayatın ta kendisi. Oldum olası inandığım gerçek şu ki; insanın yaşamında olacaklar önceden belirlenmiştir ve hiçbir zaman onun değiştirilmesine izin verilmez. Tam da Susana'nın söylediği gibi planlar yalnızca Tanrı'yı güldürmekten ibarettir. Belki de bu yüzden, sürekli bir döngü halinde insanlar hayal kurar, hayat onu yıkar. Sonra insanlar tekrar hayal kurarlar, umut ederler, olacağına inanırlar. Belki onun gerçekleşmesi için her şeyi yapmışlardır. Artık yaşama amaçları, tek düşündükleri o hayal olmuştur. Gerçekleşmesi için tek engel zaman ve beklemektir onlara göre. O yüzden beklerler. Kimileri günlerce, kimileri haftalarca, kimileri aylar, kimileri yıllar, kimileri de ömürleri boyunca beklerler; ama eninde sonunda hepsi öğrenirler acımasız o gerçeği. Bazısı daha erken, bazısı daha geç; ama bilirler hayat o hayali de yok saymıştır, ona da acımamıştır. İnsan hayali uğruna ne kadar çabalamış, onu ne kadar istemiş olursa olsun hayat sadece görmezden gelir ve bildiğini okumaya devam eder. Öyle ki, kader Tanrı tarafından çoktan yazılmıştır ve insanlar bir tiyatro sahnesindeki gibi yalnızca yazılanı oynamakla yetinirler. Bir de şanslı insanlar vardır tabii. Hayalleri kaderlerinde yazılıdır bu insanların. Onlar ise kaderlerini kendilerinin yazdıklarına inanırlar. Bu kişilere göre, çabalamak ve istemek kadar basittir yazılanı değiştirmek ya da yeniden yazmak. Onlar hayatta başarılı diye anılan ve parmakla gösterilen kesimdir işte. Oysa sadece kaderin onlar için istedikleriyle kendi istedikleri uyuşmuştur ve bunu diğerleri de kendileri de bilmezler. Çabaladıkları ya da olmasını istedikleri hayaller uğruna gerçek bir savaşı kazandıkları için değil, yalnızca hayalleri kaderlerinde yazılı olduğu için başarılı, güçlü diye nitelendirilirler. Onlar, kaderle aynı planlara sahip oldukları için sadece şanslıdırlar. Gerçek şu ki, Tanrı herkes için bir senaryo yazmıştır ve insanların hayat olarak nitelendirdikleri olgu sadece bu senaryoyu oynamaktır; çünkü kader biz ve bizim planlarımızı, hayallerimizi, umutlarımızı umursamaz. Sadece dinler ve güler, sonra kaldığı yerden oyuna devam. İşte yine bu yüzden ne güçlü vardır, ne de başarılı bu hayatta. Kader anlayışının, kaderin değiştirilemez o ürkütücülüğünün ve insanların onun karşısındaki savunmasızlığının en güzel özetidir "Paramparça Aşklar ve Köpekler"deki zavallı Octavio, Valeria ve El Chivo'nun yaşadıkları. Ne Octavio ağabeyinin karısı Susana ile kaçarak uzaklarda yeni bir hayat kurabilmiş, ne köpekleri Cofi kendi uysallığına uygun bir yaşam bulabilmiş, ne de Valeria ve Daniel hayal ettikleri o kusursuz aşkı köpekleriyle birlikte yaşayabilmiştir. Octavio kaçabilmeleri uğruna zavallı köpeği Cofi'yi sokak dövüşlerinde harcamış, Valeria Daniel ile yaşamak yolunda ailesini terk etmiştir. Böylece, hayalleri uğruna savaşınca, onlar için çabalayınca olacaktır fikrine inanıp sonunda kaderin "buradayım" çığlığıyla her şeyi fark edenlerden olmuşlardır onlar da. Upuzun bir iki buçuk saatin işte aslında tek cümlelik özeti "Tanrı'yı güldürmek istiyorsan ona planlarından söz et." 2
Her insanın farklı bir düşünce yapısı ve farklı davranış stili var. Farklı bireylerin aynı olay üzerindeki yorumları birbirlerinin tamamen zıttı olacak kadar bile değişik olabilir. Elbette, bunun nedeni her birimizin farklı pencereden olayları incelememizdendir. Birimizin penceresi olayı tamamen görebilecek kadar büyükken, bir başkasınınki olayın küçücük bir kısmını yorumlayabilecek kadar küçüktür. Peki, her birimizin sahip olduğunu varsaydığımız bu pencerelerimizin çerçevesi nasıl oluşuyor? Kim karar veriyor büyüklüğüne, rengine, hangi yöne bakacağına ya da kimi görüntüleyeceğine? Doğduğumuzda hepimize verilen pencere standarttır. Aynı yere bakmıyor olsalar dahi aynı şekilde, aynı büyüklükte ve aynı renktedirler. Bizler büyüdükçe pencerelerimizde değişikler olur. Bazısını siz isteyerek yaparsınız ama bazıları sizin izniniz dışında gerçekleşir. Sizin izninizin dışında gerçekleşenler genelde beyninizin bilinçaltı gibi yönlendiremediğiniz yerlerinde olur. Sonuç olarak öyle ya da böyle oluşan pencerelerimiz artık bizim olaylara bakış açımızdır. Yaşadığımız herhangi bir şeyi yorumlamak istersek penceremize koşar onun ardından bakarız. Sonrasında yorumumuzu ortaya dökeriz. Ortaya çok farklı yorumlar çıksa da herkes için kendi yorumu doğrudur çünkü herkes nasıl görüyorsa ona göre yorum yapar. Dünya üzerinde şu an yaklaşık yedi milyar insanın yaşadığını kabul edersek herhangi bir olaya yedi milyar farklı şekilde bakabilecek yedi milyar bakış açısına yani yedi milyar farklı pencereye sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. Yorumlama olayını ben kendimce düşünce sistemi olarak adlandırıyorum çünkü her ne kadar biz gördüğümüz, işittiğimiz anda beynimizde bir düşünce belirse de aslında çok kısa zamanlı sistematik bir olay yaşıyoruz. Çoğumuzun sandığı gibi görüntüler salt bir biçimde bir anda beynimizde düşünceye dönüşmüyor. Zaten bir düşünceyi yorum olarak adlandırabilmemiz için öncelikle belli aşamalardan geçirmiş olmamız gerekir. Bunu bir fabrikada ham maddenin ürüne dönüşüm sürecine benzetebiliriz. Örneğin, işlenmemiş olarak getirilen odun belli aşamalardan geçtikten sonra masa olarak adlandırılarak fabrikadan ayrılır. Fabrikada ham maddelerin gördüğü işlemler de bizim için içinde bulunduğumuz toplum, değerlerimiz, genel inançlarımız olarak düşünülebilir. Bunlar da tam olarak pencerelerimizin çerçevelerini oluşturan etkenlerdir. Siz bu etkenleri kontrol edemezsiniz. Pencereniz gitgide bunlara uygun olarak kendiliğinden şekillenir. İstekli olarak yaptığınız değişimler de sizin kendinizi nasıl geliştirdiğinizle ilgilidir. Okuduğunuz kitaplar, gün içerisindeki deneyimleriniz, uzmanlık alanlarınız sizin seçtiklerinizdir. Bunlar da pencerenizin çerçevesinin diğer bir ögeleridir. Pencerenizin camı da sizin beyin süzgecinizdir. Çerçevenizi oluşturan bu etkenler bir araya gelip camınızı ayakta tutar ve yaşananlar size pencerenizin camından geçerek ulaşır. Sonuç olarak düşünceniz oluşmuş olur ve bu düşünce yalnız sizin fabrikanızın markasına özel bir üründür. İnsan kendini geliştirdikçe bakış açılarının da geliştiğini fark edebilir. Önceden pencerenizden sadece önünüzdeki çimenliği görürsünüz. Sonrasında çimenliğin arkasındaki dağ girer görüş açınıza. Öyle bir raddeye gelirsiniz ki bazen dağın arkasını görmeseniz dahi hayal edebileceğiniz kadar gelişmişsinizdir. O yüzden pencereleriniz söz konusu olduğunda şekilci olmaktan çekinmeyin. Rengarenk boyayın mesela çerçevesini. Karamsar renkleri seçmeden capcanlı, size hep iyiyi hatırlatacak renklere boyayın. Genişletebileceğiniz kadar genişletin büyüklüğünü. Üstünde bulunduğu duvarı boydan boya cam yapın mesela. Ama özellikle başkalarının pencerelerini de ziyaret edin. Manzaralarının ne olduğuna bakın, malzemelerini inceleyin. Onların dizaynlarından da fikir edinip kendi pencerenizi size özgü bir şekle getirin. Başkalarının da sizin pencerenize baktıklarına imrenmelerini sağlayın. En kalitelisi, en yararlısı neyse onu kullanın inşa ederken. Düşüncelerinizin değerini bu şekilde arttırabilirsiniz. Her zaman aklınızda bulunsun, en çok talep edilen ürünlerin fabrikaları her zaman en kaliteli ürünü kullananlardır.
Kadın olmak zor bu dünyada. İlk defa duyduğumuz ya da dile getirdiğimiz bir ifade değil bu. Aydınlanan her yeni günle beraber aldığımız koca/sevgili vahşeti haberleri, otobüste karşılaştığımız dikkat çekecek ve sinirden delirtecek derecede sakinlikle yapılan taciz hareketleri, yolda yürürken bizimle beraber ilerleyen baştan aşağı süzücü bakışlar ve bunlar gibi daha birçok sebep bile basit bir yaşam döngüsü içinde kadının ne denli zorluklarla sürekli baş etmek zorunda kaldığını yeterince açık bir şekilde gösteriyor bence. Klasik cümleler belki bunlar, belki de her gün yeniden duydukça sıkıldığımız cümleler. Yine de bağırarak söylenmemeleri söylenememeleri- rahatsız ediyor beni. Deniz Gamze Ergüven'in yazıp yönettiği; öksüz kalmış beş kız kardeşin geri kafalı amcaları ve babaanneleri tarafından bastırılmasını ve birer çeyrek altından daha önemli görülmemesini anlatan "Mustang" adlı filmi izledikten sonra bu rahatsızlık durumum daha da arttı. Medeniyet seviyesine ulaşmaya dahi yaklaşamamış beyinlerin kadına bakış açısı ve daha da kötüsü kadınların da bu tutumlara boyun eğmesi kadar üzen ve sinirlendiren bir şey daha yok. Hala ısrarla "namus" algısının kadının cinselliğiyle bağdaştırılmasını, kızların yaşı geldiğinde- bu ifadeden kastım da maalesef 15-16 yaşları- sofradan bir boğaz eksiltmek için sevmedikleri fakat ömürleri boyunca boyun eğmek zorunda oldukları sapık ruhlu "insanlarla" evlendirilmelerini, çocuksu masum hareketlerinin arkasında sapkınlık ve terbiye eksikliği aranmasını anlamıyorum. Eminim ki azıcık eğitim gören ve küçük de olsa bir zeka belirtisine sahip hiçbir birey de tüm bu olan bitenlere de anlam veremez bence. Bir şeyler yapılmalı tüm bu basmakalıp ifadeleri, zorbalıkları, ahlaksızlıkları yıkmak için. İki kadın sokak ortasında bıçaklanıp öldürüldükten sonra üçüncüsü için polis koruması sağlamakla çözülecek gibi bir durum olmadığını anlamak lazım. Yapmacık "bilinçlendirme" politikalarıyla, sahte göz boyamalarla çözülmez bu sorun. İnsanların kafasına işleyen paslanmış düşünceleri söküp atmakla başlamak lazım. Cinsiyetin hiçbir şey ifade etmediğini, güçlünün ve zayıfın arasındaki farkın fizyolojik sebepler olmadığını, etiketlemelerin ve tekleştirmenin ahlakla alakasının dahi bulunmadığını insanlara öğretmek ve her birimizin hayat tarzına bu görüşleri sökülmez dikişle işlemek lazım. Kadının "namuslu" olmakla sorumlu ya da kocası ne dersi sorgusuz sualsiz ona uymak zorunda olmadığını kabul ettirmek lazım insanoğluna. Yani diyorum ki bağnaz ve yobaz olmayı bırakmak lazım ey insanlar! Bu konudan bahsederken bile sıkılıyorum, geriliyorum ve yaşadıklarım aklıma geldiği için huzursuz oluyorum. Benden daha ağır travmalar yaşayan masum kadınların iç dünyalarını hayal bile edemiyorum. İçim sıkılıyor, bunalıyorum ve umutsuzluğa kapılıyorum çoğunlukla. Keşke diyorum; keşke insanoğlu gözünü açsa. Etrafındaki tüm adaletsizliklere, eşitsizliklere, haksızlıklara ve ezilmişliklere gözünü açsa şu zeki insan! Açsa da bir görse bazen bir bakışla, biz sözle, bir hareketle, hatta çoğu zaman da bir düşünceyle bir bireyin içinde yol açtığı yıkımları. Belki o zaman kendinden utanır, suçluluk hisseder, üzülür ve bu saçmalıklarına son verir. Kadının değersiz olduğuna inanmayı bırakır, onun vücudu ve psikolojisi üstünde hüküm sürmeye çalışmaktan vazgeçer, -biraz fazla olacak fakat- belki de bir anlığına bile olsa kadını anlamaya çalışır. Nasıl olsa hayal kurmak, keşke demek bedava... 1 Nisa Ekmekcioğlu Bugün umuyorum ki hayatımın sonraki yirmi yılını da "kadın" olmanın korkusuyla yaşamayacağım. İstediğimi giyeceğim, istediğim saatte evime gireceğim, istediğim yere gideceğim, istediğim insanın elini tutacağım. Umuyorum ki benim gibi tüm kadınlar da istediğini yapacak, ürkek ve sessiz kalmayacaklar. Umuyorum ki tüm erkekler kadınların kendilerinden hiçbir farkı olmadığını kabul edecekler; eşlerine, arkadaşlarına, kardeşlerine, annelerine bu görüşle yaklaşıp değer verecekler. Ve yine umuyorum ki bundan yirmi yıl sonra bu konu tarihe gömülecek, insanlık vakti zamanında yaptıklarından utanıp diline bile getirmeyecek bu konuyu, özgürlük sadece Ali'nin Ahmet'in değil de Ayşe'nin Elif'in de olacak... 2
İstisnasız hepimizin gözünü karartan en uç duygudur hırs. Zaman zaman öyle yoğun hissederiz ki, kendimize veya etrafımızdakilere ne kadar zarar verdiğimizi göremeyecek kadar kör oluruz. Öylesine hedefe yoğunlaştırır ki ancak istediğimiz başarıya ulaştığımız zaman görebiliriz uğruna neleri feda ettiğimizi ve o zaman anlarız aslında mutluluğun 'yetinmek'le doğrudan bir ilişkisi olduğunu. "Whiplash" filminde bahsettiğim duygular olabilecek en mükemmel şekilde gözler önüne seriliyor. Film, çocukluğundan beri çok iyi derecede bateri çalan ve ülkesindeki en iyi müzik okulunu kazanmış hırslı bir genç müzisyen olan Andrew'le psikopat sayılabilecek kadar mükemmeliyetçi bir karaktere sahip, okullarının orkestra şefi olan Fletcher arasındaki öğretmen öğrenci ilişkisini anlatıyor. Fletcher, Andrew'daki azmi ve yeteneği fark edip onu okulun orkestrasına alır. Andrew, gerek etrafındakilerin yaptığı işi küçümsemesinden, gerekse müziğe olan sevgisinden yaptığı işte en iyi olmaya kararlıdır. Fletcher bunun farkındadır fakat onun amacı dünyadaki en iyi müzisyeni yetiştirmekten öte Andrew'ın kendi sınırlarını aşarak olabileceğinden daha iyi olmasını sağlamaktır. Şüphesiz ki filmde en çok akılda kalan replik Fletcher'ın söylediği "Good job ingilizcedeki en zararlı iki kelimedir.'' olmuştur. "Good job" sözlükteki Türkçe çevirisiyle iyi iş olup bizdeki karşılığı ve aynı zamanda alt yazıda da geçtiği haliyle "aferin"dir. Bu söz Fletcher'ın başarı konusundaki doyumsuzluğunu en açık şekilde ortaya koyuyor. Fletcher Andrew'ın performansını asla takdir etmeyerek üzerinde fiziksel şiddet ve psikolojik baskı içeren birçok metot uygular. Andrew'daki aşırı hırs pes etmesine müsaade etmez ve kanayıp parçalanan ellerine aldırış etmeden daha iyi olabilmek için durmadan çalışır. Hırs gözünü o kadar bürümüştür ki başarısına engel olacağını düşünerek sevgilisinden ayrılıp özel hayatını tamamıyla bir kenara bırakarak kendini müziğine adar. Şefini memnun etme çabası tarafından ele geçirilen Andrew, hırsının ona yaptırdıkları yüzünden zaman zaman hayatını tehlikeye atar. Filmin son 9 dakikasında Andrew'ın bateri performansına yer verilmiş; kimileri bunun sıkıcı ve bunaltıcı olduğunu düşünüp filme ağır eleştirilerde bulunsa da çoğunluğun ve ayrıca benim görüşüm tam da filme yaraşır bir şekilde bitirildiği yönünde. Her şeyden önce müzikal anlamda inanılmaz bir performans sergileniyor. Muazzam bir işitsel haz yaşatırken, gerilim 1 saniye olsun düşmüyor. Sıradan filmler bir kaza, ölüm, saldırı gibi sahnelerle bitirilip, anlık gerilimler yaşatırken veya kolaya kaçıp kısa bir mutlu son sahnesiyle bitirilirken bu filmde alışılagelmiş film kalıbının dışına çıkılıp risk alınmış. Bu olağanüstü performansı dinlerken görüyorsunuz ki Andrew, Fletcher'ın hırsının yol açtığı bir kaza sonucu ölen başka bir öğrencisinin aksine, olmak istediği müzisyen oluyor ve böylesine farklı bir mutlu son örneğinin uzun soluklu gerilimle beraber verilmesi izleyiciye eşsiz bir seyir keyfi yaşatıyor. Tabii ki filmi bu denli kusursuz ve sıradışı yapmaktaki en büyük rolün oyunculara ait olduğu göz ardı edilemez. Çünkü 'hırs' gibi soyut bir kavramı gerçek hayatta olduğundan bile daha gerçekçi ve yoğun hissettirmesi bu filmi efsaneleştirebilecek en önemli özelliğidir. Zaten filmde verilmek istenen asıl duygular gösterilmeden veya söylenmeden çok başarılı bir şekilde hissettiriliyor. Öylesine ustalıkla oynanmış ki, film 19 gün gibi, bu başarıdaki bir film için oldukça kısa bir sürede çekilmiş olmasına rağmen her şey yeterince özenli duruyor ve bu noktada filmin yapımcıları elde ettikleri başarıyı başrolü paylaşan Miles teller (Andrew) ve J. K Simmons'a (Fletcher) borçlu. En iyi film dahil 5 dalda Oscar adayı olan bu filmin hak ettiği değeri görmesi gerektiğini düşünüyorum. Herkesin tanıdığı bu tehlikeli duyguyu şahsen yaşamaktan ziyade hem yoğun bir şekilde hissedip hem de diğer gerçekleri görerek izlemenin her insana kişisel anlamda önemli katkılarda bulunacağı kanaatindeyim. Zira benim için öyle oldu. Filmi izlemeden önce başarı odaklı yaşayan bir insanken izledikten sonra anladım ki bir şeyi aşırı istemek, istediğini elde etse bile insanı mutsuzluğa götürüyor ve mutsuz bir insan ne kadar güce ve beceriye sahip olursa olsun başarılı sayılmaz.
Karşımızdaki insandan hiçbir beklentiye girmeden, sadece onu o olduğu için sevdiğimizde buna platonik aşk diyoruz. Bizim için önemsiz bir insanı bile beklentiye girmeden sevmek mümkün değilken bence aşk epeyce fedakarlık gerektiren bir durum oluyor. Genellikle insanlar, bireylerin neden birini karşılıksızca sevdiğini anlayamıyor. Bir insan neden karşılık bulamadığı halde sevgisini alıp başkasına hibe eder? Buna yol açan faktörler nelerdir? Platonik aşkın saf aşk olması gibi bir durum mümkün müdür? Bu ve bunun gibi sorular insanların kafasını kurcalıyor. Bende uzun zamandır bu konuyla ilgili düşünüyorum ve bu yazımda karşılıksız aşkın nedenlerini ve sonuçlarını ele almak istiyorum. Aslında karşıksız aşkla ilgili düşünmeye başlamam bir kitap sayesinde oldu. Ahmet Günbay Yıldızın Aşk Diye Bir Şey adlı kitabındaki karşılıksız aşkla ilgili olan denemeleri çok beğendim ve bu kitap beni bu konuyla ilgili düşünmeye yöneltti. Önceden bende herkes gibi bunun gelip geçici hatta önemsiz olduğunu düşünürdüm fakat aslında hiç de böyle olmadığının farkına vardım. Bence karşılıksız aşk, aşkın en saf hallerinden biri. Karşılıksız sevebilen kişi, belli bir bedel ödemeye razı olan ve bu bedeli de kalp ağrısıyla, aşk acısıyla, uykusuz gecelerle ödeyen kişidir. Yani hiçbir karşılık beklemeden sever bu kişi. Tıpkı Aşkın 500 Günü filmindeki Tom'un Summer'a olan karşılıksız aşkı gibi. Sevgisine hiçbir kulp takmaz. Belli bir menfaat peşinde koşmaz. Ama, fakat, ancak, lakin, eğer, şayet olmadan sever. Aşkın tüm lezzetlerine doyarak sever. Aşkın lezzetlerine, karşılık bulamamanın verdiği o acı tat da dahildir. Şair, diyor ya hani "Ayrılık da sevdaya dahil." diye, tıpkı onun gibi acı da dahildir sevdaya. Maşuğun bir gülümsemesi aşığa dünyanın en ferah esintisini bağışlar ve gene maşuğun umursamaz halleri aşığa yeryüzünde cehennemi yaşatır. Ceren Toraman Yani karşılıksız aşk dipten dibe tüm duyguları birkaç dakikalık arayla yaşayabilme kapasitesine sahip kişilere göre bir şeydir. Bu anlamda ne kadar karşılıksız aşkı güzellesem de platonik aşkta patolojik bir yan da gözlemliyorum ben. Bir insan çevresinde yüzlerce, binlerce, milyonlarca farklı kişi varken neden bir kişiye tutulur, neden bir kişide tutuklu kalır? İnsan neden acı çekmeye razı olur? Bu soruların yanıtı bende yok. Ancak bazı çıkarımlarda bulunabilirim sanırım. Özellikle Yıldız'ın denemelerini okuduktan sonra meseleye biraz daha geniş bir perspektiften bakmanın daha faydalı olduğunu fark ettim. Bence karşılıksız seven insanlar, acı çekmeye ihtiyaç duyuyorlar. Mazoşizm anlamında söylemiyorum bunu. Şöyle açabilirim meseleyi. Bazı insanlar hayatı dolu dolu yaşamak isterler. Acıysa acı, hüzünse hüzün, sarhoşluksa sarhoşluk, yemekse yemek... Her şeyin aşırılığını severler. Bir porsiyon hüzün onlara yetmez. Onlar 3. 5 porsiyon acı çekmek isterler, ancak duygu mekanizmaları diğer insanlardan farklıdır. Dozaj farkı vardır arada. Ancak aşırı dozda kendilerini bulabilirler, ancak öyle ferahlayıp rahata erebilirler. Kendilerini en kötü konuma sokarlar, böylece en ufak bir iyileşme bile olduğundan daha çok mutluluk verir. Sözün özü, normali hangi norm ile açıklamak gerekir, hakikaten bilemiyorum. Ancak karşılıksız aşk ve sonrasındaki acı süreçlerinin anormal ve hatta patolojik bir durum olduğu konusunda gün geçtikçe daha da emin olmaya başlıyorum. Platonik aşk mevhumuna uzak olmayan, bilakis karşılıksız aşk acısını senelerce en yoğun biçimde yaşamış ve bu sancılı süreci bir şekilde geride bırakmış tecrübeli biri olarak diyebilirim ki duygularını en yoğun halde yaşayan insandır platonik aşık. Tüm duyguları kana kana yaşamıştır, ancak sürecin bedensel ve ruhsal anlamda yaptığı hasarı göz önüne alınca karşılıksız aşkın tehlikeli bir hastalık ve ruhsal bozukluk olduğunu düşünüyorum. Biliyorum da konuşuyorum. Aşkla... Ceren Toraman
Yeni yıl... Yeni hayaller, yeni umutlar... Bir yılın bitişi, yeni bir yılın başlangıcı hep umudu temsil etmiştir. Kim aksini söylüyorsa inanıyorum ki o bile içinde bir umut taşıyordur yepyeni bir başlangıç için. Çünkü başlangıçlar özeldir. Kimi zaman insan affetmeyi öğrenir kendini ya da bir başkasını, kimi zaman unuttuğu güzel duyguları geri çağırır. Başlangıçlar özeldir. Çünkü biliriz ve hissederiz ki değişmek ve değiştirmek için gerekli güce sahibizdir. Yeni bir yıla hazırlanırken kendimizi böyle umutlu, keyifli ve değişime açık hissetmemiz işte bu yüzdendir. Yılbaşı Gecesi sıradan bir film belki, evet klişelerle dolu ve bu senaryonun ne özelliği var dedirtebilir insana. Ama bu filmi anlamlı kılan şey çok farklı: Umut. Dünyanın hala yaşanabilir bir yer olduğunu, yaşanacak güzel duyguların hala var olduğunu anlatıyor film. İnsanlar ikinci bir şansı hak eder ve değişmek bizim elimizde. Filme ön yargıyla yaklaşmadığımdan ders çıkardığım çok fazla şey var aslında. Değişmeyi ertelememize gerek yok, değişim için gerekli olan tek şey biziz. Biz yeter ki umudumuzu kaybetmeyelim, yeter ki bir adım atalım geleceğe doğru, gerisi gelir. Bazen düzelmeyeceğine inanırız kötü giden şeylerin. Ya da deliler gibi pişmanlık duyarız ama elimizden hiçbir şey gelmeyeceğine çoktan inandırmışızdır kendimizi. Bazen elimizde olmayan sebeplerden dolayı kaybettiğimiz şeylere hayıflanırız, bazen hayata bir şans vermek için fazla ön yargılı davranırız. Hepsi hayattan birer parça ve hepsinin çözümü basit: Derin bir nefes alıp gülümsemeyi hatırlamak, umut etmek. Umut, insana zor durumları atlatma gücü verir. Umut yeni başlangıçları, güzel günleri çağırır. Umut öyle mucizevi bir şeydir ki kendimizi ona teslim ettiğimizde işlerin yoluna girdiğini de fark etmemiz uzun sürmez. Yeni bir yıl, umudun var olduğunu hatırlamamız için çok güzel bir fırsat. Varlığını unuttuğumuz güzel duyguların tekrar hayat bulması için en güzel zaman yılbaşı gecesi. Sıradan bir geceden farkı yokmuş gibi dursa da onu farklı kılan bizim ona verdiğimiz anlam. Her zamankinden daha farklı bir heyecan hissediyorsak, geleceği umutla ve sabırsızlıkla bekliyorsak, sonunda bir şeylerin değişebileceğine inandıysak o gece farklıdır. Üç yüz altmış beş günün sadece bir gününü dünyanın hep birlikte ve neşe içinde kutlamasını sağlayan şey de umuttur. Herkes bir an aynı duyguları paylaşır, tüm dünya tek bir yürek olur. İnsanların gözündeki o coşku, o yaşam enerjisi aslında tek bir şeyi temsil eder. İnsanlar başka zaman bir şeyin gelişini kutlamaz aynı anda, o coşkuyla. Ama o an özeldir. Yepyeni planlar yaparsınız geleceğe dair. Geçen senelerde yapamadığınız, belki fırsat veya zaman bulamadığınız, hep ertelediğiniz, bahaneler uydurduğunuz şeyleri hayata geçirmek için önünüzde koskoca bir yıl vardır. Sizi harekete geçirecek güce sahipsinizdir o gece. Belki asla affetmem dediğiniz birini affedersiniz, belki ne zamandır içinizi kemiren bir kırgınlığa son verirsiniz özür dileyerek. Belki de hiçbiri, sonunda kendinizle olan hesaplaşmalarınıza son verirsiniz, kendinize huzurlu olma hakkını tanırsınız. Başlangıçlar özeldir. Onları özel yapan da biziz. Umudumuz ve biz... İnsanı insan yapan şeylerden biridir umut ve gerçekten çok farklı bir dünyanın kapılarını açar bize. Yeter ki biz isteyelim, yeter ki umut edelim. Yeni bir yıla girerken hayata karşı ön yargılarımızı silip atalım ve kendimizi de yenileyelim. Yenileyelim ki gelecek güzel günleri fark edecek bilincimiz olsun. Hayatın yanımızdan öylece akıp gitmesini engelleyelim. Bu sene yılın son gününde, bir kere daha gözlerimizi kapatıp gülümseyelim. Ve bilelim ki o senenin güzel geçmesi için ilk adımı attık bile. Bilelim ki hayat bize istediklerimizi vermeye başlayacak, biz istediğimiz sürece... Selen İmamoğlu
Hayatta kalmak için sınırlarınızı ne kadar zorlayabilirsiniz? Hiç düşündünüz mü? İnsanoğlu yaşam ile ölüm arasında tercih yapmak zorunda kaldığı zaman çok sıra dışı işler başarabilir. Bu insanın temel içgüdüsüdür. Zorlukla karşılaştığımızda, seçeneklerimiz ne kadar ölüme yakınsa aldığımız risk de o ölçüde artar. Risk almanın neticesinde de olağanüstü yaratıcılıkla birlikte mücadele edebiliriz. Bir adada mahsur kaldığınızı düşünün, buradan kurtulabilmeniz, sizin ne kadar cesur ve ne kadar yaratıcı olabileceğinize bağlıdır. Sınırları zorlamanız ve bazı tavizler vermeniz gerekir. Peki ya mahsur kaldığınız yer bir gezegen ise... Elbette böyle bir durumun şu an için gerçekleşmesi zor gibi gözükse de, kim bilir belki yakın zamanda böyle bir durumdan söz edilebilir. Andy Weir'in romanı The Martian'da (Marslı) böyle bir durum söz konusu. Bir astronot Mars'ta mahsur kalıyor ve doğal olarak hayatta kalma içgüdüsü onu ve daha sonra da mürettebatını çılgınca şeyler yapmaya itiyor. Söz konusu Dünya'dan milyonlarca kilometre uzakta mahsur kalmaksa, gerçekten yaratıcı olmanız ve potansiyelinizin tamamını kullanmaya çalışmanız gerekir. Siz fiziki ve psikolojik sınırlarınızı zorlamazsanız hayatta kalma şansınız düşer. Ben bu durumu riski çok yüksek olan bir işte çalışmaya benzetiyorum. Aslında temel olarak insan yaşamak, hayatta kalabilmek için çalışır ve çabalar. Temel görevimiz iaşemizi ve ibatemizi sağlamaktır. Bunları halledebildikten sonra hayat standartlarımızı arttırmak için uğraşabiliriz. Yani, tarih öncesi çağlardaki atalarımız gibi her geçen gün yeni bir sistem keşfetmeniz gerekir ve yaptığınız her şeyde ilk olmanın getirdiği zorluklar mutlaktır. Bir şeyin ilki olmanın insana getirdiği tecrübesizlik ve sorumluluklara da değinmemiz gerekiyor. Bu noktada ilham alabileceğiniz önceki tecrübelerden, yaşanmışlıklardan gelen bir birikim olmayacaktır. Tamamen kendi yaratıcılığınızla baş başasınız, tek sahip olduğunuz şey bir zaman dilimi. Bunu iyi tayin etmelisiniz. Her şeyin matematiğini yapmalı ve önceden çözüm yolları üretmeniz gerekir. Elbette bu herkesin yapabileceği bir iş değildir. Ayrıca her eyleminiz, neticesi olumlu ya da olumsuz, çözüme yaklaştıracak ve şüphesiz ruh halinizi de doğru orantılı bir şekilde etkileyecektir. Unutmamamız gereken bir diğer husus ise yalnızlıktır. Bilindiği üzere insanoğlu şimdiye kadar Mars'ta herhangi bir yaşam izine rastlamamış ve orada canlı bir organizmanın olmadığına kesin kanaat getirmiştir. Bu durumu elbette tehlikeyi azaltan bir unsur olarak düşünmeliyiz. Lakin insan ilham almak için iletişime ihtiyaç duyar. İletişim çağında yaşadığımızı ve bizden sonra bu gelişmelerin daha da ilerleyeceğini varsayarsak, koskoca bir gezegende canlı tek organizma olmak beraberinde bunalımlar getirebilir. Romanın baş kahramanı Mark Watney'in hiç pes etmeden yaşam mücadelesini sürdürmesi ve Mars'ta hayatta kalması gerçekten ibretlik bir hikayedir. İnsanoğlunun yaşama arzusunun ne kadar şiddetli olduğunu, Mars'ın çetin şartlarına göğüs gererek kanıtlıyor. Dışardan bakıldığında hayatta kalmanın imkansız gözüktüğü şartlar bile insanın yaşama arzusuna üstün gelemiyor. Bu açıdan roman bende, insanoğlunun hayata karşı doyumsuz bir isteğe haiz olduğu intibaını uyandırıyor. Şu an için romanın senaryosu hayal gücümüzü zorlasa da insanoğlu yakın bir gelecekte gezegenler arası seyahat edebilecek kapasiteye ulaşacak gibi gözüküyor. Elbette, her yenilik, beraberinde de yeni sorunlar getiriyor. Belki ilerleyen zamanlarda böyle bir olay gerçekleşebilir. Eğer o astronotun yerinde biz olsak, Mars'ın şartlarıyla tek başımıza böyle bir mücadele verebilir miydik? Elbette bu sorular şimdi cevapsız olsa da, yakın zamanda böyle bir durum karşısında insanların benzer bir mücadele verebileceğinden şüphem yok. Belki de insanoğlu böyle bir mücadeleci ruha sahip olmasa bu günlere kadar gelemezdi.
Geçen gün izlediğim Ne Dilersen (Absolutely Anything) adlı filmin beni nasıl etkilediğini anlatmak istiyorum. Film çok eğlenceli ve komik olmak ile birlikte çok güzel de bir konusu var. Filmde uzaylılar insanları sınamak için sıradan bir insanı seçiyorlar ve ona özel bir güç veriyorlar. Bu andan itibaren bu sıradan kişinin dilediği her şey, elini salladıktan sonra gerçek oluyor. Bu harika bir şey gibi gözüküyor. Hepimiz hayatta en az bir kere böyle bir yeteneğimizin olmasını istemişizdir herhalde. Hiç bir zaman sahip olamayacağımız bir oyuncağa sahip olmayı, tonla paramızın olmasını, yapmamız gereken işlerin kendiliğinden yapılmasını ya da daha çok zamanımızın olmasını eminim ki dilemişizdir. En azından ben çok diledim. Filmdeki arkadaş da birçok ilginç dilekte bulunuyor. Küresel ısınmanın durması, savaşların bitmesi ölülerin canlanması, köpeğinin konuşması gibi. Fakat garip bir şekilde dilediği şeylerin bir çoğu ters tepiyor. Küresel ısınma duruyor, insanlar donmaya başlıyor, ölüler canlanıp zombi gibi insanlara saldırıyor... Bu da bana İngilizlerin bir deyimini hatırlatıyor: "Ne dilediğine dikkat et, bir gün gerçekleşebilir". Yani dilediklerimize dikkat etmeliyiz, bazı zamanlarda dilediğimiz şeyler aslında bize uygun olmayabilir ve bizi mutlu etmeyecek olabilir. Düşünüyorum da benim de filmdeki gibi ters tepmiş bir hayalim vardı. Ben küçükken matematiği çok severdim. En sevdiğim ders matematik idi. Matematik problemleri çözerken çok zevk alırdım. Bu yüzden ben de büyüyünce matematikçi olmak istiyordum. Hem sevdiğim bir iş yapacak hem de para kazanacaktım. Kim "büyüyünce ne olacaksın?" diye sorsa ben "Matematikçi olacağım. Bütün problemleri çözeceğim." derdim. Ailem de bana küçük kardeşimi çalıştırmamı ancak o zaman iyi bir matematikçi olabileceğimi söyledi. Ben de kardeşim ile ders çalışmaya başladım. Kardeşim sınavı, ödevi ya da anlamadığı bir konu olduğunda, ki bu çok fazla oluyordu, bana geliyordu. Fakat bir zaman sonra fark ettim ki ben aslında pek de iyi ders anlatamıyordum. Kardeşim anlattıklarımı hiç de anlamıyordu. Zaman ilerleyip ben üst sınıflara geçtikçe yeni anlatılan matematik dersleri de çok karışık, çok zor bir hale geliyor ve benim de ilgimi çekmemeye başladı. Fark ettim ki artık pek de matematiği sevmiyor, matematikçi olmak istemiyordum. Bir anda eskiden hayalini kurduğum bir şey artık benim için mutluluk vaat etmiyor, haz vermiyordu. Sanıyorum ki, biz insanlar hayal kurar iken hiçbir şekilde kötü olasılıkları hesaba katmıyoruz. Bu yüzden de körü körüne mutlu olacağımıza inanıyoruz. Benim matematikçi olmak istemem ya da filmde ölülerin canlandırılmak istenmesi gibi her şeyin mutlak iyi olacağına ve bizim de sonsuz bir mutluluğa erişeceğimizi zannediyoruz. Fakat bazen öyle olmayabiliyor ve hayal ettiklerimiz bizi aslında mutlu edecek şeyler olmayabiliyor. Bazen de hayallerimize ulaştığımızda mutlu olamadıysak bu sefer de sürekli daha fazlasını istiyebiliyoruz. Sürekli bir doyumsuzluk içine giriyoruz ve tatmin olamıyoruz. Sürekli daha fazla paramızın olmasını istememiz buna örnek olabilir. Oysaki olabilecek diğer ihtimalleri ihmal etmeyip onları da düşünsek ve daha gerçekçi hayallerimiz olsa belki sonunda ya daha az üzülür ya da daha mutlu olabiliriz. Sonuç olarak, biz insanlar hayal kurmayı pek seviyor gibiyiz. Bu kurduğumuz hayallerin hepsinde kesinlikle mutlu olacağımıza körü körüne inanıyoruz. Bunun sebebi galiba sadece mutlu olacağımız yerleri düşünüyor, mutsuz olacağımız hiçbir şeye ihtimal vermiyoruz. Bu yüzden bazen ulaştığımız hayaller ile yetinmiyor sürekli daha fazlasını istiyoruz. Mutlu olmak içinse bize gereken gerçekçi olabilmek gözüküyor.